14.Bölüm-Sıfatlar Tecellîsi Hakkındadır

Sıfatlar Tecellîsi Hakkındadır

Cenâb-ı Hakk’ın zâtı, bir kul üzerine, sıfatlarından bir sıfatla tecellî edince, o kul o sıfatın feleğinde yüzmeye başlar. Bu şekilde o, icmâl yolu üzere o sıfat feleğinde gâyesine ulaşır.

“Bu ulaşma, icmâl şeklindedir”, dedik.

Çünkü tafsîl yoluyla ulaşmak mümkün değildir.

Çünkü “sıfâtiyyûnun ya’nî sıfat tecellîsine nâil olanların” tafsilâta nâil olması, icmâl bakışı noktasındandır. Kul, o sıfatın feleğinde yüzerek ve icmâl hükmü ile mertebe kemâle erince, o sıfatın arşı üzerinde yayılır ve o sıfatla vasıflanır. Bu mertebeye nâil olunca, başka bir sıfatı kabûle de mazhar olma durumu oluşur. İşte bu şekilde sıfatların hepsini kemâle erdirmeye nâil olmuş olur.

Ey kardeşim! Bu îzâhım seni zorluklara düşürmesin; çünkü Cenâb-ı Hakk’ın irâdesi, bir kulun üzerine bir isimle veyâhut bir sıfatla tecellîye bağlanırsa, o kulu nefsinden yok, vücûdundan soyunmuş kılmak sûretiyle fânî eder. Kulluk nûru, halk edilmişlik rûhu fânî olunca, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, o kulluksal görüntüde dâhil olma olmaksızın zâtında bir latîflik yerleştirir.

O latîflik o kuldan ne ayrıdır, ne de o kula bitişiktir. Bu ilâhî latîflik o kuldan kaldırılan şeye karşılık bir bedeldir. Çünkü Hakk’ın kulları üzerine tecellîsi, lütuf ve cömertlik bâb’ındandır. Kullarını fânî edip de, lütfuyla ona karşı bir bedel ihsân etmezse, bu bir tür azâb olur. Cenâb-ı Hak ise azâbtan münezzeh, ni’metle vasıflanmıştır.

O “kaldırılana karşılık verilen bedel” dediğimiz ilâhî latîfliğe “Rûhu’l Kudüs” ismi verilir. Cenâb-ı Hak, kulu fânîleştirmesine karşılık bedel olarak zâtından böyle bir ilâhî latîfliği yerleştirince, tecellîsi o ilâhî latîflik üzerinedir.

Şu halde tecellîsi kendisinden başkasına değildir. Bizim o ilâhî latîfliğe “Kul” ismini vermemiz, “kul”un bedel olması i’tibârı iledir; yoksa arada ne kul, ne de rab vardır. Çünkü “rabbi olanın” ortadan kalkmasıyla, “Rab” ismi de kalkar. O tecellîde Vâhid, Ahad ve Kahhâr olan Allah’dan başka bir şey yoktur.

Bu mevzûda ben aşağıdaki şiiri söyledim:

Şiirin Tercümesi:

“Halk için vücûd ismi, mecâz yoluyladır. Hakîkatte “Vâhid-i Ahad” olan Hak’dan başka bir şey yoktur.

Hakk’ın nûrları ortaya çıkınca bahsedilen ismi (halk ismini) kaldırmak lâzımdır. Bundan dolayı o halk ne vardır, ne de yoktur.

Hak halkı fânî etti. Onlar Hakk’ın aynında yoklardır. Fenâda bekâları dâimdir; bunu inkâra da hakları yoktur.

Halk yok hükmünde olunca vücûd, Hakk’ın oldu. Onlar yok hükmünde olmazdan evvel de hüküm böyle idi. Bu takdirde kul, ebediyyen yok; Hak ise, zevâl bulmaksızın mevcûddur.

Şu kadar ki, Hak, cemâlini açınca halkı Hakk’ın nûruna kisve yaptığı için, birliktelik hâsıl oldu. Halkı fânî etti; fânîden kendisi ona karşılık bedel oldu. Ve onların fânîliğinde bekâ ile kâim oldu.

Hakîkatte ise, onların kıyâmı hiç yok idi. Birlik denizinde halkın hükmü dalgalar gibidir. Dalgalar, çokluklarıyla berâber denizle bir olmuştur. Deniz hareket ederse, hepsi dalga olur; Sâkin olursa ne dalga vardır ne de sayısı.”

Şurası da bilinmelidir ki: Sıfat tecellîleri, kulun zâtının, Rab sıfatlarıyla vasıflanmayı kabûlünden ibârettir. Bu kabûl aslî ve hükmî ve kat’îdir, kendisinde sıfat olanın o sıfatıyla vasıflanması gibidir. Çünkü yukarıda geçtiği şekilde, ilâhî latîflik, kulluksal görüntüde kuldan kaldırılana karşılık bedel olarak kul makāmına kâim olmuştur. O ilâhî latîfliğin, ilâhî vasıflarla vasıflanması aslî, hükmî ve kat’î olduğu için, Hakk’ın ancak kendisi için kendisi ile vasıflanmış olduğu ve kul için arada hiçbir şey olmadığı tahakkuk eder.

Sıfatlara âit tecellîlerde insanlar kābiliyyetlerine ve ilmî yönlerinin çokluğuna ve irfânî kuvvelerinin gereklerine göre çeşitlidir.

Bunlardan ba’zısına Hak, hayâtî sıfatı ile tecellî eder.

Bu tecellîde kul bütün âlemin hayâtından ibâret olur. Mevcûdların hepsinde hayâtın sirâyet edişini görür. Bu görüşü, mevcûdların cisimlerini ve rûhlarını kapsar. Ve o tecellîde kul, mevcûdların sûretlerinin ma’nâların aynı olduğunu ve aynı zamanda o sûretlerin ma’nâlar ile kâim ve kendi hayâtından ibâret bulunduğunu müşâhede eder. Bundan dolayı sözlerle, ameller gibi ma’nâdan ibâret olsun, yâhut rûhlar gibi latîf sûretten ibâret olsun, yâhut cisimler gibi kesîf sûretten ibâret olsun, bahsedilen kul bunların hepsinin hayâtından ibâret olmuş olur.

Bu tecellîye mazhar olan, bahsedilen mevcûdların kendisinden yardım isteme husûsunu da müşâhede eder ve bunu vâsıtasız kendisinden bilir. Bu, kendisi için ilâhî, keşfî, gaybî, aynî zevk ya’nî yaşantıyı tadıştır.

Ben bu tecellîde bir müddet durdum. Mevcûdların hayâtını kendimde müşâhede ederdim ve mevcûdlardan her şeyin gereğine göre, hayâtımdan kendisine bağlanan miktâra bakardım. Ben o tecellîde iken tek bir hayât, bölünmez bi’zzât idim. Nihâyet beni, ilâhî yardım eli bu tecellîden başka tecellîye nakletti; başka şekilde olma imkânı da yoktur.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba’zısına da Hak, ilmî sıfatı ile tecellî eder. Bu tecellî şu şekildedir:

Hak o kimseye, bütün mevcûdlara sirâyet etmiş olan hayâtî sıfatı ile tecellî edince, o tecellîye mazhar olan kimse hayâtın ahadî ya’nî tekliksel kuvvesiyle, bütün imkân dâhilinde olanların gereklerini zevk etmiş ya’nî bizzât yaşantılarını tadmış olur. İşte bu zevkten sonra, ilâhî zât onun üzerine ilmî sıfat ile tecellî eder ve o kimse, âlemlerin hepsini başlangıcından döneceği yere kadar bütün fer’leriyle bilmiş olur.

Ve bu ilmin kapsamının gereği olarak her şeyin nasıl var olduğunu;

Ve hâli hâzırdaki varlığını;

Ve var olanın eşkâlini ve olmayanın nasıl ve neden var olmadığını;

Var olsa ne esasla var olurdu?

Bunların hepsini, aslî ve hükmî ve keşfî ve zevkî ilim ile bilir ve bu ilmi zâtından ma’lûmâta sirâyet ettiği için, ilminin icmâlini, tafsîlini, bütününü, parçasını ve icmâldeki tafsîlâtını da bilmiş olur; fakat bu ilim gaybın gaybındadır.

Ancak ledünnî ve zâtî olan ya’nî zât tecellîsine mazhar olan, gaybın gaybından şehâdetin şehâdetine tafsîl ile iner ve gaybdaki icmâlin tafsîlini müşâhede eder ve küllî icmâli gaybın gaybında bilir.

Sıfâtî olan ya’ni sıfatlar tecellîsine mazhar olan böyle değildir. Onun ilmî olan vâkıf oluşu, gaybın gaybında gerçekleşir.

Bu bir sözdür ki bunu “gurebâ ya’nî garîbler”den başkası anlayamaz ve edep sâhibi emînlerden başkası zevk edemez ya’nî hakîkatini yaşayıp tadamaz.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba’zısı da Hakk’ın basarî sıfat tecellîsine mazhar olur.

Hak bir kimse üzerine keşifsel ihâtalı ilme âit basarî sıfatıyla tecellî edince, “Basar ya’nî görme” sıfatıyla da onun üzerine tecellî eder. Bu tecellîye mazhar olanın görmesi, o kimsenin ilim mevzi’dir.

Hakk’a dönük ve halka dönük hiçbir ilim yoktur ki, o kulun görmesi, onun üzerine olmasın. O kimse mevcûdları gaybın gaybında olduğu gibi görür. Bu çok acâib bir mes’eledir ki, o kimse şehâdet âleminde mevcûdları bilmez. Bu a’lâ şehâdet yerine, bu görülen yere ve tecellî yerine bak! Ne kadar acâib ve ne kadar tatlıdır. Bunun sebebi şudur:

Sıfâtiyyûndan olan ya’nî sıfatlar tecellisine mazhar olan kimsenin Hakk elinde olandan, halk elinde bir şey yoktur; arada ikilik de yoktur. Ya’nî o kimsenin gaybında olan şey, şehâdetinde zâhir olmaz; ba’zı şeylerde olursa da pek nâdirdir. O nâdir olan şeyi Hak, ona ikrâm olarak zuhûra çıkartır; Fakat zâtiyyûndan olan ya’nî zât tecellîsine mazhar olan böyle değildir. Onun şehâdeti gaybı, gaybı şehâdetidir. Bu mes’ele güzel anlaşılsın!

Sıfatlar tecellisine mazhar olanlardan ba’zısına da Hak “Semi’ ya’nî İşitme” sıfatıyla tecellî eder.

O kimse mâdenlerin, bitkilerin, hayvânların konuşmasını ve meleklerin sözünü ve farklı farklı lugâtları işitir. Onun yanında uzak, yakın gibidir. Bunun sebebi şudur ki, Hak o kimseye işitme sıfatıyla tecellî edince, o sıfatın ahadî ya’nî tekliksel olan kuvvesiyle farklı farklı lugâtların, mâdenlerin, bitkilerin seslerini işitir. İşte bu tecellîde ben rahmâniyyet ilmini “Rahmân”dan işittim; Kur’ân’ı okumayı öğrendim. Ben ratl(bir ölçü birimi) idim; o mîzân (ölçü) idi. Bu sırrı Kur’ân ehli olanlardan ki onlar ehlullâhın seçkinleridir başkası anlayamaz.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba’zısına da Hak, “Kelâm” sıfatıyla tecellî eder.

Mevcûdlar bu tecellîye mazhar olanın kelâmından olur. Şöyle ki: Cenâbı Hak, kulu üzerine hayâtî sıfatı ile tecellî edip, kendinin hayâta âit sırlarını da o kula ilmî sıfatıyla bildirdikten ve kendisine ilâhî görüş kuvvetini verdikten ve kendisine ilâhî işitme kudretini ihsân ettikten sonra o kul, hayâtın ahadî ya’nî tekliksel olan kuvvesiyle kelâm ettiği için, mevcûdlar onun kelâmından olmuştur.

Bu tecellîde kelâmının, ezelde nasıl ise ebedde de öyle olduğunu müşâhede ederek, kelimelerine tükenme olmadığını ya’nî kelimelerinin sonunun olmadığını müşâhede eder. İş bu tecellîde Cenâbı Hak, isimler perdesi olmaksızın olan ilk tecellî ile kullarına söyler.

Kelâm tecellîsine mazhar olanlardan ba’zısına da, nefsinden zâtî hakîkati kendisine hitâb eder. Böyle olanlar işittiği hitâbı, lisân olmaksızın yönsüz işitirler. Ve bu şekilde olanların hitâbı işitmesi kulağıyla değil, bütün varlığıyladır. O kimseye:

Ente habîbî (habîbimsin),

Ente mahbûbî (mahbûbumsun),

Ente’lmurâd (murâdımsın),

Ente vechî fi’libâd (kullarımda vechimsin),

Ente’lmaksadu’lesnâ (en yüce maksadsın),

Ente’lmatlûbu’la’lâ (a’lâ talep edilensin),

Ente sırrî fi’lesrâr (sırlardaki sırrımsın),

Ente nûrî fi’lenvâr (nûrlardaki nûrumsun),

Ente aynî, (ayn’ımsın)

Ente zeynî, (ziynetimsin)

Ente cemâlî, (cemâlimsin)

Ente kemâli, (kemâlimsin)

Ente ismî, (ismimsin)

Ente zâtî, (zâtımsın)

Ente na’tî, (niteliklerimsin)

Ente sıfâtî; (sıfatlarımsın)

Ene ismüke, (isminim)

Ene resmüke, (resminim)

Ene alâmetüke, (alâmetinim)

Ene vesmüke, (misâlinim)

Habîbî ente hulâsatü’lekvân, (Habîbim, sensin varlıkların hülâsası)

ve’lmaksûdü mine’l vücûd, (ve vücûddan maksâd)

ve’l hadsân” (ve sonradan olandan)

diye hitâblar gerçekleşir. Daha fazla iltifât olarak:

“Beni müşâhedeye yaklaş; ben sana vücûdumla yaklaştım, benden uzak olma! “Ve nahnu akrebu ileyhi min hablil verîdi” ya’nî “Ben insana şah damarından daha yakınım” (Kâ’f, 50/16) diyen benim.”

“Kul ismiyle kayıtlanma; Rab olmasa, kul olmazdı. Ben seni açığa çıkarttığım gibi, sen beni açığa çıkarttın. Senin kulluğun olmasa, benim için rubûbiyyet ya’nî rabblık olmazdı. Ben seni îcâd ettiğim gibi, sen de beni îcâd ettin. Senin vücûdun olmasa, benim vücûdum mevcûd olmazdı.”

“Ey habîbim yaklaş, yaklaş! Ey habîbim yüksel, yüksel! Ey habîbim, ben seni vasfım için irâde ettim, nefsim için seçtim. Nefsini başkası için irâde etme; benden başkasını kendin için murâd edinme! Habîbim, beni kokladığın şeyde kokla. Yemeklerde beni ye! Beni vehmîde hayâl et, bilinende aklet. Habîbim, beni hissedilebilirde müşâhede et! Habîbim, dokunulanda bana dokun, giyilende beni giy, benimle murâd sensin, benden kinâye sensin.”

Bu tür hitâblar ne tatlı ihsan, ne lezzetli iltifattır!

Kelâm tecellisine mazhar olanlardan ba’zılarına da, Hak halk lisânından kelâm eder. O kimse sözü belirli bir yönden işitir; fakat belirli bir yönden olmadığını bilir. Sesleniş halktan gelir; fakat onu Hak’dan işitir. Bu konuda şu iki beyti söyledim:

Tercümesi:

“Leylâ île o kadar meşgûlüm ki, başkasını düşünmeğe yoktur vaktim.

Hattâ mâdenleri görünce Leylâ’ya hitâb eder gibi hitâb ederim.

Bunu acâib bulma! Ben Leylâ’dan başkasına hitâb ederim.

Muhâtabım mâdenlerdir, acâib olan şudur ki, cevâb Leylâ’nın cevâbıdır.”

Kelâm tecellîsine mazhar olanlardan ba’zısını da Hak, cisimler âleminden, rûhlar âlemine yükseltir. Bunlarda da çeşitli mertebeler vardır. Ba’zılarına hitâb kalbinde olur. Ba’zıları da rûhuyla birinci kat semâya, ba’zıları da ikinciye, üçüncüye çıkar. Bu konuda her insan, ihsân edilen ilâhi kısmete göredir. Ba’zısı da sidrei müntehâya yükselerek, kendisine kelâm ve hitâb orada olur. Kelâm tecellisine mazhar olan kimselerden her birinin derecesi, hakîkatlere vâkıf oluluşunun miktârına göredir. Hakk’ın hitâb etmesine, derecesine göre nâil olur. Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri dâimâ eşyâyı yerli yerine koyar.

Kelâm tecellîsine nâil olanlardan ba’zısına da kelâmlaşma esnâsında nûrdan otağ kurulur. Ba’zısına da nûrdan minber dikilir. Ba’zıları da bâtında nûr görür; hitâbı o nûra âit yönden işitir. Bu nûrun görülmesi, kebîr, ekber, dönücü, uzayıp gidici olabilir. Bunlardan ba’zıları da rûhânî sûret görür, onunla hitâplaşır.

Özetle: Bu tür hitâblara, ilâhî hitâb denilmesi, kelâmın Hak’dan olduğunu Hakk’ın bildirmesiyle olabilir ve Hak’dan olduğu zaman delîle de ihtiyâç kalmaz. Belki bir anda olma yolu üzere olur. Çünkü Allâh’ın kelâmının kendine mahsûs özelliği gizli olmadığından, işittiği sözün Allâh’ın kelâmı olduğunu bilmesi lâzımdır. Allâh’ın kelâmı olduğu şununla sâbit olur ki, orada delîle, beyâna ihtiyâç yoktur; belki kul, sâdece hitâbı işitmekle, hitâbın Allâh’ın kelâmı olduğunu bilir. Sidre-i müntehâya yükselenlerden ba’zılarına da, aşağıdaki gibi hitâblar olmuştur:

“Habîbim, senin benliğin benim hüviyyetimdir. “Ente-Sen” “Hu-O”nun aynıdır. “Hu-O” dediğimizde, “Ene-ben”den başka bir şey değildir. Habîbim, senin basîtin benim terkîbim; senin çokluğun, benim birliğim; belki senin terkîbin, benim basîtliğim; senin cehâletin, benim dirâyetimdir. Seninle murâd benim. Ben senin içinim; kendim için değil! Benimle murâd sensin. Sen benim içinsin, kendin için değil! Habîbim, vücûd dâiresinin üstünde döndüğü nokta sensin! Şu halde o dâirede ibâdet eden de sensin, ibâdet edilen de sensin! Nûr sensin, zuhûr sensin, güzellik sensin, zînet sensin; sen insan için göz, göz için insan gibisin!”

Manzûmenin Tercümesi:

“Ey rûhun rûhunun rûhu! Ey en büyük âyet!

Ey yanmış ciğerlerin hüzün tesellîsi!

Ey emellerin nihâyeti! Ey maksatların gâyesi!

Sözün indimde ne kadar tatlı ve ne kadar acı.

Ey hakîkat ka’besi! Ey safâ kıblesi!

Ey gaybın arafâtı! Ey parlayan yüz!

Sana geldik; zât mülkümüzde seni halîfe yaptık.

Dünyâ ve âhiret senindir; dilediğince tasarruf et.

Sen olmasan, biz olmazdık; ben olmasam, sen olmazdın.

Sen oldun, biz de olduk. Hakîkat ise bilinmez.

Seninle izzeti ve ganî olmayı kastediyoruz.

Seninle fakrı kastediyoruz; oysa fakr da yoktur.”

Kelâm tecellîsine nâil olanlardan ba’zılarına da gaybdan seslenilir. Bu şekilde haberlere gerçekleşmesinden önce vâkıf olur. Bu bâzen ona dâir soru sorulduğunda ortaya çıkar. Bunlar daha çoktur. Ba’zısına da kendisi sormadan önce Hak’dan olur.

Kelâm tecellîsine nâil olanlardan ba’zıları da, kerâmet taleb eder; Cenâb-ı Hak da kerâmet ikrâm eder. O kimsenin bu kerâmeti, his âlemine döndüğünde Allah ile muhabbet makâmına delîl olur.

Kelâm tecellîsine nâil olanların hallerine âit bu kadar îzâh yeterlidir. Şimdi bahsin konusu olan sıfatlara âit tecellîlere geri dönüyoruz.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba’zılarına da Hak, irâde sıfatıyla tecellî eder; mahlûklar onun irâdesine göre olur. Bunun oluşma şekli şöyledir:

Allah Teâlâ hazretleri bir kimseye “kelâm etme” sıfatıyla tecellî edince, o kelâm etmenin ahad ya’nî tek oluşunun kuvvesiyle mahlûkların hallerine tamâmı ile vâkıf olur. Bundan dolayı eşyâ onun irâdesiyle hâsıl olmuş demektir.

Bu tecellîye ulaşanlardan bir çoğu, âniden geriye dönerek Hak’dan gördüğünü inkâr ederler. Buna sebeb şudur: Hak, o kimseye eşyânın onun irâdesiyle olduğunu ilâhî gayb âleminde aynî müşâhede ile müşâhede ettirince, kul kendi nefsinden bu hâli şehâdet âleminde de ister. Buna muvaffak olamayınca, gaybdaki aynî müşâhedeyi inkâr ederek, âniden geriye döner; kalbinin sırçası kırılır. Hakk’ı müşâhededen sonra inkâr etmiş ve bulduktan sonra yitirmiş olur. Gayb âlemindeki aynî müşâhedenin, şehâdet âleminde de gerçekleşmesine muvaffak olmak, “zâtiyyûnun ya’nî zât tecellîsine nâil olanların” özelliklerindendir.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba’zısına da, Cenâb-ı Hak, kudret sıfatıyla tecellî eder.

Gaybî âlemde kudretiyle var olan şeyler, aynî âlemdeki numûnesinde de hâsıl olur. Bu kudrette ilerleyince ve bu kudretle yükselince, kendisinin sakladığı, kendisine zâhir olur.

İşte bu tecellîde ben, salsala-i ceres işittim. İşitince öyle bir dehşet oluştu ki, terkîbim çözüldü, sûretim eridi, ismim mahvoldu ve yok oldu. Uğradığım şeyin şiddetinden, yüksek bir ağaca asılan bez parçasına döndüm. Şiddetli rüzgâr o bez parçasını durmaksızın sallıyordu. Şimşeklerden, gök gürültülerinden başka bir şey görmüyordum; bulutlar nûrlar yağdırıyor, denizler ateş olarak dalgalanıyordu; yer gök birbirine karıştı. Ben, kat kat olan zulmet dalgaları içinde kaybolmuş idim. Kudret benim için her biri diğerinden daha kuvvetli olan şeyleri çıkartarak, yüksekten daha yükseğe çıkmak için durakları yırtıyordu.

Hattâ yüce otağın celâlesine vurdu. Cemâlin devesi(halatı), hayâl iğnesinin deliğinden geçti. Yüksek manzarada sağ elin bükülmüş baş parmağı doğruldu. İşte o anda körlük giderek, eşyâ var oldu. Cûdî Dağı üzerine gemi oturunca: “fe kâle lehâ ve lil ardı’tiyâ tav’an ev kerhen, kâletâ eteynâ tâiîn” ya’nî “Ey yer, gök isteyerek veyâ istemeyerek geliniz,” diye seslenildi. Yer gök de “itâatkâr olarak geldik,” dediler.” (Fussilet, 41/11)

Manzûmenin Tercümesi:

“Zamanda istediğin gibi tasarruf et. Sen efendisin, biz sana köleleriz. Ve düşmanların boynuna kılıcını çek! Senin kılıcın savaşta çeliktendir. İstediğini bağışla, istediğini men’ et. Bu men’ etmen cimrilikten dolayı değil, belki istediğini ihsan etme husûsunda salâhiyetin olmasındandır.

İstediğini yakınlaştırmakla saîd kıl! İstediğini uzaklaştırmakla şakî kıl! Saîd kıldığın yakındır, şakî kıldığın uzaktır. İstediğine istediğin temennîyi mülk olarak ver. İstediğini hakîr kıl; hakîr kıldığın kimse için bir daha efendilik mümkün değildir.

Çözülmeyen istediğin düğümü çöz, istediğini düğümle! O düğümlü olarak kalır. Hükümde azâptan korkma, hepsi senin kılıcının altındadır. Depreşemez mülk, melekût senindir. Ceberût ve mele-i a’lâ senindir. Arş-ı mecîd senin izzet mekânındır. Kürsü üzerinde istediğini zâhir edersin, istediğini iade edersin.”

Himmet ashabının tasarrufları bu tecellîdendir. Hayâl âlemi ve hayâl âleminde sûret bulan gariplikler ve acâib haller yine bu tecellîdendir. Âlî sihir de bu tecellîdendir. Cennet ehlinin cennette istedikleri şeylerin, kendi arzû ettikleri şekilde meydana gelmesi de bu tecellîdendir. İbnü’l Arabî’nin kitâbında anlattığı şekilde, Âdem’in çamurunun artığından olan arzı simsime’ye bağlı acâiblikler de bu tecellîdendir. Su üzerinde yürümek, havada uçmak, azı çok yapmak, çoğu az yapmak ve bunlara benzer birçok hârikalar yine bu tecellîdendir.

Kardeşim! bu îzâhım sizi zorluklara itmesin. Bunların hepsi bir nev’iden ibârettir. Ancak farklı yönlerinin oluşuyla ta’bîrleri muhteliftir. Bununla saîd olan saîd, şakî olan şakî olur, bunu anla!

Sana, bir nebze olsun ifâde ile ve yazdığım bilmece şiirlerle bir çok sırlara işâret ettim. Eğer o sırlara vâkıf olabilirsen, örtülü perdede olan kader sırrına vâkıf olmuş olursun. O zaman sen de, bir şey için “Kün-Ol!” dersin, netîcesi “yekûnolur”dur. Ya’nî “Ol!” dersin, “olur”. Zâten Allah Teâlâ hazretlerinin emri, “Kâf” ile “Nûn” arasındadır.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba’zılarında Cenâb-ı Hak, rahmâniyyet sıfatı ile tecellî eder. Bunun oluşumu şu şekildedir:

Cenâb-ı Hak bir kulu için rubûbiyyet ya’nî rabblık arşı dikince kul, rubûbiyyet arşı üzerine yayılıp, önüne iktidar kürsîsi konulur. O zaman onun rahmeti mevcûdlara sirâyet edicidir. O kimse “zâtı yönünden kudsî, sıfatları yönünden kayyûmî”dir. Kur’ân âyetlerinden okuduğu âyet şudur, “Allâh’ım, sen mülkün sâhibisin; dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın. Dilediğini azîz kılarsın, dilediğini zelîl kılarsın. Hayr senin kudret elindedir. Sen her şeye kadîrsin. Geceyi gündüze, gündüzü geceye sokarsın. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın. Dilediğine hesâpsız rızık verirsin” (Âli İmrân, 3/26,27).

Bunların hepsi o kimsenin gayb âlemindedir. Şek ve şüpheden uzaktır; cebinde olan şey’i kontrol etmek gibidir. Bu mertebe, “sıfât tecellîsine mazhar olanlar” ile “zât tecellîsine mazhar olanlar” arasındaki farktır.

Sıfatlar tecellîsine mazhar olanlardan ba’zısına da Cenâb-ı Hak ulûhiyyetle ya’nî ilahlık ile tecellî eder.

O kimse, zıtları toplamıştır. Beyâz ve siyâhı ihâta etmiştir. Altları ve üstleri, toprağı ve incileri ihtivâ eder. Kul, bu mertebede ismi ve vasfı aklederse de, haşr u neşri inkâr eder. O, işi serâb gibi görür.

“Yahsebuhuz zam’ânu mâen hattâ izâ câehu lem yecidhu şey’en ve vecedallâhe indehu fe veffâhu hisâbeh” ya’nî “Susuz kalmış olan kimse serâbı gördüğünde, onu su zanneder; yanına varınca hiç bir şey bulamaz; ancak orada Allah’ı bulur, hesâbını O, öder” (Nûr, 24/39).

Ve bu mertebeye nâil olan kitâbını sağıyla ve soluyla alır. Ve o mertebede söylediği söz: “bu’den lil kavmiz zâlimîn” ya’nî “Zâlimler kavmi uzak olsun”dur (Hûd, 11/44).

Şurası da bilinsin ki: Nûr, Kitâb-ı Mestûr’dur. O nûr ile Hak dilediğini dalâlete, dilediğini hidâyete ulaştırır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “yudillu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîrâ” ya’nî “Çoğunu dalâlette bırakır, çoğunu hidâyete ulaştırır” (Bakara, 2 /26) buyrulmuştur.

Yine bilinsin ki; bu ulûhiyyete, bu nûr tecellîsi olmaksızın yol açık değildir. O Allah’ın yoludur. O yol, o kimse için hidâyet, başkaları için dalâlettir. Her iki husûs ile hitâb gerçekleşip de, iki hükme de i’tibâr edilirse, iki isimle de isimlenilirse, parlayan yıldızlar söner. Oysa o yıldızlar, onun feleklerinde doğmakta ve batmaktadır.

Bu tecellînin özelliklerindendir ki, kul ona mazhar olunca, bütün dîn anlayışlarının ve mezheblerin görüşlerini tasvîb eder; ve onlardan her birisinin çıkış yerlerinin aslını bilir ve saîd olanın ne şekilde saîd olduğunu ve şakî olanın, nasıl şakî olduğunu ve nesiyle şakî olduğunu, değişik dîn anlayışlarının her birisinin içine dalâlet sebeplerinin nasıl girdiğini müşâhede eder.

Yine bu tecellînin özelliklerindendir ki, kul o tecellîde dîn anlayışlarının ve mezheblerin görüşlerinin hepsini hatâlı bulur; hattâ müslümanları, mü’minleri, muhsinleri, ârifi billâh olanları bile hatâlı bulur. Onun tasvîb ettiği, ancak kâmil olan tahkîk ehlinin görüşüdür.

Yine bu tecellînin özelliklerindendir ki, buna mazhar olan kul için ne nefy ya’nî kaldırma, ne de isbât mümkündür; ve ne sıfâtı söyler, ne de zâtı, ne isme, ne de resme meyleder.

Ben bu tecellîde müheymin melekler ile bir arada oldum. Onları, muhtelif müşâhedelerine göre makāmlarında hayrette kalmış olarak gördüm.

Nice hayranlığa ve hayrete düşen var, onu cemâl hayrette bırakmış;

Nice konuşmayan var, celâl onun ağzına gem vurmuş;

Nice konuşan var, kemâl onun lisânını çözmüş.

Nicelerini, hüviyyetinde kaybolmuş;

Nicelerini, benliğinde hâzır;

Nicelerini, vücûdu yokluğa uğramış;

Nicelerini, müşâhedede vücûd bulmuş;

Nicelerini, dehşetle hayrette;

Nicelerini, hayretle dehşette;

Nicelerini, fenâda erimiş;

Nicelerini bakâya yükselmiş;

Nicelerini, vücûdda helâk olmuş;

Nicelerini, müşâhedede gark olmuş;

Nicelerini, salt yoklukta secde edici;

Nicelerini, zorunlu vücûdun gerekliliğinde ibâdet edici;

Nicelerini, ahadiyyet ateşinde yanmakta;

Nicelerini, hamdiyyet denizlerine dalmış;

Nicelerini, ünsiyyeti kaybetmiş, kudsiyyeti kazanmış;

Nicelerini, ünsiyyeti kazanmış;

Nicelerini, kudsiyyeti kaybetmiş olarak gördüm.

Bunların halleri, bakana dehşet verici olduğu gibi, sözleri de hayrette kalanı hidâyete sürükleyicidir.

Bunların içinden müşâhedesi en kâmil, oluşumu ve makāmı en yüksek olana, hayrette kalıp güç kanâat eden kimsenin meyli gibi değil, belki bir şeyi öğrenmeyi isteme sûretiyle meyledenin meyli gibi, meylettim. Ona dedim ki: “Ey çok yakın kâmil rûh, ey edîb akdes rûh! Benim için mechûl olan müşâhededeki hâlinden bana haber ver! Resmedilmişliğini bana bildir, ismini apaçık söyle.”

Önce açıklamadan kaçınan kimsenin kaçınması gibi, benden yüz çevirdi ve sonra bundan vazgeçen habercinin reddetmeyip kabûl edişi gibi kabûl etti. Sonra dizleri üzerine oturdu, hayretinde düşkünlük gösterdi. Hâlinden sordum, îzâh etti.

Sonra dedi ki:

Benim ismimden sorma; resmedilmişlik kaydında mahsûr kalırsın;

Büsbütün de terk etme, hakkın bütünüyle mahvolur.

Safhâlara çok meyletme; zât’ıyla Rabb’in senden perdelenir.

Düşüncelerini büsbütün sâdece zât ile de sınırlama; toz olmuş gibi olmayı taleb etmiş olursun.

Bu konuda nefy(kaldırmak) küfrân, isbât hüsrândır.

Bunlar, iki denizdir. Hak olan, bunların birdîğerine karışmamasını te’mîn eden berzahtır.

Beni isbât edersen, beni kendinden başka bir vücûd olarak ikâme etmiş olursun.

Nefy edersen ya’nî kaldırırsan, ma’nânın hakîkatinden perdelenirsin. “Sen, benim”, diyecek olursan, benim fennim nerede, senin fennin nerede!

Yok, senden başkayım, diyecek olursan, benim hayrımdaki her ma’nâyı yitirmiş olursun.

Eğer hayrete düşersen, bir tür fakîr olursun, âcizim dersin ve izzet vasfını yitirirsin.

Kemâle ve nihâyete ulaşmayı iddiâ edersen, o zaman senin işin henüz nihâyette değil, işin başındadır.

Bunların hepsini terk edersen, gaflet uykusuna düşmüş olursun. O zaman heyhat, yüce maksâd nerede? O zaman seni yitiren, yitirdi.

Yok, sıfatlar arşı üstünde zâtında kâim olursan, senin kemâlin nerede, benim kemâlim nerede? Benim olan, senin olur mu?

Manzûmenin Tercümesi:

“Nedendir? diye hayretimde hayrete düştüm. Onu tefekkürde vehmim devamlı hayrettedir. Bilmiyorum, bu hayrette olma benim kalbimin câhilliğinden mi, yoksa ilminden midir? Cehâletindendir, dersem, yalandır. İlmindendir dersem, ondaki hayretim nedendir?”

Benim feleğim, felek-i a’lâdır. Mescîdim, Mescid-i Aksâ’dır. O mescîd, etrafını ziyaret eden hey’etler için mübârektir; ona ulaşacaklar için akan tatlı sudur. Kim benim denizimde yüzebilirse, onu gerdanıma gerdanlık yaparım. Kim benim küheylanıma binebilirse, ona memleketlerimi gezdiririm. Kim haddini aşarsa ve kendinde mevcûd olmayanı iddiâ ederse, perde ile devâmlı ona buğz ederim. “Lâ tefterû alallâhi keziben fe yushıteküm bi azâb” ya’nî “Allah’a yalan iftirâ etmeyin, sizi azâb ile kökünüzden söker” (Tâhâ, 20/61). Sırâtı müstakîm benim; eğri ve doğru, sonradan olan ve kadîm yine benim.

Bu şekilde vücûd hazretinde ve kelâm etme hazretinde karşılıklı konuşma kadehleri döndü durdu. Öyle bir hâle geldik ki, dalgalanan dalgalandı, bu dalgalanmayla ibrikten taşan suya karşılık bedel olarak ışık parladı. Ona rekbi masûn ya’nî muhafazâlı bineklerden ve “Anin nebeil azîm; Ellezî hüm fîhi muhtelifûn” ya’nî “hakkında ihtilâf olan büyük haberden” (Nebe’, 78/2,3) sordum.

“Söyleyeceğimiz sözü dinle: Söylediğin bu isimler, isimlerin en zirvesinde söylenen isimlerdendir,” dedi. Ve bana en anlaşılır dil ile ve en açık beyân ile, indinde mevcûd olan sırları saklamadan söylemeye başladı.

Dedim ki: “Bunun hakîkati nedir?”

Dedi ki: “Er rahmân; Allemel kur’ân” (Rahmân, 55/1,2) “Rahmân Kur’ân’ı tâlim etti.”

Dedim ki: “Ey kudretli zât! Bana benden haber ver!”

Dedi ki: “Halakal insân; Allemehül beyân; Eş şemsu vel kameru bi husbân; Ven necmu veş şeceru yescudân; Ves semâe refeahâ ve vedaal mîzân” (Rahmân, 55/37) “İnsanı halk etti, ona beyânı öğretti. Ay ile güneş hesâplar iledir. Yıldızlar ve ağaçlar secde ederler. Ve semâyı yükseltti ve mîzânı koydu.”

Dedim ki: “Ey yeni olan kadîm, bana benden haber ver! Beni benden bana döndür!”

Cevâben dedi ki: “İzeş şemsu kuvviret; Ve izen nucûmun kederet; Ve izelcibâlu suyyiret; Ve izel ışâru uttılet; Ve izel vuhûşu huşiret; Ve izel bihâru succiret; Ve izen nufûsu zuvvicet” (Tekvîr, 81/17) “Güneş dürüldüğü zaman, ve yıldızlar solduğu zaman, ve dağlar yürütüldüğü zaman, ve yüklü develer salındığı zaman, ve vahşiler haşrolunduğu zaman, ve denizler tutuşturulduğu zaman, ve nefsler çift olduğu zaman.”

O sırada alîm olan zât, hakîm bir dil ile dedi ki: “Ve izel mev’udetu suilet; Bi eyyi zenbin kutilet; Ve izes suhufu nuşiret; Ve izes semâu kuşitat; Ve izel cahîmu su’ıret; Ve izel cennetu uzlifet; Alimet nefsün mâ ahdaret” (Tekvîr, 81, 814) “Ve diri diri gömülen kız çocuğuna sorulduğu zaman; hangi günâh sebebiyle öldürüldüğü; ve sayfalar neşredildiği zaman; ve semâ sıyrılıp kaldırıldığı zaman; ve cehennem kızıştırıldığı zaman; ve cennet yaklaştırıldığı zaman; her nefs ne hazırladıysa bilecektir.”

Dedim ki: “Ey acâib hakîm! Bana “Batı Ankâ’sından haber ver! Beni, “Kâf” ile “Nûn” arasında gizli olan defîneye ulaştır.”

Dedi ki: “Kadîm’in benden sana haber verdiği, benden sana söz olarak yeter.”

Dedim ki: “Bu bana yetmez.”

Dedi ki: “Biraz daha mı arttırayım?”

Dedim ki: “Arttır!”

Dedi ki: “Dosdoğru haber ve reşîd görüşle, benden sana lâzım gelenden fazlası söylendi.”

Dedim ki: “Bunu anlamak bana uzaktır. Yâ Mevlânâ! Sen kimsin?”

Cevâben, “Kulların zâtıyım” dedi.

Sonra: “Ve hüm fîhâ lâ yesmeûn” (Enbiyâ, 21/100) “Onlar orada işitemezler” âyetini okudu. Ve “İnnemâ kavlunâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kün fe yekûn” (Nahl, 16/ 40) “Biz bir şeyi istediğimizde, o şeye “Ol!” deriz, olur” âyetini ilâve etti.

Şerh edilmiş bir sûrette aramızda makâmlardan ve hazret mertebelerinden bahis ile fikirleri evvelce söylenmemiş şekilde söylemeye başladı. Sohbet öyle bir dereceye geldi ki, saâdet rüzgârı esti ve o rüzgâr ile efendilik bayrağı dalgalandı. Onun kokusunun lezzetini kokladım, güzel kokular yaymasının lezzetleriyle bizzât zâtımda lezzetler oluştu. Bu lezzetler, beni benden aldı; beni benden bana çekti; ma’nevî kuvvetlerim çözüldü; aşkımın hiddeti eridi. Var olan şeylerle, eskiden gelen ve yeni ulaşan bütün bilgiler mahvoldu. Kabîlenin resimleri söndü. Ne ölü, ne diri geriye hiç bir şey kalmadı.

İşte o sırada ben, ebedî ölüm ile öldüm, ezelî bir dövülüp yumuşatma ile yok hükmünde oldum. Bu bir hâldi ki, bundan sonra ne uyandırma var, ne yeniden diriliş, ne de gâib olmak var, ne de hâzır olmak!

İşte bu şekilde, diri olan fânî olunca ve varlık yurdundaki helâk olunca kendisine:

“Li menil mülkül yevm” ya’nî “O gün mülk kimindir?” (Mü’min, 40/16) diye sordu.

“Lillâhil vâhidil kahhâr” ya’nî “Vâhid’il Kahhâr olan Allâh’ındır” (Mü’min, 40/16) diye cevâb verdi.