Fiiller Tecellîsi Hakkındadır
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin fiillerinde tecellîsi o şehâdet yerinden ibârettir ki, kul, o şehâdet yerinde eşyâda kudretin cereyânını görür ve Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini her şeyin hareket ettiricisi ve sâkin kılıcısı olarak bilir ve bu şekilde şehâdet eder. Bu müşâhedede, kuldan fiili kaldırarak Hakk’a isbât zarûrîdir. Kul bu şehâdet yerinde kuvvetten, kudretten, irâdeden soyunmuştur.
İnsanlar bu şehâdet yerinde çeşitli tavırlara tâbi’dir:
Hak ba’zılarına önce irâdesini, sonra fiillerini gösterir. Kul için fiil ve irâdeden soyulmak bu şehâdet yerindedir. Bu mertebe, fiillere âit tecellîlerin en yüksek mertebesidir.
Ba’zılarına da Hak, önce irâdesini göstermeyip, mahlûklardaki tasarruflarını ve o tasarrufların saltanatının kudreti altında cereyânını gösterir.
Ba’zıları da fiilleri, çıkışları esnâsında mahlûktan görerek, hemen arkasından Hakk’a döner.
Ba’zılarında da bu görüş, mahlûkun fiilinden çıktıktan sonra olur.
Bu görüşe nâil olan kimse, bu hâli başkasında görürse, hakîkat ehli indinde o hâli kabûl edilir. Ammâ kendinde görürse, sünnetin zâhirine uygun olmadıkça onu kabûl etmeyiz.
Ya’nî ilâhî fiil tecellîsinde bir kimseye Cenâb-ı Hak önce irâdesini gösterip, sonra o kimse Hakk’ın o fiilde tasarrufunu, fiilinin çıkışından önce, fiilin çıkışı esnâsında, fiilin çıkışından sonra görürse, onun bu müşâhedesini kabûl ederiz. Yalnız yine o kimseyi şerîatın zâhiri ile isteriz. Bu kimse ancak sâdık ise, Allah ile kendisi arasında ihlâsa nâil olmuştur.
İlâhî emir ve yasaklara aykırı olan yerlerde şerîatın zâhir hükümlerinin tatbîk edilmesi gereğinden dolayı bir kimseden şer’î sınırlara uymayı gerektiren bir fiil çıktığında, sınırın aşılmaması gerektiğini ve bundan dolayı kudretle kuvvetli delîl göstermeye kimse için yetki olmadığını kabûl etmek mes’elesi, âşikâr bir mes’eledir.
Mes’ele böyle olduğu halde Hakk’ın tasarrufunu, fiilin çıkışından önce, çıkışı esnâsında, çıkışından sonra gören kimsenin müşâhedesini kabûl edip de, kudretin cereyânını, fiilin çıkışından sonra gören kimse hakkında kabûl etmemek husûsundaki fikrimizin îzâhına gelince:
Birinci şıkta ya’nî Hakk’ın tasarrufunu, fiilin çıkışından önce, çıkışı esnâsında, çıkışından sonra gören kimsede ilâhî hükmün gerekliliğine inanmak ve ilâhî hüküm gereğince o tecellîye mazhar olunmasında müşâhedenin îcâbına göre hareket ettiğini tasdîk etmek lâzım geldiğinden, Allah’ın hakkını edâ etmek ba-kımından o kimsedeki tecellînin îcâbına göre cereyân meydana gelmektedir. Ya’ni müşâhedesinin kabûl edildiğini söylemek gerekir.
Yalnız onun hareketinde Allah’ın Kur’ân’da emrettiği hakkı edâ mes’elesi geriye kalmış olur. Ve şer’î sınırları gerektiren yerde, Kitâb-ı Kerîm’in îcâb ettirdiği şekilde sınırların uygu-lanmasını söylemek lâzımdır. Bizim bu birinci şıktaki mes’elede müşâhedesini kabûl edişimiz, o kimsenin kendisiyle Allah arasındaki müşâhedeyi ifâde etmek içindir.
Fiilin çıkışından sonra kudretin cereyânını müşâhede eden kimse hakkında, kendine âit olursa kabûl etmememiz, başkasına âit olursa kabûl etmemiz ve kendisine âit olduğu zaman, Kitâb ve Sünnet’e uygun olmadıkça kabûl etmemiz husûsu, bu müşâhedeyi o kimsenin Hak’dan bilmeyip, kendine döndürmesi korkusuna dayanmaktadır.
Çünkü zındık da günâhı işledikten sonra fiilin çıkışı hakkında “Allah’ın irâdesiyle, kudretiyle, fiiliyle bu günah gerçekleşti, bunda benim katkım yoktur,” der. İşte bu ikinci şıktaki müşâhedesini Kitâb ve Sünnet’e uygun olmadıkça kabûl etmemek, o kimsenin hâlinin zındığın hâline benzememesi içindir. Bu da, bir makâmdır.
Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba’zıları da fiilinde, ilâhî fiili müşâhede ederek, kendi fiilini ilâhî fiile tâbi’ kılar. Tâatta olunca nefsine itâatkâr, isyanda olunca, nefsine âsîdir, der. Bu tecellînin mazharı da “kuvvet”den, “kudret”den, “irâde”den soyunmuştur.
Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba’zıları da, fiilinde kendi fiilini görmeyip, ancak ilâhî fiili müşâhede eder. O kimse nefsine fiil bağlamaz. Bu kısımdan olanlar “tâatta itâatkârım, isyanda âsiyim” demez. Bu müşâhedeye mazhar olanların hallerinin gereklerindendir ki, onlardan birisi seninle yer, “yemedim” diye yemîn eder. Seninle berâber içer, “içmedim” diye yemîn eder. Sonra da “yemîn etmedim” diye yemîn eder. Bu kısımdan olanlar, Allah indinde çok sâdık olan (sadûk) ebrârdandır. Bu bir inceliktir ki, bu müşâhedeyi zevk edip de ya’nî bizzât hakîkati ile yaşayıp da aynen gerçekleşmesiyle bu müşâhede nefsinde vukû bulmayan kimse, bu inceliği anlayamaz.
Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba’zıları da ilâhî fiili ancak nefsinde görür, başkalarında görmez. Bu müşâhede, bundan önceki müşâhedelerden daha yüksektir.
Fiiller tecellisine mazhar olanlardan ba’zıları da tâaatta ilâhî fiili müşâhede edip, isyanda kudretin cereyanını müşâhede etmez. O kimse tâatındaki fiiller tecellîsinin bakışı açısından Allah ile berâberdir. Hak Teâlâ isyanlardaki fiilini o kimseye rahmet için perde altına almıştır. Bu tecellî o kimsenin isyâna düşmemesine sebeb olur; fakat bu hâl o kimsenin zayıflığına delîldir. Çünkü müşâhedesi kuvvetli olsa, ilâhî fiili tâatta gördüğü gibi, isyanda da müşâhede ederek, şerîatın zâhirini korumaya çalışırdı.
Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba’zıları da ilâhî fiili yalnız isyanda görür. Bu Hak’dan bir tür belâya uğratmadır ki, tâatta göremez. Bu vasıf ile vasıflanmış olan kimse, şu iki kişinin birisidir;
1.) Ya o kişinin, itâatkâr olmasını Cenâb-ı Hak sevdiği için ve tâaati başka hâle takdîm etmesini istediği için, tâatte ondan perdelenmiştir. Bu isyanlarda fiilini onun için göstermiştir. Bundaki hikmet: Cenâb-ı Hakk’ın tâatte o kimseden perdelenip, isyanda zâhir olması, Hakk’ı müşâhedede ilâhî kemâle mazhar olmasını te’mîn içindir. Bunun alâmeti o kimsenin isyân üzerinde devâm etmeyip, tâata dönüş yapmasıdır.
2.) Yâhut bu isyân tecellîsine mazhar olan kimse öyle bir kişidir ki, isyâna kudrette kendisinde kuvvet oluşmuş ve bu şekilde istidrâca ma’rûz kalmıştır. Hak ondan perdelidir. O kimse isyânda devâmlı kalır ve isyâna devâm eder. Böyle bir hâlden Cenâb-ı Hakk’a sığınırız.
“Sevdiğim Necid’e giderse, ben oraya giderim;
Eğer “Gavr” denilen yere sefer ederse, ben de oraya giderim.”
Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba’zıları da, ilâhî fiili müşahedede isyân etme üzerine cereyân ettiği için muzdaribdir; Ağlar, yalvarıp yakarır, mahzûn olur, istiğfâr eder; üstündeki kudretin cereyânının kendisinde isyân çıkışına sebeb olmasından muhâfaza edilmesini ister. Bu durum, o kimsenin sadâkatine ve müşâhedesinin sâfiyetine ve uğradığı nefsî şehvetlerden berâatine delîldir.
Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba’zıları da, isyân tecellîsinde ne yalvarıp yakarır, ne de mahzûn olur, ne de muhâfaza edilmesini ister; belki üstündeki kudret cereyânı altında sâkindir. Ne tarafa döndürülürse, o tarafa doğru hareket eder; kendinde asla ızdırâb yoktur. Bu durum ve bu müşâhede o kimsenin keşfindeki kuvvete delîldir ve bu mertebe, nefsî vesveselerden sâlim ise, bundan önceki mertebeden a’lâdır.
Fiiller tecellîsine mazhar olanlardan ba’zılarının da Cenâb-ı Hak isyânını tâata çevirir, isyanlarda ve tâatlarda olan kudret cereyânını müşâhede eder ve Hak ona, kendi üstündeki isyânın cereyânını gösterir. Ve Hak kendi indinde o isyânı tâat olarak yazar. Bundan dolayı Allah indinde, o kimseden çıkan hallere “isyân” ismi verilmez.
Bunlardan ba’zılarının da isyânın kendisi, tâat olur. Allah’ın irâdesine uy-gun olduğu için, onun hakkındaki irâdenin tersine bir şey ile emrolunursa da, yine o kimsenin hâli böyledir. Bundan dolayı bu türden olanlar, bu müşahedede emir ve emre muhalefet noktasından âsî, Hakk’ın irâdesi ve ha-reketinin o irâdeye uygunluğu yönünden itâatkârdır. Bu türden olanlar, fiilden önce Hakk’ın irâdesini müşâhede etmiştir. Ondan çıkan isyân, Hakk’ın irâdesine uygundur. Bununla berâber o kimse kendisi üzerinde cereyân etmekte olan kudreti ve Hakk’ın kendini çevirmesini görmektedir.
Bunlardan bir kısmı da, belâya ma’rûz kalmıştır. Ya’ni hakîkat ve şerîat yönünden zemmedilmiş olan şey ile Hak onun için tecellî eder. Kendisi rezillik içinde olduğu halde Hakk’ın kendisini çevirmesini müşâhede eder. Kendinin rezilliğe uğradığını bilerek günâhı işler. Çünkü onun o hâldeki hareketi, fiilinde Hakk’ın zuhûrunu müşâhedesinin gereğine tâbi’dir.
Şiirin Tercümesi:
“Bir hanım bana “Zeyneb seni sohbetten ve vuslattan men’ ettiği için şikâyet etme! Zeyneb’in bu ayrılığına, bu belâya uğratmasına sabırlı ol,” tarzında nasîhatta bulunmaktadır.
O hanıma cevâp olarak dedim ki:
“Beni kendi hâlime bırak! Zeyneb beni rezillik yolundan başka yola; rezillik sığınağından, başka sığınağa da’vet etmedi. Bununla berâber Zeyneb’den benim nasîbimin çirkinliği muhakkak değildir; Benim bu şikâyetim, işlediğim işin muhakkak olan çirkinliğindendir.”
Mülâkât:
Gayb ehlinden büyük bir er, müşâhedesi yukarıda belirtiği gibi rezillik şeklinde olan bir fakîr ile bir araya geldi. O zât:
“Ey fakîr! Cenâb-ı Hak ile edebe sımsıkı bağlanarak, zâhiri muhâfaza etmeye çalışsan ve Hak’dan selâmet talep etsen, Hak ile muâmelede sana daha münâsib değil midir? dedi. Fakîr dedi ki:
“Efendim, rezillik hil’atını giyip de, yâhut isyân kemerini bağlayıp da, Hakk’ın irâdesine uygun hareket etmek mi edebe daha uygundur? Yoksa tâat elbisesini giyip de, O’nun irâdesine muhâlefeti talep etmek mi uygundur? Oysa bilirsin ki, O’nun irâdesinden başka bir şey olamaz.”
Fakîr bu sözü söyledi, “beni bırak” dedi ve gitti.
Şurası da bilinsin ki, fiiller tecellîsine mazhar olanların makâmı ne kadar büyük, merâmı ne kadar celîl olsa da, yine bunlar işin hakîkatinden perdelidirler. Bunların Hak’dan yitirdikleri şey, nâil olduklarından daha büyüktür. Çünkü Hakk’ın fiillerindeki tecellîsi, isimlerindeki ve sıfatlarındaki tecellîlerine perdedir. Fiil tecellîlerinden bu kadarını anlatmak yeterlidir; çünkü o tecellîler pek çoktur. Bizim bu kitâptaki maksadımız sözü kısa kesme ve uzun uzadıya anlatım arasında orta yola riâyettir.
Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.