12.Bölüm-Fiiller Tecellîsi Hakkındadır

Fiiller Tecellîsi Hakkındadır

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin fiillerinde tecellîsi o şehâdet yerinden ibârettir ki, kul, o şehâdet yerinde eşyâda kudretin cereyânını görür ve Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerini her şeyin hareket ettiricisi ve sâkin kılıcısı olarak bilir ve bu şekilde şehâdet eder. Bu müşâhedede, kuldan fiili kaldırarak Hakk’a isbât zarûrîdir. Kul bu şehâdet yerinde kuvvetten, kudretten, irâdeden soyunmuştur.

İnsanlar bu şehâdet yerinde çeşitli tavırlara tâbi’dir:

Bu görüşe nâil olan kimse, bu hâli başkasında görürse, hakîkat ehli indinde o hâli kabûl edilir. Ammâ kendinde görürse, sünnetin zâhirine uygun olmadıkça onu kabûl etmeyiz.

Ya’nî ilâhî fiil tecellîsinde bir kimseye Cenâb-ı Hak önce irâdesini gösterip, sonra o kimse Hakk’ın o fiilde tasarrufunu, fiilinin çıkışından önce, fiilin çıkışı esnâsında, fiilin çıkışından sonra görürse, onun bu müşâhedesini kabûl ederiz. Yalnız yine o kimseyi şerîatın zâhiri ile isteriz. Bu kimse ancak sâdık ise, Allah ile kendisi arasında ihlâsa nâil olmuştur.

İlâhî emir ve yasaklara aykırı olan yerlerde şerîatın zâhir hükümlerinin tatbîk edilmesi gereğinden dolayı bir kimseden şer’î sınırlara uymayı gerektiren bir fiil çıktığında, sınırın aşılmaması gerektiğini ve bundan dolayı kudretle kuvvetli delîl göstermeye kimse için yetki olmadığını kabûl etmek mes’elesi, âşikâr bir mes’eledir.

Mes’ele böyle olduğu halde Hakk’ın tasarrufunu, fiilin çıkışından önce, çıkışı esnâsında, çıkışından sonra gören kimsenin müşâhedesini kabûl edip de, kudretin cereyânını, fiilin çıkışından sonra gören kimse hakkında kabûl etmemek husûsundaki fikrimizin îzâhına gelince:

Birinci şıkta ya’nî Hakk’ın tasarrufunu, fiilin çıkışından önce, çıkışı esnâsında, çıkışından sonra gören kimsede ilâhî hükmün gerekliliğine inanmak ve ilâhî hüküm gereğince o tecellîye mazhar olunmasında müşâhedenin îcâbına göre hareket ettiğini tasdîk etmek lâzım geldiğinden, Allah’ın hakkını edâ etmek ba-kımından o kimsedeki tecellînin îcâbına göre cereyân meydana gelmektedir. Ya’ni müşâhedesinin kabûl edildiğini söylemek gerekir.

Yalnız onun hareketinde Allah’ın Kur’ân’da emrettiği hakkı edâ mes’elesi geriye kalmış olur. Ve şer’î sınırları gerektiren yerde, Kitâb-ı Kerîm’in îcâb ettirdiği şekilde sınırların uygu-lanmasını söylemek lâzımdır. Bizim bu birinci şıktaki mes’elede müşâhedesini kabûl edişimiz, o kimsenin kendisiyle Allah arasındaki müşâhedeyi ifâde etmek içindir.

Fiilin çıkışından sonra kudretin cereyânını müşâhede eden kimse hakkında, kendine âit olursa kabûl etmememiz, başkasına âit olursa kabûl etmemiz ve kendisine âit olduğu zaman, Kitâb ve Sünnet’e uygun olmadıkça kabûl etmemiz husûsu, bu müşâhedeyi o kimsenin Hak’dan bilmeyip, kendine döndürmesi korkusuna dayanmaktadır.

Çünkü zındık da günâhı işledikten sonra fiilin çıkışı hakkında “Allah’ın irâdesiyle, kudretiyle, fiiliyle bu günah gerçekleşti, bunda benim katkım yoktur,” der. İşte bu ikinci şıktaki müşâhedesini Kitâb ve Sünnet’e uygun olmadıkça kabûl etmemek, o kimsenin hâlinin zındığın hâline benzememesi içindir. Bu da, bir makâmdır.

1.) Ya o kişinin, itâatkâr olmasını Cenâb-ı Hak sevdiği için ve tâaati başka hâle takdîm etmesini istediği için, tâatte ondan perdelenmiştir. Bu isyanlarda fiilini onun için göstermiştir. Bundaki hikmet: Cenâb-ı Hakk’ın tâatte o kimseden perdelenip, isyanda zâhir olması, Hakk’ı müşâhedede ilâhî kemâle mazhar olmasını te’mîn içindir. Bunun alâmeti o kimsenin isyân üzerinde devâm etmeyip, tâata dönüş yapmasıdır.

2.) Yâhut bu isyân tecellîsine mazhar olan kimse öyle bir kişidir ki, isyâna kudrette kendisinde kuvvet oluşmuş ve bu şekilde istidrâca ma’rûz kalmıştır. Hak ondan perdelidir. O kimse isyânda devâmlı kalır ve isyâna devâm eder. Böyle bir hâlden Cenâb-ı Hakk’a sığınırız.

“Sevdiğim Necid’e giderse, ben oraya giderim;

Eğer “Gavr” denilen yere sefer ederse, ben de oraya giderim.”

Şiirin Tercümesi:

“Bir hanım bana “Zeyneb seni sohbetten ve vuslattan men’ ettiği için şikâyet etme! Zeyneb’in bu ayrılığına, bu belâya uğratmasına sabırlı ol,” tarzında nasîhatta bulunmaktadır.

O hanıma cevâp olarak dedim ki:

“Beni kendi hâlime bırak! Zeyneb beni rezillik yolundan başka yola; rezillik sığınağından, başka sığınağa da’vet etmedi. Bununla berâber Zeyneb’den benim nasîbimin çirkinliği muhakkak değildir; Benim bu şikâyetim, işlediğim işin muhakkak olan çirkinliğindendir.”

Mülâkât:

Gayb ehlinden büyük bir er, müşâhedesi yukarıda belirtiği gibi rezillik şeklinde olan bir fakîr ile bir araya geldi. O zât:

“Ey fakîr! Cenâb-ı Hak ile edebe sımsıkı bağlanarak, zâhiri muhâfaza etmeye çalışsan ve Hak’dan selâmet talep etsen, Hak ile muâmelede sana daha münâsib değil midir? dedi. Fakîr dedi ki:

“Efendim, rezillik hil’atını giyip de, yâhut isyân kemerini bağlayıp da, Hakk’ın irâdesine uygun hareket etmek mi edebe daha uygundur? Yoksa tâat elbisesini giyip de, O’nun irâdesine muhâlefeti talep etmek mi uygundur? Oysa bilirsin ki, O’nun irâdesinden başka bir şey olamaz.”

Fakîr bu sözü söyledi, “beni bırak” dedi ve gitti.

Şurası da bilinsin ki, fiiller tecellîsine mazhar olanların makâmı ne kadar büyük, merâmı ne kadar celîl olsa da, yine bunlar işin hakîkatinden perdelidirler. Bunların Hak’dan yitirdikleri şey, nâil olduklarından daha büyüktür. Çünkü Hakk’ın fiillerindeki tecellîsi, isimlerindeki ve sıfatlarındaki tecellîlerine perdedir. Fiil tecellîlerinden bu kadarını anlatmak yeterlidir; çünkü o tecellîler pek çoktur. Bizim bu kitâptaki maksadımız sözü kısa kesme ve uzun uzadıya anlatım arasında orta yola riâyettir.

Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.