15.Bölüm-Zât Tecellîsi Hakkındadır

Zât Tecellîsi Hakkındadır

Şiirin Tercümesi:

“Zât için, ferahlığı aradan çıkarılırsa, sende çok büyük lezzetler vardır. Zâttan başka her toplanmış farktadır.

Zât, vasfedenin vasfından münezzeh olarak tecellî eder; o tecellîde ne i’tibâr, ne de izâfet vardır.

Zât, güneş gibi doğunca, yıldızların vasıfları kaybolur. Bu bir nefydir; ammâ hükümde onun için isbât vardır.

Zât, karanlıktan ibârettir. Ne sabahtır, ne de şafak. O menzile giden kafileler için yolda hayret sahrâları vardır.

Nice delîller, zâtı kastederek kâfileye delîl olmak istedi. Delîl hayrette kaldı. Kâfileyi gideceği yere götürecek şimâl rüzgârları da esmedi.

Zâtın yolları gizlidir; ne resmi vardır, ne alâmeti. Ona çalışmakla ulaşmak mümkün değildir. Ona azametler koruyucu perde olmuştur.

Zâtın yolu gizli, zahmetli, kadîm bir yoldur. Fakat ona ulaşmaya heveslenen vehim kâfileleri, duraksamışlar ve daha ileriye gidememişlerdir.

Zâta karşı âlimlerin ilimleri, cehâletin zifiri karanlığı gibidir.Bu yolda hidâyet ile dalâlet eğer vuslat olmamışsa eşittir.

Zâtın sırflığından dolayı akıl onunla karışmaya muzaffer olamamıştır. Fikir için de bu vâdîde ondan alabileceği bir koku yoktur.

Hidâyet ateşi, zât yollarında alâmet göstermemiştir. Takvâ nurlarının zâta ulaştıracak ışığı yoktur.

Zâtın öyle yolları vardır ki, o yollarda yürüyenlerin delîlleri bile hayrette kalmışlardır. Değil sâliklerin, delîllerinin bile hayât ve memâtından haber yoktur.

Zâtın vasıfları, zâtın izzet denizinde gark olmuştur. Onun özünü tam olarak bilmede, vasıflar dahi, ölülerden başka bir şey değildir.

Zâtın mâhiyetini isim ile, vasıf ile tam olarak bilmeye yol yoktur. İşte zâtın yüceliği bu manzûmede açıklandığı şekildedir.”

Şu bilinmelidir ki, zât, “mutlak vücûd”dan ibârettir; onda i’tibârların, izâfelerin, bağıntıların ve vecihlerin hepsi düşmüştür. Fakat bunların düşmesi, “mutlak vücûd”dan hâriçte olması şeklinde değil, belki bahsedilen i’tibârların hepsinin “mutlak vücûd”un cümlesinden olması şeklindedir. Ya’nî o i’tibârlar, “mutlak vücûd”da ne nefisleriyle, ne de bağıntılarıyla düşünülmeyip, belki “mutlak vücûd”un mâhiyetinin aynı olması şeklinde düşünülmelidir.

İşte o “mutlak vücûd”, öyle bir sâde zâttan ibârettir ki, onda ne ismin, ne niteliğin, ne bağıntının, ne de izâfetin, ne de bunlara benzeyen bir şeyin zuhûru yoktur. Şayet, bu bahsedilenlerden bir şey zâtta gözükürse, o zaman bağıntı, sırf zâta bağlanmayıp, belki görünme yerine bağlanır. Çünkü zâtın kendisindeki hükmü, küllîlere, cüz’îlere, bağıntılara, izâfelere kapsam olmaktan ibârettir. Fakat bu kapsam oluşu, bahsedilen i’tibârların devamlılığı hükmüyle değil, belki zâtın ahad ya’nî tek oluşunun saltanatı altında yok olması hükmüyledir.

Ne zaman zâtta vasıf, yâhut isim, yâhut nitelik i’tibârı olursa, o i’tibâra bakış, i’tibâr olunan şey içindir; yoksa zât için değildir. Bunun için biz, “zât, mutlak vücûddur” dedik; “kadîm vücûddur”, “zorunlu vücûddur” demedik.

Eğer öyle demiş olsaydık, bu ta’bîrler ile kayıtlamak gerekirdi. Yoksa ma’lûmdur ki, burada zâttan kasıt, kadîm olan zorunlu vücûdun zâtıdır. Bizim “el Vücûdu’l Mutlak” sözümüzdeki “el Mutlak” ta’bîrimizden dolayı mutlaklık vasfı ile kayıtlamak gerekmez. Çünkü “mutlak”ın anlamı, kendisinde vecihlerden bir vecih ile kayıtlanma olmayan şey demektir.

Bu çok hassas bir mes’eledir, bunu anla!

Şu da bilinmelidir ki: Sırf ve sâde olan zât, sırflığından ve sâdeliğinden tenezzül edince, zâtın sırflığına ve sâdeliğine katılan üç tecellîgâhı vardır.

İlk tecellîgâh, “ahadiyyet”tir. Ahadiyyette, i’tibârlardan, izâfelerden, isimlerden, sıfatlardan ve daha başkalarından hiç bir şey için zuhûr yoktur. Ahadiyyet, sırf zâttan ibârettir. Yalnız zâta, ahadiyyetin ya’nî ahadtek oluşunun bağıntısı vardır. Bu bağıntı sebebiyle zât, sırflıktan tenezzül etmiştir.

İkinci tecellîgâh, “hüviyyet”tir. Hüviyyette, bahsedilen i’tibârlar ve izâfeler gibi şeylerden hiç birinin zuhûru yoktur. Yalnız hüviyyette ahadiyyet’in zuhûru vardır. Bunun için hüviyyet, sırflığa katılmışsa da, bu katılışı ahadiyyet’in sâdeliğe katılmasına göre daha aşağıdadır. Çünkü hüviyyette, hüviyyet ile gâyba işâret edilmesi yoluyla gayblığı anlama vardır, bunu anla!

Üçüncü tecellîgâh, “enniyyet” ya’nî “benlik”tir. Benlikte de i’tibârlar ve izafeler gibi şeyler için zuhûr olmayıp, bunda her halükârda hüviyyetin zuhûru vardır. Benliğin sâdeliğe katılması, hüviyyetin sâdeliğe katılmasından daha aşağıdadır. Çünkü benlikte özel bir kasıt ve huzûr ve hâzır anlayışı vardır. Özel kasıt ile olan şey “Hakk’a değil” bize göre, gaybta olma rütbesinden ve akılla idrâk edilebilen bâtından daha yakındır. Bunu iyi düşün ve anla!

Cenâbı Hak Kur’ân’da “innehû enallâhu“ ya’nî “Mutlakâ O, Ben Allâh’ım” (Neml, 27/9) buyurdu.

Bu yüce sözde:

“İnne-Mutlakâ” ahadiyyet’e işârettir; çünkü “inne” kayıtlama olmaksızın salt isbâta işâret eder. Ahadiyyet de, salt mutlak zâttan ibâret olup, kendisinde hiç bir yönle kayıtlanma yoktur.

“İnnehû” daki “hüve-O” zamîrine gelince; bu da, ahadiyyet’e katılmış olan “Hüviyyet”e işârettir. Bunun için “inne” ile berâber, birleşik olarak zâhir oldu.

“Ene-Ben” kelimesi de, “ahadiyyet”e katılmış olan “hüviyyet”e katılan “enniyet ya’nî benliğe” işârettir. Bunun için söylemde mübtedâ ya’nî fâilin bulunduğu kısımdadır ve kendisine yüklem isnâd edilen oldu. Yüklem ise, “ene”ye isnâd edilmiş olan “Allah” kelimesidir. Burada “benlik”, vâhidiyyet hüviyyetinin menziline tenezzül etmiştir.

Bu üç tecellîgâhtan her birisi, sâde ve sırf zâttan ibârettir. Bu üç tecellîgâhtan sonra ancak “vâhidiyyet”ten ibâret olan tecellîgâh vardır. O tecellîgâhın mertebesi “Ulûhiyyet” ta’bîri ile ta’bîr edilmiştir ve o mertebeye hakedici olan “Allah” ismidir. Âyeti kerîme dahi, düzenleniş şekliyle anlattığımız îzâha işâret etmektedir.

Bu bahis dahi çok iyi düşünülsün.

Bu anlatılan îzâhları anladınsa, şunu da bilmekliğin lâzımdır ki; “Zâtiyyûn ya’nî zât tecellîsine nâîl olanlar”, kendilerinde zâtî ilâhî latîflik bulunan kimselerden ibârettir.

Daha önceki izâhlarda beyân olmuştu ki, Cenâbı Hak kulu üzerine tecellî edip de, o kulu nefsinden fânî kılınca, o kulda onun yerine ilâhî bir latîflik koyar. İşte o latîflik ba’zen “zâtî” ba’zen de “sıfâtî” olur.

Eğer o ilâhî latîflik, zâtî olursa:

Bu yüce mertebeye mazhar olan insânî görüntü, “kâmil bir ferd ve herşeyin kendisinde toplandığı gavs”tır;

Vücûd işi, onun üzerinde döner;

Rükû’ ve secde etmek ona olur.

Cenâbı Hak âlemi onunla muhâfaza eder.

“Mehdî” ve “Hâtem” diye ta’bîr edilen odur.

Âdem (a.s.) kıssasında kendisine işâret edilen “halîfe” de budur.

Mevcûdların hakîkatleri, onun emrine uymaya, demirin, mıknatısa çekilmesi gibi çekilmektedir.

Bu zât, kâinât üzerinde azametiyle gâlib ve kahredicidir.

Her istediğini kudretiyle işler;

Ondan hiçbir şey örtülü değildir. Bunun sebebi, o velîdeki ilâhî latîflik sâde zâttan ibâret olup, ne ilâhî Hakk’a dönük mertebeyle, ne de kulluksal halka dönük mertebeyle kayıtlı değildir;

Bundan dolayı ilâhî mevcûtların ve halka dönük mevcûtların mertebelerinden her mertebeye hakkını veren odur. Çünkü o mertebede hakîkatlere hakkını vermeye mâni’ olacak bir şey yoktur; Zâtta bunu tutan ve mâni’ olan, zâtı bir rütbe veyâhut bir isim veyâhut belirli bir sıfatla veyâ halka dönük bir sıfat ile kayıtlamaktan kaynaklanır. Oysa o zâttan bu tutuş ve mâni’ oluş, kalkmıştır. Çünkü o, sâde zâttan ibârettir.

Bütün eşyâ onun indinde bi’l kuvve ya’nî potansiyel olarak değil, bi’lfiil mevcûddur; çünkü mâni’ yoktur. Eşyânın zâtında ba’zen potansiyel, ba’zen bi’lfiil olunması ise, mâni’ler yüzünden olur. Mâni’lerin kalkması da, ya zât üzerine bir “geliş” veyâhut zâttan bir “çıkış” sebebiyledir. Bundan başka mâni’in kalkması ba’zen hâle, yâhut vakte, yâhut sıfata, yâhut bunlara benzeyen bir şeye denk gelir. Bahsedilen zât ise bunların hepsinden münezzeh olmuştur.

Netîce, o zât her şeye halkını ve hidâyetini verir; “a’tâ külle şey’in halkahu sümme hedâ” (Tâhâ, 20/50).

Ehlûllah, zât tecellîsi bahsi bir yana, ahadiyyet tecellîsini bile îzâh etmekten men’ etmiş olmasalardı, ben zât hakkında tecellîlerin garîplikleri ve acâibliği husûsunda lâzım gelen sözleri söylerdim. Hem o şekilde ki, tecellîler hakkındaki izâhlarımız, sâdece zâtî olarak ilâhî olur ve isimler ve sıfatlar ve diğerleri için o tecellîler arasına girmeye mecâl ve imkân olmazdı.

O hassas îzâhları gayb erlerinin anahtarları ile ilâhî gayb hazînelerinin mahzeninden şehâdet âleminin safhaları üzerine en latîf ibare ve en zarîf işâretle dökerdim. Ve bahsedilen bu anahtarlar ile kilitli olan akıl kilitlerini açarak, “kul” denilen deve (halat), vuslat iğnelerinin deliğinden geçer; sıfât perdeleriyle korunan ve nurlarla ve karanlıklarla örtülü olan zât cennetine girerdi.

“Yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu ve yadribullâhul emsâle lin nâsi, vallâhu bi külli şey’in alîm”

“Allah dilediğini nûruna hidâyet eder ve böyle misâlleri insanlar için vererek, gafleti giderir. Allah, her şeyi bilendir” (Nûr, 24/35).