9.Bölüm-Amâ’ Hakkındadır

Amâ’ Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

“Amâ’, ezel sırrının ilk mahallidir. Bu bir felektir ki, güzellik güneşleri orada batmıştır. Bu zât, Allah’ın zât’ı olup, ezel sırrındaki o varlığından hârice çıkmamış, belki isimlere ve sıfatlara tenezzül eylemiştir.

Bu hakîkatin sırrına, taştaki ateşin gizlenmişliğini ulvî bir örnek olarak söyleyebiliriz. Taşta gizlenmiş olan ateş açığa çıksa bile, taşta gizli olan ateşin hükmü yine değişmez. Amâ’ya bakarak size bu örneği söylemiş isek de, Allah Teâlâ örnek ile îzâh edilmekten yücedir.

Bu amâ’, akılların hayretini gerektirir, akılların dehşetler içinde bu-lunduğu bu hayrette, akıllar için ta’bîr edilmesi mümkün olmayan bir amâ’dır. O amâ’, taalluk esnâsında ne karanlık, ne de aydınlık i’tibârı dikkâte alınmayarak salt Zât’a dönüktür.

Ve bu ayrıntılı anlatımdan ne mechûl olan ahadiyyet ya’nî teklik; ne de mechûl olmayan çokluğun vâhidiyyeti ya’nî birliği düşünülebilir değildir. Zâtının latîfliğinde gâib olan en latîf oluşunun latîfliği, sırrındaki örtünmüşlüğü evvel olan amâ’dır.”

Bilesin ki; amâ’, hakîkatlerin öz hakîkatinden ibârettir. Bunda Hakk’a dönük ve halka dönük vasıflanma düşünülemez. O, sırf Zât’tır; sonra Hakk’a dönüklük ve halka dönüklükle vasıflanmadığı gibi “Hakk’a ve halka dönüklüğün olmayışı” mertebesine de izâfe edilemez. Bu izâfenin olmayışından dolayı ne vasıf, ne de isim gerekir. İşte Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v)’in “Amâ’nın ne altında, ne de üstünde hava vardır” buyurması, amâ’da ne Hak, ne de halk düşünülemez, demektir.

Şu halde amâ’, ahadiyyete karşılıktır. Ahadiyyette isimler ve sıfatlar yok hükmünde olup, kendisinde hiçbir şeyin zuhûru olmadığı gibi, amâ’da da bunlardan hiçbir şeyin ne tecellîsi, ne de zuhûru vardır. Amâ’ ile ahadiyyet arasındaki fark, ahadiyet, yücelik gereğiyle zâtın zâtta hükmüdür ki, ahadiyye zâtının zuhûrundan ibârettir. Amâ’, mutlaklık gereğiyle zâtın hükmüdür. Onun için kendisinden yüce olmaklık ve olmamaklık düşünülemez. Amâ’, amâ’ya bürünen zâtın gizliliğinden ibârettir. Sonuç olarak amâ’ ahadiyyete karşılıktır. Şu kadar var ki, ahadiyette zâtın sırflığı tecellî hükmüyledir, Amâ’da zâtın sırflığı örtünmesi hükmüyledir.

Netîce: Allah Teâlâ nefsinden örtünerek tecellî etmekten, yâhut nefsi için tecellî ederek örtünmekten yücedir. O Allah tecellîden, örtünmeden, bâtın olmadan, zâhir olmadan, işlerden, nisbetten, i’tibârlardan, izâfelerden, isimlerden ve sıfatlardan yana zâtın gereği ne ise, ona göredir; kendisi için değişim ve baş-kalaşım yoktur.

Bir şeye bürünüp, dîğerini terk etmesi, yâhud bir şeyi atıp, ya’nî o şeyden soyutlanıp, başkasını alması, onun için düşünülemez. O’nun yüce zâtının hükmü ezelde ne ise, şimdi ve ebedde dahî öyledir. “Lâ tebdîle li halkıllâhi” ya’nî “Allâh’ın halk edişi, (ya’nî zâtına mahsûs vasfı) değişmez” (Rûm; 30/30) âyeti bu konuda delîldir.

Sûretlerde ve sûretlerin dışındaki nispetler, izâfeler, i’tibârlar ve bunların benzeri şeylerdeki başkalaşımlar, değişimler Allâh’ın bizim üzerimize tecellîsi, onun bizim ile açığa çıkması bakış açısındandır. Oysa o Allah, bizim üzerimize tecellî etmekten veyâhut bizim ile açığa çıkmaktan evvel, nefsinde ne kemâl üzere ise, ondan sonra da zâtına mahsûs olan o tecellîdedir.

Onun için ancak bir tecellî vardır. O bir tecellînin ismi, ancak Vâhid ismidir. O Vâhid isminin ancak bir vasfı vardır. Bunların hepsi için çoğalabilir olmayan vâhid ya’nî bir olan Hakk vardır. O ezelde nefsi için nasıl tecellî etmiş ise, ebeddeki tecellîsi de onun aynıdır.

Gazelin Tercümesi:

“Zeyneb, bütün ahidlerinde sâbit ve sâdıktır. Zamâna âit hâdiseler onu değişime uğratmadı ki, benden örtünsün. Zeyneb, o ahidlerini muhâfaza ederek “Muhassab” isimli mevkîdeki ahidlerini de zâyi’ etmedi.

Eğer ayrı görenler, Zeyneb’in benden uzak olduğunu naklederlerse, bu uzaklık, Zeyneb’in uzak oluşu değil; Ayrı görenlerin o uzak oluşun oluşmasını arzû ettikleri için söyledikleri uzaklıktır.

Ayrı görenler, beni Zeyneb’den men’ etmekle beni Zeyneb’den ayırmakla gürültü çıkarırlarsa, bunun önemi yoktur. Zeyneb’in sağnak yağmur gibi olan lütufları arasında, cefâ şimşeğinin yağmursuz kalacağı şüphesizdir.

Ey Zeyneb’in ünsiyyet meclisinde olan arkadaşlar! Zeyneb’in duda-ğına değen kadehleri, ellerinizle tutarak için! Zeyneb’in ünsiyyet mec-lisine arkadaş olarak katılamamaktan kaynaklanan pişmanlığın, has-retin kanıyla o kadehler boyanmıştır.

Zeyneb’den kucaklaşma ve teslîmiyet beklemeyin! Yarasa kuşları-nın güneşe yaklaşma ihtimâli yoktur. Zeyneb cemâlini açmazsa, şefkâtindendir; büsbütün örtünmezse de o da âşıkına merhametindendir.

Hakîkatte Zeyneb’in cemâlinin dengi yine kendi cemâlidir. Batı Ankâ’sına eş aramaktan sizi men’ ederim.”

Hakk’a mahsûs olan bu bahsedilen vâhid ya’nî bir olan tecellî ile Hak, başkasına tecellî etmez. Halk için elbette ve elbette o tecellîden nasîb yoktur. Çünkü o zâtî tecellî, ne i’tibârı, ne de kısımlara ayrılmayı, ne bir başka şeye izâfe edilmeyi, ne vasıfları, ne de bunlardan bir şeyi kabûl eder. Tecellîsinde halk için bağlantı olursa i’tibâra, nisbete, vasfa, yâhut bunlara benzeyen bir şeye ihtiyâç zarûrîdir.

Bunların hepsi de, ezelden ebede kadar zâtına mahsûs olan o zâtî tecellî hükümlerine uymaz. Bu tecellîden başka olan ilâhî tecellîler, ister zâtî olsun, isterse fiilî olsun, isterse sıfâtî olsun, isterse isimsel olsun; bunların da bağlantısı hakîkatte Hakk’a ise de, bu Hakk’ın açığa çıkışı ve kulları üzerine tecellîsinin gereği yönündendir.

Özetle: Bahsedilen bu zâtî tecellî ki tecellîlerin bütün nev’ilerini toplamıştır. Hakk’ın bu tecellîde olması, diğer tecellîlerle tecellîsine mâni’ değildir. Ancak bu durumda zâtî tecellîden başka olan tecellîler zâtî tecellinin altındadır; tıpkı yıldızların gökyüzünde gözükmesinin güneş altında hem mevcût, hem yok hükmünde olması gibi. Yıldızlara âit nûrlar işin aslında güneşin nûrundan ise de, güneşin çıkışı ile bu mevcûtlar, yok hükmünde olur. Diğer ilâhî tecellîler de, zâti tecellî âsumânından bir sızıntı veyâhut onun deryâsından bir damladır.

Kendisi için seçtiği bu zâtî tecellînin saltanatı gözükünce, diğer tecellîlerin varlığıyla berâber yok hükmünde sayılmasına sebep, zâtî tecellînin, zâta âit ilâhî ilimden meydana çıkması bakış açısındandır. Zâtına müstehak ve lâyık olan diğer tecellîlerdeki istihkâk, gayrı olmaklık ilminin bağlantısı i’tibârı iledir. Bundan dolayı ikinci derecededir, bu sırrı anla!

Lisânın cömertliği, beyân meydânında sür’atle koşarak aslâ ortaya konul-maması lâzım gelen hükmü ortaya koydu. Onun için bu kuvvetli delîllerdeki dizginleri çekerek, lisânı esâs bahsinde tercümânı olduğu meselenin şerhine yönlendiriyoruz. Onun için bu geçen detayları bildirdikten sonra deriz ki:

Amâ’, gizlenmede ve örtünmede mutlaklık i’tibârı ile zâtın kendisinden ibârettir. Ahadiyyet, açığa çıkmada yücelik i’tibârı ile zâtın kendisinden ibârettir. Bunda i’tibârların düşmesi de mecbûridir. Benim zuhûr veyâhut örtünme i’tibârı ile demem, dinleyenin anlayışına ma’nâyı ulaştırmak içindir. Yoksa “i’tibârî gizlenme, amânın hükmünden; i’tibârî açığa çıkma, ahadiyyetin hükmündendir” demek değildir, bunu iyi anla!

Şurasını da dikkatle bilmek lâzımdır, Allah’dan yüce bir benzetme ile söylüyorum: Bütün varlığınla mevcûdiyetinden bakışını kesince, sen kendi nefsinde kendinde amâdasın! Bu fikrindeki düşüncede varlığı ve varlığına âit gereçleri bilsen de, mevcûdiyetten fikirsel olarak alâkanı kesince, senin amâda bir zât olduğun tahakkuk eder.

Dikkat etmiyor musun? Hak Sübhânehû ve Teâlâ senin aynın ve hüviyetindir. Sen bu hakîkatle vasıflanmaktan ve buna hak kazanmaktan gaflet ediyorsun. Oysa Hakk’ın bu aynılığı yönünden sen, kendinden perdeli değilsin ve bu hassas i’tibâr ile kendinden amâdasın. Çünkü Hakk’ın hükmü, kendinden perdelenmemektir. Bu durumda senin kendin için zuhûrunda Hak hükmüyle, senin o dakikada amâda olduğun tahakkuk eder. Zâten amâ’, “Hak hükmüyle hakîkatinden örtünmek” demektir. Şu halde hem kendin için zâhir, hem kendinden bâtın oldun.

“Ve tilkel emsâlu nadribuhâ lin nâsi ve mâ ya’kıluhâ illel âlimûn” ya’nî “Bu tür örnekleri biz insanlar için versek de, bunu âlim olanlardan başkası akıl edemez” (Ankebût, 29/43). Bunun içindir ki, Hz. Rasûl-i Ekrem, halkı halk etmezden evvel Hakk’ın nerede olduğu sorulduğu zaman, “Amâ’dadır” cevâbını vermiştir.

Çünkü tecellî kelimesi, mâhiyeti, ya’nî kelimenin kendi ismindeki işâretin gereği olarak kendinden evvel örtünmenin önceliğini gerektirir. İşte buradaki öncelik, hükümsel önceliktir, vakitsel öncelik değildir. Çünkü Hak ile halkı arasında vakitsellik, ayrılma, uzaklaşma, birbirine bitişme, birbirine yapışma bulunmasından yana Hak yücedir.

Çünkü vakitsellik, ayrılma, uzaklaşma, birbirine bitişme, birbirine yapışma, Hakk’ın mahlûklarındandır. Kendisi ile mahlûkları arasına başka mahlûk giremez. Girmesi lâzım gelse silsile, devir lâzım gelir. Bunlar da muhâldir.

Netîce: Hakk’ın önceliği, sonralığı, evvel oluşu, âhir oluşu, hükümseldir, i’tibârîdir, izâfîdir; zamânsal, mekânsal değildir. O Hak, halkı halk etmezden evvel nasıl amâ’da ise, halkı, halk ettikten sonra da aynıyla o amâ’dadır.

Bundan şu netîce çıkarılır ki; Amâ’, i’tibârların yokluğuyla berâber, zâtı öne geçiren hüküm demektir; halkı halk etmek ise, zuhûru gerektirir. O zuhûr, i’tibârların varlığıyla berâber zâta ulaşan hüküm demektir. Böyle olunca bu öne geçmişlik, o önceliğin aynıdır. Bu ulaşma ise, aynıyla sonralıktır. Hakîkatte ise ne önce ve sonra vardır; çünkü “önce” de O, “sonra” da O, “evvel” de O, “âhir” de O’dur.

Bundan daha acâîp olarak söylüyorum: İ’tibâr, nispet, cihet olmaksızın Hakk’ın açığa çıkışı gizliliğinin aynıdır. Bu aynılığın ma’nâsı, “bunun hakîkatidir” demekle ta’bîr edilir. Şu halde evvel oluşu, âhir oluşunun aynı; önceliği, sonralığının aynıdır. Bu konuda akıllar hayrettedir. Azametine ulaşma yolu kesilmiştir. Bunu ne kavram, ne de akıl tasavvur ve tasvîr edebilir.