Rahmâniyyet Hakkındadır
Rahmâniyyet, isimlerin ve sıfatların hakîkatleri ile açığa çıkmasından ibârettir. Rahmâniyyet, zâtî isimler gibi zâta tahsîs edilmiş şeylere kapsam olduğu gibi, mahlûklara dönük hakîkatlere ve sıfatlara da kapsamdır. Alîm, Kâdir, Semî’ ve vücûdî hakîkatlere bağlantısı olması bakımından bahsedilen sıfatlara benzeyen sıfatlar gibi.
Rahmâniyyet, Hakk’a dönük mertebelerin hepsine isimdir. O mertebelerde, halka dönük mertebelerin iştirâki yoktur; bundan dolayı rahmâniyyet, ulûhiyyetten daha husûsidir. Çünkü, rahmâniyyet Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin ferd olarak sâhip olduğu sıfatlarına mahsûs olarak ferd olmuştur. Ulûhiyyet ise Hakk’a dönük olanları ve halka dönük olanları toplamıştır.
Onun için genel oluş ve kapsam, ulûhiyyete âittir; husûsi oluş ise rahmâniyyete âittir. Rahmâniyyet bu i’tibâr ile ulûhiyetten daha azîzdir; çünkü rahmâniyyet, Zât’ın yüksek mertebelerde zuhûrundan ve Zât’ın alt mertebelerden mukaddes oluşundan ibârettir. Bundan dolayı Zât’ın toplayıcılık i’tibârı ile yüksek mertebelere tahsîs edilmiş olan zuhûr yerlerinden kendine mahsûs zuhûr yeri, ancak rahmâniyyettir.
Şu halde rahmâniyyet mertebesinin ulûhiyyet mertebesine nispeti, şekerin, şeker kamışına nispeti gibidir. Şeker, kamışta bulunan a’lâ bir mertebedir; kamış ise hem şekeri, hem de başka kimyevî parçaları ihtivâ ettiği için işâret edişi daha geneldir. Bu i’tibârı düşünerek şeker, şeker kamışına nispetle daha üstündür diye düşünürsen, rahmâniyyet, ulûhiyetten daha üstün olur. Yok eğer kamışın hem şekeri, hem de başka kimyevî parçaları ihâta ettiğini düşünerek, kamış daha üstündür dersen, ulûhiyyet rahmâniyyetten daha üstün olur.
Rahmâniyyet mertebesinde zâhir ve âşikâr olan isim Rahmân ismidir; çünkü bu isim hem zâtî isimleri, hem de nefsî sıfatları toplamıştır. Nefsî sıfatlar yedi olup, hayât, ilim, kudret, irâde, kelâm, semi’ ve basardan ibârettir.
Zâtî isimler de, ahadiyyet, vâhidiyyet, samediyyet, azamet, kuddûsiyet ve benzeri gibi zâta mahsûs olan sıfatlardır. Bu zâtî isimler ancak “Vâcibü’l-vücûd” ve “Melik-i ma’bûd” olan Hakk’ın zâtına mahsûstur.
Bu rahmâniyyet mertebesinin Rahmân ismine tahsîs edilmesi, rahmetin Hakk’a dönük ve halka dönük mertebeleri kapsaması i’tibârı iledir. Rahmetin Hakk’a dönük mertebelerde zuhûru, halka dönük mertebelerde zuhûruna sebep olmuştur. Bundan dolayı bütün mevcûtları kapsayan rahmet, rahmânî hazrettendir.
Hakk’ın mevcûtlara bağlanan ilk rahmeti, sûretleri âlemine kılmasından ibârettir.
Hakk’ın rahmetinin ikincisi: âlemi, nefsinden vücûda getirmesidir. “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” ya’nî “Yerde ve gökte ne varsa, bunların hepsini sizin emrinize âmâde kılmıştır. Bu âmâde kılış O’ndandır” (Câsiye, 45/13) âyeti bunun şâhididir. Bunun için, ilâhî nefesin mevcûtlarda açığa çıkış sırrının sirâyet edişiyle, âlemin parçalarından her ferdde ve her parçada kemâl ile açığa çıkmıştır. Ve o ilâhî nefes, görünme yerlerinin adetlenmesiyle adetlenmez. Bilâkis o görünme yerlerinin hepsinde kerîm ve zâtının gereğine göre vâhid ya’nî birdir.
Özetle kemâlî sıfatların hepsi o sırrın sirâyet edişindendir. Bütün mevcûtlara sirâyet etmiş olan vücûd ta’bîrinde, vücûd zerrelerinden her zerrede açığa çıkışına da ince bir işâret vardır. Bu sirâyet edişin sırrı ise, Hakk’ın âlemi nefsinden hálk etmesi iledir. İlâhî nefs ise bölünüp parçalara ayrılma kabûl etmez. Bundan dolayı âlemde ne varsa, kemâliyle O’dur. O şeye ancak “halkıyyet” ismi âriyet hükmüyledir.
Bu meselenin hakîkati bu bölümde anlatıldığı gibidir; yoksa ba’zı yazarların “İlâhî vasıflar kullarda âriyet hükmüyledir” şeklindeki îzâhları salt olarak yanlış zanndır. Kendisine bu yanlış zannı bağladığım bahsedilen yazar:
Tercüme:
Hakk’ın zâtı, kula ilâhî vasıflardan olan bakışı âriyet ver-miş ve o şekilde kul görmüştür. Zât’ı görücü olan bakış işte bu âriyet olan bakıştır.
beyitleriyle iddiâsına işâret etmiştir.
Bu îzâha yanlış zanndır deyişimin sebebi, eşyâda âriyet olanın, o eşyâya halka dönük vücûdun nispet edilmesinden başka bir şey değildir. Eşyâda Hakk’a dönük vücûd asıldır. Hak, hakîkatlerine “halkıyyet” ismini âriyet olarak vermiştir. Tâ ki ulûhiyyet sırlarını ve ulûhiyyetin gereklerinden olan zıtlıkları, bu şekilde açığa çıkarmıştır.
Özetle: Hak, âlemin heyûlâsıdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da: “Mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beynehümâ illâ bil hakkı” ya’nî “Gökleri ve yerleri ve arasındaki eşyâyı ancak hak olarak biz hálk ettik” (Ahkâf, 46/3) buyurmuştur.
Âlemin misâli kar gibidir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, bu karda asıl olan su gibidir; su o karın aslıdır. Donmuş su buharına kar isminin verilmesi âriyettir. O kara mâiyetinin ismini vermek hakîkattir. Bu hakîkatlere “El-Bevâdiru’l-Gaybiyye Fî’n-Nevâdiri’l-Ayniyye” adlı kasîdemizde gerekli tenbîhleri yaptık. O çok büyük bir kasîdedir ki zaman, hakîkatler urbası üstüne böyle bir ziynet işlememiş ve kasîdenin ifâde ettiği ulvîliklerden dolayı zaman, onu anlamak san’atını da gösterememiştir. Bahsedilen bu kasîdede vurguladığımız tenbîh, aşağıdaki dört beyittedir:
Tercüme:
“Halk misâlde kar gibidir; sen o karın içindeki su gibisin. Hakîkatte kar, sudan başka bir şey değildir. Kar ile su arasındaki gayrılık, şartlarının gerektirdiği hükümlere tâbi’dir; Fakat eriyince karlık hükmü kalkar, yerine su hükmü olur. Sen, bahâ ve bir olan tecellîlerin güzelli-ğinde zıtları hem topladın; Hem de o zıtlardan ayrılık sûretiyle nûrunu yaydın.”
Bil ki, rahmâniyyet, en büyük zuhûr yeri, en tam ve en kapsamlı görünme yeridir. Onun için:
rahmâniyyetin arşı, rubûbiyyettir;
kürsîsi melekiyyettir;
azameti Refref’dir; (42.Bölümde izâhları gelecektir)
kudreti Ceres’dir;
kahrı, Salsala-i ceres’dir (32.Bölümde izâhları gelecektir).
Rahmâniyyette mekânetini ya’nî rütbesini (mertebe ve derecesini) ve mevcûtların hepsinde sirâyet edişini ve bu şekilde kemâle âit gereklerin hepsini ihâta etmiş olarak açığa çıkan isim, “Rahmân” ismidir. Rahmân’ın mevcûtlar üzerindeki hükmünün istilâsı, Rahmân’ın arş üzerinde istivâsı demektir. Çünkü her mevcûtta Allâh’ın zâtı, istilâ hükmüyle mevcûttur. O mevcûd O’nun arşıdır. Ya’nî Hakk’ın zâtından o mevcûtta açığa çıkan yön i’tibârı ile o mevcûd, Hakk’ın arşıdır. Bu kitâpta bu anlatılana mahsûs bölüme geldiğimizde, arş hakkında gerekli izâhlar verilecektir.
Rahmân’ın istilâsını izâh etmeye gelince: Bunun ma’nâsı, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin kudretiyle, ilim ile ve mevcûtların hepsini ihâta etmekle olan, “mekâneti ya’nî rütbesi (mertebe ve derecesi)” demektir. Ve bu mekânette ya’nî rütbede Rahmân’ın vücûdu dâhil olmaktan ve temâstan münezzeh olarak istivâ hükmüyle açığa çıkmaktadır.
Dâhil olma ve temâs nasıl mümkün olabilir?
Olamaz, çünkü o Rahmân, mevcûtların nefsinin ayn’ıdır. Hak Teâlâ’nın mevcûtlarda vücûdu, Rahmân ismi bakış açısından, bu şekildedir; çünkü Rahmân, mahlûkta açığa çıkışıyla ve mahlûkları kendisinde açığa çıkarmakla mahlûka rahmet etmiştir; bu iki husûs, aynıyla vâki’dir.
Şurası da bilinmelidir ki; Hayâl, bir şeyi zihinde bir sûretle şekillendirince, o şekillenen ve hayâl olan şey mahlûk ya’nî hálk edilmiş olur. Hâlık ya’nî Hálk eden ise her mahlûkta mevcûttur. O hayâl olan ve şekillenen şey ise sende mevcûd olduğu için ve sende Hakk’ın varlığı i’tibârıyla sen de Hak olduğun için bu tasvîr edilen şey Hak’da ve Hak o tasvîr edilen şeyde mevcûttur.
Bu konuda çok değerli olan sırra dikkâtleri çektim; kader sırrı gibi, ilâhî ilim sırrı gibi. Ve Hakk’ın Bir olup Hak ve halkın o Bir olan ile bilinmesi gibi, rahmânî tecellîden, ahadiyyetin kudret menşe’i olduğunun bilinmesi ve ilmin aslının rahmânî tecellîden vâhidiyyet olduğunun bilinmesi gibi birçok ilâhî sırlara, bu dikkat çektiğim tenbîh ile vâkıf olmak mümkündür.
Bundan başka bu îzâhların altında ve bu konudaki üstü örtülü kelimelerin arkasında işâret edilmiş ince nüktecikler vardır. Bu bölümün başından sonuna kadar düşün, kabuğu at, içini al! Hakk’ın doğru yolda muvaffak kıldığını anlarsın.
Fasıl
Rahîm ile Rahmân, rahmetten türemiş iki isimdir. Lâkin Rahmân ma’nâ olarak genel, Rahîm ma’nâ olarak özel olup, daha tâm işârettir. Rahmân’ın genel olması, bütün mevcûtlarda rahmetin gözükmesinden dolayıdır. Rahîm’in de özel olması, saâdet ehline tahsîs edilmesinden dolayıdır. Rahmân’ın rahmetinde azâbı gerektiren nikmet de karışık olabilir. Lezzeti ve kokusu iğrenç olan ilâcı içmek gibi.
Çünkü bunda hastaya rahmet olmakla berâber, tab’îata hoş gelmeyen şey de mevcûttur. Rahîm’in işâret ettiği rahmete, hiçbir şey karışmaz. O, salt ni’mettir ve bu ni’met ancak tam saâdet sâhiplerinde bulunur. Eserleriyle ve müessirleriyle sıfatlarında ve isimlerinde rahmetin varlığı da, Rahîm isminin içinde bulunan rahmettendir.
Rahîm, Rahmân’a nispetle insan bedenindeki göz gibidir. Ya’nî Rahîm, daha azîz, daha şânı yüksektir, daha husûsîdir. Rahmân’ın her türlü rahmet oluşa mutlak olarak kapsamı vardır. Bunun için Rahîm’deki rahmet, kemâliyle ancak âhirette açığa çıkar denilmiştir. Çünkü âhiret dünyâdan daha geniştir.
Çünkü dünyâdaki her ni’mete keder karışması da kaçınılmazdır. Böyle kederle karışık olmak, rahîmsel tecellîlerden değil, rahmânsal tecellîlerdendir. Rahmân ile Rahîm isimleri hakkında “El-Kehfü ve’r-Rakîmu fî-Şerhi Bismillâhirrahmâni-rahîm” adlı kitâbımızda daha geniş beyânlarımız vardır; onları bilmek isteyen, o kitâba mürâcaat etsin.
Allah dâimâ hak söyler ve hak yola hidâyet eder.