8.Bölüm-Rubûbiyyet Hakkındadır

Rubûbiyyet Hakkındadır

Rubûbiyyet, mevcûtları talep eden isimleri gerektirici mertebenin ismidir. Alîm, Semî’, Basîr, Kayyûm, Mürîd, Melik ve bunlara benzeyen isimler rubûbiyyetin altına dâhildir. Çünkü bu isimlerden ve sıfatlardan her birisi, bağ-lanacak mevcût talep eder: Alîm ismi, ma’lûmu; Kâdir ismi, makdûru; Mürîd ismi, murâdı gerektirir. Bunlara benzeyen diğer isimler de buna göre kıyaslanabilir.

Şunu da bil ki, Rab isminin altında bulunan isimler, Allah ile halk arasında müşterek olan isimler ile te’sîr özelliği ile halka mahsûs olan isimlerdir. Hakk’a mahsûs olan ve halka da dönük olan müşterek isimler, “Alîm” ismi gibidir. Çünkü Alîm ismi nefsîdir. “Nefsini bilir, halkı bilir” ta’bîri geçerlidir; Semî’ de böyledir. “Nefsini işitir, gayrını işitir” denilir. Basîr ismi de böyledir. “Nefsini görür, gayrını görür” denilebilir.

Allah ile halk arasında yukarıdaki isimler gibi müşterek olan isimlerden kastımız, o isimlerin iki yüzü olup, bir yüzünün Cenâb-ı İlâhî’ye tahsîs edilmesi, dîğer yüzünün mahlûklara âit olması demektir. Halka tahsîs edilmiş olan isimler, fiilî isimler ile Kâdir ismi gibidir. Fiilî isimlerden “Hâlık” isminde, “mevcûtları hálk etti” dersin; “nefsini ya’nî kendisini hálk etti” diyemezsin. Fiilî isimlerden “Râzık” isminde “mevcûtlara rızık verdi” dersin, “nefsine rızık verdi” diyemezsin. Aynı şekilde “Kâdir” isminde “nefsi üzerine kâdir oldu” da diyemezsin.

Bu câiz olmayan ta’bîrler, te’vîl sûretiyle câiz olsa bile, bahsedilen isimlerden dolayı halka tahsîs edilmiştir. Çünkü fiilî isimler Melik isminin altındadır. Memleketi olmayan ise, Melik olamaz.

Melik ismi ile Rab isminin arasındaki fark: Melik bir isimdir ki, fiilî isimler o isim mertebesi altındadır. O fiilî isimlere, “halka mahsûstur” demekle işâret ettim. Rab ismi ise, bir mertebenin ismidir ki, o mertebe altında müşterek isim-lerin yukarıda belirtilen iki nev’iyle halka mahsûs olan isimler dâhildir.

Rab ismi ile Rahmân ismi arasındaki fark: Rahmân bir mertebenin ismidir ki, bütün ilâhî ulvî vasıflar o mertebeye mahsûstur; ilâhî Zât ister o vasıflar ile ferd olarak olsun, Azîm ile Ferd gibi; isterse Alîm ve Basîr gibi müşterek olarak olsun; isterse Hâlık, Râzık gibi mahlûklara tahsîs edilmiş olarak olsun aynıdır.

Rahmân ismi ile Allah ismi arasındaki fark: Allah, zâtî bir mertebenin ismidir ki, o mertebe ulvîlikleri ve süflîlikleri ile bütün mevcûtların hakîkatlerini toplamıştır. Bundan dolayı Rahmân ismi, Allah isminin ihâtası altına girmiştir. Rab ismi ise, Rahmân isminin ihâtası altındadır. Melik ismi ise, Rab isminin ihâtası altındadır.

Özetle; Rubûbiyyet, Rahmân’ın arşıdır, ya’nî bir zuhûr yeridir ki, Rahmân o zuhûr yerinde zâhirdir ve o zuhûr yerinden mevcûtlara bakıcıdır. Rahmân’ın bu mertebesinde Allah ile kulları arasında nispet geçerlidir.

Görmüyor musun? Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v)’in şu sözünü ki,

“Kadının rahmini, Rahmân’ın hakvından ya’nî böğründen alınmış buldum” demiştir. Çünkü “hakv ya’nî böğür” insan vücûdunda orta mahaldir. Rubûbiyyet de rahmâniyyetin orta mahallidir; çünkü rahmâniyyet;

– halkın müşterek olarak olduğu vasıfları ve

– mahlûklara mahsûs olan vasıfları toplamıştır.

Bundan dolayı müşterek olan isimler orta mahaldedir. Ya’nî rubûbiyyet mahallidir.

Kadının rahminin Rahmân’ın böğrüne bağlantısı, Rab ile merbûb ya’nî rabbi olan arasındaki bağlılığın münâsebetindendir; çünkü hiçbir Rab yoktur ki, onun merbûbu ya’nî rabbi olanı olmasın; hiçbir merbûb ya’nî rabbi olan yoktur ki, onun Rabb’i olmasın. Şu halde bu mertebede Allah ile kulları arasında nispet mevcûttur.

Kadının rahminin Rahmân’ın böğrüne bağlantısına bak! Ve bu bağlantının sırrını iyice anla! Yoksa Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, kendinden ayrılmış olan şeye bitişmekten, yâhut kendisine bitişik olan şeyden ayrılmaktan yana münezzehtir.

Bu ince îzâhtan sonra, bizim “Hak” olarak isimlendirdiğimizde, yâhut “mahlûklar” ile kinâye ettiğimizde tecellîlerin çeşitlenmesinden başka söz kalmamıştır.

Manzûmenin Tercümesi:

“İster yaklaşın, ister uzaklaşın; “biz” dediğimiz, sizden başka bir şey değildir. İster açığa vurun, isterseniz gizleyin; vücûdda sizden başka bir şey yoktur.

O, sizin cemâlinizin sûretidir. Bunun ma’nâsı yine sizden ibârettir. Sizin var edilmenizle vücûd meydana geldi. O’nun vücûduyla, sizin var edilmeniz hâsıl oldu.

Siz, mâsivâ örtüsünü açmakla onun güzelliğini gösterdiniz. Bu kıymetli güzelliği başkasına nispet ettiğiniz zaman, ihânet etmiş oldunuz; gafletle “mâsivâ” dediniz.

Yâ hû! “Biz” demekle kalbiniz yumuşadı mı? Hakîkatin sizin isminizle ve sizin de “halk” ismiyle isimlendirilmeniz âdet olmuştur.

Cemâlin güzelliklerini çeşitlendirdiğiniz zaman vefâda hıyânet etmemiş olursunuz. Halka nispet edilen kemâl zevâl bulmaz, o sizin içindir.”

Şurası da bilinmelidir ki, rubûbiyyetin iki tecellîsi vardır. Biri ma’nevî tecellî, diğeri sûrî tecellîdir.

Ma’nevî tecellî, kemâl çeşitlerini ihtivâ eden tenzîh kânûnunun gereklerine göre, rubûbiyyetin isimlerde ve sıfatlarda açığa çıkmasından ibârettir.

Sûrî tecellî, noksan çeşitlerinden, mahlûkun ihtivâ ettiği şeylerde teşbîh kânununun gereklerine göre, rubûbiyyetin mahlûklarda açığa çıkmasıdır. Zuhûr yerinin teşbîhten istihkâkına göre, mahlûklardan bir hálk edilmişte rubûbiyyet açığa çıkınca, Cenâb-ı Rab, yine kendine lâyık olan münezzeh oluşu üzerine bulunur.

Özetle: Mes’ele, teşbîhe dâhil olan sûret ile, tenzîhe dâhil olan ma’nâ arasındadır. Sûrî tecellî açığa çıkarsa, ma’nevî onun zuhûr yeridir. Ma’nevî tecellî açığa çıkınca, sûrî onun zuhûr yeridir. Ba’zen de ikisinden birinin hükmü diğerine gâlip olarak, ikincisi birincisinin altında perdelenir. Bu takdîrde perde üzerine vâhid ya’nî bir oluş husûsuyla hükmolunur. Bu sırrı anla!.

Allah hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eyler.