11.Bölüm-Teşbîh Hakkındadır

Teşbîh Hakkındadır

İlâhî teşbîh, ilâhî cemâl sûretinden ibârettir. Çünkü ilâhî cemâlin ma’nâları vardır. O ma’nâlar ilâhî isimler ve sıfatlardır. Yine ilâhî cemâlin sûretleri de vardır. O sûretler hissedilen yâhut idrâk edilen şeklinde olarak bu bahsedilen ma’nâların tecellîleridir:

Hissedilir olan, “Rabb’imi tâze bir delikanlı sûretinde gördüm” hadîsinde olduğu gibi; idrâk edilir olan ise “Ben kulumun bana olan zannına göreyim, nasıl isterse beni öyle zannetsin” hadîsinde olduğu gibidir. İşte teşbîh ile kastedilen, bu hissedilir ve idrâk edilir olan sûrettir.

Şüphesiz, Hak Teâlâ cemâl sûreti ile açığa çıkışında yine tenzîhten hakettiği şey üzerinedir. Cenâb-ı ilâhîye tenzîhten hakkını verdiğin gibi, o cenâb-ı âlîye ilâhî teşbîhden de aynı şekilde hakkını vermelisin.

Şu da bilinmelidir ki, Allah hakkındaki teşbîh, tenzîhe muhâliftir; çünkü bu teşbîh, Hakk-ı ilâhîde aynı olmaklık husûsudur. Fakat bunu ehlullâhdan ancak kâmil olanlar müşâhede edebilir. Kâmil olanlardan başka ârif-i billâh olanlar, bizim bu sözümüzü yalnız imân yollu ve taklîd yollu olarak idrâk edebilirler.

Güzelliğinin ve cemâlinin sûretlerinin îcâbları ne ise, imânları yalnız ona bağlanır. Çünkü mevcûdların sûretlerinden her sûret, onun güzelliğinin sûretidir. O sûreti teşbîh yönü üzerine müşâhede eder de, tenzîhden bir şey müşâhede etmezsen, Hakk’ın sana güzelliğini ve cemâlini bir yönden gösterdiği anlaşılır. Yok eğer teşbîhsel sûreti sana müşâhede ettirir ve bu teşbîhe ilâhî tenzîhin de bağlantısı olursa, Hakk’ın sana cemâlini ve celâlini hem teşbih, hem tenzîhde göstermiş olduğu anlaşılır.

Artık sen “Fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh“ (Bakara, 2/115) “Ne tarafa dönerseniz, Hakk’ın vechi oradadır” âyet-i kerîmesinin yüce ma’nâsına göre ister tenzîh et, ister teşbih et! Fakat sen her halde O’nun tecellîlerinde gark olmuş durumdasın; senin için o tecellîlerden ayrılmana imkân yoktur.

Çünkü sen ve senin hüviyyetin ve hallerin ve amellerin ve ma’nâlarının hepsi Hakk’ın cemâl sûretidir. Bu durumda halka dönük teşbîhde devamlı kalırsan, güzellik sûretini müşâhede edersin. Yok senin teşbîhinde tenzîh açılımları da olursa, o zaman sen güzelliğinin ve cemâlinin sûreti ve ma’nâsısın. Eğer teşbîh ve tenzîh-den daha ilerisine mazhar olursan, o zaman teşbîh ve tenzîhin üstündesin; bu ise zâtın sırrıdır.

Mısrâ’nın tercümesi:

“Muhabbette nefsin için kimi seçersen, onu tercîh et!”

Şurası da bilinmelidir ki; Hak için teşbîh iki türlüdür. Biri zâtî teşbîh, biri vasıfsal teşbîhdir.

Zâtî teşbîh: Hissedilebilir olan mevcûdların sûretlerinde, yâhut hayâlde, hissedilebilenlere benzeyen şeylerde Hakk’ın tecellî ettiği sûrettir.

Vasıfsal teşbîh: Hissedilebilirlere benzeyen şeylerden münezzeh olan isimsel ma’nâların sûretlerinde tecellîsidir. Bahsedilen sûretler, zihinde akledilip de, histe esâsı olmayan sûretlerdir. Eğer esâsı olursa, zâtî teşbîhe katılır; çünkü esâsı olma, teşbîhin kemâlindendir. Kemâl ise zâta lâyıktır. Vasıfsal teşbîhde ise hiçbir nevi’ ile ve hiçbir misâl verilmesini ihtivâ eden cins ile esâslanmak mümkün olmaz.

Görmüyor musun? Hak Sübhânehû ve Teâlâ, Kur’ân’daki Nûr âyetinde (24/35), zâtî nûrunu “mişkât, misbâh, zücâce” ile nakletti ve benzetti. O zâtî teşbîhin sûreti insandan ibârettir; çünkü mişkât ile kasıt, insanın göğsü; zücâce ile kasıt, insanın kalbi; misbâh ile kasıt, insanın sırrıdır. O âyetteki “mübârek ağaç”tan kasıt, gayba îmândır. O gayb ise, Hakk’ın halkta, Hak olarak açığa çıkmasıdır. Çünkü Hakk’ın ma’nâsı görülebilir olan halk sûretinde gayb olması demektir. İşte “gayba îmân” bu îmândır.

Nûr âyetindeki “zeytûne ya’nî yağ”dan kasıt, mutlak olan hakîkattir. Çünkü mutlak olan hakîkat ne bütün yönlerinden Hak, ne de bütün yönlerinden halktır. Îmâna âit ağaç da, “şarkıyye ya’nî doğu-ya âit” değildir; ya’nî, teşbîhi ortadan kaldıracak şekilde mutlak tenzîhi ihtivâ etmez. “Garbiyye ya’nî batıya âit” de değildir; tenzîhi ortadan kaldırarak, mutlak teşbîhi de ihtivâ edici değildir; belki teşbîh kabuğu ile tenzîh içi arasında sıkıştırılan bir hakîkattir.

Bu sıkıştırılma gerçekleşince yakînden ibâret olan “zeyt ya’nî yağın”, ateş değmese de alevlenmesi, nûr saçması muhakkak gerçekleşir. O yağın kendi nûruyla, kendi karanlığı kaldırılır. O yakîn yağı, nûr üstünde nûrdur. Ya’ni ayân olan nûr ile görebilme şeklindeki teşbîh nûru ve îmâna âit nûrdan ibâret olan tenzîh nûru ile birbirinin üstünde iki nûrun bileşkesi olan vâhid ya’nî bir hakîkat nûrudur. Bu şekilde Allah Teâlâ, istediği kimseyi nûruna hidâyet eder ve bu mevzûda insanlar için örnekler verir. Allah her şeyi bilicidir.

Bu bahsedilen teşbîh, zâtî teşbîhdir. Her ne kadar misâl yollu gözükse de, o misâl güzelliğin sûretlerinin biridir; tıpkı ilmin misâl âleminde “süt” sûretinde gözükmesi gibi. Çünkü o süte âit sûret, ilmin ona yüklenmiş olmasından dolayı, ilmin ma’nâsının sûretlerinden biridir.

Her benzer ki, onda “kendisi için benzetme yapılan” zâhir olmuştur, o benzer, o “kendisi için benzetme yapılan”ın sûretlerinin birisidir. Çünkü o, benzetilmekle zâhir oluyor ve ona yükleniyor. Bu incelikleri iyi anla!

Özetle: Mişkât, misbâh, zücâce, ağaç, ne doğuya ne de batıya âit olan yağ, nûr saçma ve alevlenme, “nûr üstünde nûr” olan nûr ve bunların hepsi, ma’nâlarının zâhir yönleri i’tibârı ile Allâh’ın zâtının cemâli için zâtî sûretlerdir. Allah her şeyi bilicidir; ya’ni cemâlinin ma’nâsını bilicidir. Çünkü bilme, bilendeki ma’nâdan ibârettir. Bunu anla!

Allah hakkı söyler ve her şeyi bilir.