17.Bölüm-İlim Hakkındadır

İlim Hakkındadır

Şiirin Tercümesi:

“İlâhî ilim, “Hayy” olan Hakk’ın eşyâyı idrâki demektir. Bununla berâber bu ilim, Hakk’a nisbetle ondan ganî oluşu sûretiyle zâhirdir. İlâhî Âlim ismi, vücûd işini, küllî bir ihâta şartıyla idrâk edicidir. Bundan dolayı, kadîmin allâmesi ve gizli olmaksızın sonradan olanların da âlimidir.

Mukaddes ilmin hakîkati, vâhid ya’nî bir şey’dir. Bu ilimde küllî oluş, cüz’î oluş düşünülemez.

İlâhî ilim gaybda mücmel, şehâdet âlemine nisbetle tafsîlatlıdır. Şehâdet âlemine nisbetle tafsîlatlı olan ilmi, gaybdaki mücmelin tamâmı ile aynıdır; bunda şübhe yoktur.

Cenâb-ı Hak, bu ilmi ile zâtını ve bizi ve bütün kâinâtı bilir. Biz de yine o ilimle hem Hakk’ı, hem zâtımızı biliriz. Bütün eşyâyı kapsamış olan bu tek ilme hayret etmemek mümkün değildir. Sen de hayret et.”

Bilesin ki; ilim, nefsî ve ezelî sıfattır. Cenâb-ı Hakk’ın zâtına ve mahlûkatına olan ilmi, vâhid ya’nî bir ilimdir; kısım kısım ve türlü türlü değildir. Şu kadar var ki, nefsini kendi istihkâkına göre, halkını da onların istihkâkına göre bilir.

“İlâhî ma’lûmlar ya’nî bilinenler, kendi nefsinden Hakk’a ilim verdi” denilmesi câiz değildir. Böyle denilirse, Hakk’ın başkasından bir şey istifâde etmiş olduğu mahzûru yüz gösterir. Bu mes’elede İmâm Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (r.a.) hazretleri “Hakk’ın ma’lûmâtı ya’nî bilinenleri, nefsinden Hakk’a ilim verdi” dediği için, hatâ etmiştir. Biz, kendisini ma’zûr görürüz ve “bu mes’ele hakkında son ulaştığı nokta budur” demeyiz.

Fakat biz, İbnü’l-Arabî hazretlerinin bu ifâdesini gördükten sonra, Cenâb-ı Hakk’ın o bilinenleri kendine hâs aslî ilmi ile bildiğini keşfettik. Cenâb-ı Hakk’ın bu aslî ilmi, zâtları îcâbıyla, ilâhî ma’lûmâtın gereklerinden istifâde edilmiş değildir.

Şu kadar var ki, Cenâb-ı Hakk’ın aslî ilmine mutâbık olarak, o ma’lûmât da ilme gerek duydu. Hak, ikinci derecede o ma’lûmâta ve o ilâhî ilmine mutâbık olarak da ma’lûmâtın gereklerine hükmetti. İmâm Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (r.a.), Cenâb-ı Hakk’ın, bahsedilen ma’lûmâtın kendilerindeki o gerekleri hükmettiğine bakarak zannetti ki, Hakk’ın ilmi, ma’lûmâtın gereklerinden ibârettir. Bunun için “ma’lûmat kendi nefislerinden Hakk’a ilim verdi”, dedi.

O malûmatı halk edilmezden ve vücûda getirilmezden evvel, küllî ilim, aslî ilim, nefsî ilim ile olan ilmine mutâbık olarak o ma’lûmâtın gereklerini gösterdiğini düşünmek mes’elesini, İmâm Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (r.a.) atladı. Çünkü bahsedilen ma’lûmât, ilâhî ilimde ancak Hakk’ın ilmiyle taayyün etti. Yoksa önce ma’lûmâtın zâtları gereklerini gösterip, o gereklerden sonra, ma’lûmâtın nefsinden, ilâhî ilmin aynı olarak birtakım işler hâsıl oldu da, ilminin gereğiyle Cenâb-ı Hakk hükmü ikinci derece yaptı, demek değildir. Hakk’ın ma’lûmât için olan hükmü ancak, ilmine mutâbık olan hükmüdür. Bunu iyi düşün!

Bu bir hassas mes’eledir. Eğer hakîkat benim dediğim gibi olmasa, Cenâb-ı Hakk’ın âlemlerden ganî olması geçerli olmazdı. Çünkü “ma’lûmât, kendi nefislerinden, Hakk’a ilim verdi”, diyecek olursak, Cenâb-ı Hak için ilmin oluşmasının ma’lûmâta ihtiyâç duyması lâzım gelir. Bir vasfın başka bir şeye bağlı olması, o vasfın o şeye ihtiyâcı demektir.

Oysa vasıfsal ilim, Cenâb- ı Hak için nefsî vasıftır. Böyle bir ihtiyâç duyulsa, o zaman kendi nefsinde, başka bir şeye muhtâç oluşu gibi bir yanlış anlama olur. Oysa Cenâb-ı Hak böyle bir bağlılıktan ve ihtiyâçtan son derece yücelik ile yücedir.

Bu îzâha göre;

– Eşyânın Hakk’ın kendisine bağlı oluşuyla ma’lûm olduğu düşünülürse, Hakk’a “Âlim” denilir.

– İlmin ve eşyânın ma’lûm oluşunun ikisi birden Hakk’a bağlanırsa, Hakk’a “Allâm” denilir.

Bundan dolayı “Alîm” kendine âit sıfatın ismidir; bunda ilimden başka bir şeye bakış yoktur. Çünkü ilim, kendi zâtı için kemâldeki hakedişinden ibârettir.

“Âlim” ismi ise, fiillere âit sıfatın ismidir. Çünkü âlimde ilim, eşyâya nisbetle tasavvur edilebilir. O ilim ister kendisi için, ister başkaları için olsun, her ikisi de aynıdır. “Fiillere âittir” dedik; çünkü kendine ve başkasına nisbetle âlimdir, denir. Şu halde fiillere âit sıfat olması zarûrîdir.

“Allâm” ismine gelince; ilim yönünden bağlanışa göre alîm gibi, kendine âit sıfatın ismidir; eşyânın ma’lûm oluşu yönünden bağlanışa göre, fiillere âit sıfatın ismidir.

İşte bunun için halkı âlim ismi ile vasıflandırmak ön plandadır; Alîm ve Allâm ismiyle vasıflandırılmaz; falan kimse âlimdir, denir, alîmdir, allâmdır denmez; meğer ki araya bir kayıt gire. O takdîrde, falan kimse şu işe şu kadar alîmdir, denir. Falan şu işte allâmdır, denmez. Mutlak bir şekilde allâm da denmez. Eğer bir şahsı bu vasıf ile vasıflandırmak gerekse “kezâ şu işte allâmdır” denilebilirse de, bu da mecâz şekliyle olur. Falan kimse allâmedir denilmesi ise, bu türden değildir. Çünkü allâme, ilâhî isme mahsûs değildir; Allah allâmedir, denilmez, bunu anla!

Bilesin ki: İlim, hayât sıfatına ilâhî sıfatlardan en yakın olanıdır; hayâtın, zâta sıfatlar içerisinden en yakın oluşu gibi. Çünkü bundan önceki bölümde îzâh ettik ki, bir şeyin kendisi için vücûdu, o şeyin hayâtının aynıdır. Bir şeyin vücûdu da zâtından başka bir şey değildir.

Netîce: Zât’a hayât vasfından yakın bir şey yoktur. Hayâta da ilimden yakın bir şey yoktur. Çünkü her hayy olanın, elbette bir şey bilmesi lâzım gelir, yeryüzündeki hayvanât ve haşerâtın ilmi gibi ilhâmî olması, yâhut insanın ve meleklerin ve cinlerin ilmi gibi belirgin, zarûrî, tasdîkî olması farketmez. Hayvânât ve haşerâttaki ilhâmî ilim, beslenme, barınma, hareket ve duruş gibi, kendilerine lâyık olan ve olmayan şeylerde olabilir. Kısaca bu ilim her hayy için lâzımdır. Bu açıklamalardan anlaşılır ki, ilim, sıfatlardan hayâta en yakınıdır.

Onun için Hak Teâlâ hazretleri, ilimden kinâye olarak Kur’ân’da ilme “hayât”tır, dedi ve;

– “Ve cealnâ lehu nûren yemşî bihî fîn nâsi” (En’âm, 6/122) “Ona nûr yaptık, insanlar içinde onunla yürür.” Ya’nî ilminin gerekleriyle hareket eder, demektir.

– “Ke men meseluhu fîz zulümâti” (En’âm, 6/122) “Onun durumu karanlıklarda olan kimse gibi midir”. Ya’nî, cehâletin aynından ibâret olan tabîat karanlığındaki kimse gibi midir.

– “Leyse bi hâricin minhâ” (En’âm, 6/122) “Oradan dışarı çıkamaz.” Ya’nî, karanlık ancak karanlığa sevk eder. Bundan dolayı cehâlet ile ilme ulaşmak mümkün değildir, demektir. Ya’ni, tabiî cehâlet ile ilme ulaşmak mümkün değildir. Câhilin cehâlet ile, cehâletten çıkmasına imkân yoktur

Burada “kâfirîn”, kendi vücûdlarıyla Hakk’ın vücûdunu örtenler demektir. O sınıftan olanlar, kendilerinden ve mevcûdâttan yalnız mahlûkluklarını görürler, başka bir şey görmezler; bu şekilde Allâh’ın vechini örterler ve dâimâ “Allah’ın vasfı mahlûk olmamak, yoklukla öne geçmemektir”, derler. Bilmezler ki, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, her ne kadar mahlûkâtında açığa çıkmışsa da, o mahlûkâtta kendisine lâyık olan yüce vasıf ile açığa çıkmıştır.

Kendisine sonradan olma noksanlıklardan hiç bir şey bulaşmaz. Şayet, sonradan olma noksanlıklardan bir şey kendine istinâd ederse, derhal o noksanlarda kemâli açığa çıkıp, o sonradan olmalardan noksan hükmü kalkar ve noksanlar, Hakk’a isnâd edilmekle kâmil olur. Kısaca kâmilden ancak kâmil olan şey vücûd bulur ve kâmile ancak ona katılmaya lâyık olan şey, istinâd eder.

Bu konuda ben aşağıdaki iki beyti söyledim:

Tercüme

“Hakk’ın cemâli, çirkin gibi gözükenin noksânını ikmâl eder. Çirkinde Hak zâhir olunca, çirkinliği kalkar. Hakk’ın celâli, zelîlin derecesini a’lâ eder; bundan dolayı orada ne noksan, ne zelîl mevcûd kalır.”

Yukarıda geçtiği şekilde ilim, hayâta lâzım olduğu gibi, hayât da ilme lâzımdır. Çünkü hayâtı olmayan bir âlimin vücûdu mümkün değildir. Bundan dolayı ilim ile hayât, lâzım-ı melzûm ya’nî biri olunca diğeri de lâzım olan türündendir.

Bunu bilince, senin için “her ikisi de ne lâzımdır, ne melzûmdur” demek de câizdir. Böyle dediğin taktirde, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından her sıfatın Cenâb-ı Hakk’ın kendisinde müstakil oluşunu düşünmüş olursun. İlâhî sıfatlardan her sıfatta bu müstakil oluş olmasaydı, ba’zı sıfatların, diğer sıfatlarından terkîb edilmiş olması; veyâhut sıfatlarının bir arada oluşundan dolayı terkîb olması lâzım gelir. Oysa hakîkat böyle değildir. Cenâb-ı Hak, sıfatlarının bu şekilde oluşmasından yana son derece yücelik ile yücedir.

İşte bu anlatılan duruma göre, örneğin hâlikiyyet ya’nî halk edicilik sıfatı, kudretten, irâdeden, kelâmdan oluşmuş değildir. Her ne kadar mahlûk, bu üç sıfatla mevcûd ise de, Hak’da halk edicilik sıfatı, Hakk’ın müstakil vâhid ya’nî bir olan sıfatıdır; diğerlerinden terkîb edilmiş değildir. Diğer sıfatlara nisbetle ne lâzımdır, ne melzûmdur. Diğer ilâhî sıfatlar için de aynı şey geçerlidir.

Bu mes’eleyi iyi düşün!

Hak hakkındaki bu îzâhımız geçerli olunca, aynı şekilde halk hakkında da geçerli olur. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri, Âdem’i kendi sûreti üzere halk etti ve bu nedenle rahmânî sıfatlarından her bir sıfatın insanda da bir nüshasının bulunması gereklidir. “Rahmân”a nisbet edilen her şey, insanda da mevcûddur. Hattâ insan vâsıtasıyla muhâl ya’nî imkânsız olan bir şeyin vücûduna bile hükmedebilirsin.

Görmüyor musun, imkânsız olduğunu farz ederek ilmi olmayan “hayy” vardır, hayâtı olmayan “âlim” vardır, demek câizdir. O ilmi olmayan hayy, yâhut hayâtı olmayan âlim, senin farz ettiğin âlemde ve hayâl âleminde mevcûddur; o ise Rabb’in için mahlûktur. Çünkü hayâl, içinde olan ile berâber Allah Teâlâ’nın mahlûkudur. Bu duruma göre diğerleri hakkında muhâl olan şey, insan vâsıtasıyla âlemde mevcûd oldu.

Şurası da bilinmelidir ki, his âlemi, hayâl âleminin fer’idir. Çünkü hayâl, his âleminin melekûtudur. Melekûtta bulunan şeyin de elbette mülkte de açığa çıkması gereklidir ve mülkte de, kābiliyyete, vakte ve hâle göre melekûtta mevcûd olanın bir nüshası bulunur.

Bu mevzûdaki kelimelerin altında, şerhi mümkün olmayan ilâhî sırlar bulunmaktadır; bu sırları ihmâl etme! Çünkü bu sırlar, gaybın anahtarlarıdır. Senin eline sağlam olarak geçerse, vücûdun a’lâsında ve esfelinde bulunan ne kadar kilit varsa, o anahtarlarla açabilirsin. İnşâllâhu Teâlâ, bu kitâbın sâdece ona özel bir mahallinde melekût âlemine âit olan ayrıntılar anlatılacaktır.

Yukarıdaki îzâhlara bakarak ilim ve hayât ve diğer sıfatlar hakkında, istersen “biri olunca diğeri de lâzımdır” dersin, istersen “her ikisi de ne lâzımdır, ne melzûmdur” dersin ve cenâb-ı ilâhîde Peygamber (s.a.v)’in lisânından “inne ardî vâsiatun” (Ankebût, 29/56) ya’nî “Benim yerim geniştir” âyet-i kerîmesi gereğince, fikirlerin genişliği ile hareket edersin.

Manzumenin Tercümesi:

“Dâima heyecânla taşmakta olan denize hayret etmemek mümkün değildir.

Dâimâ kabarmakta, dâimâ dalgaları çarpmaktadır sâhile.

O denizin her köşesinden muhtelif rüzgârlar eser.

Dağ gibi olan dalgalarını sâhillerine yığar.

O denizdeki dalgalar, birdiğerini ta’kîb etmektedir.

Gök gürültüsünün sesi, dalgaların çarpışmasındaki heybetli ses gibidir.

O denizdeki şimşekler, her bakanın gözbebeğini kapar.

Şimşeğin çakması, kılıçların savaşta parlamaları gibidir.

O denizde bulutlar, üst üste yığılıdır;

Ve safhâ safhâ fezâsından daimî yağmurlar yağdırır.

Hâriçte, üst üste yığılan zulmetler, buradaki zulmetlere göre damla gibidir.

Böyle bir denizde kendi sıfatlar gemisi, zâtından isâbet alan, nasıl selâmete nâil olur?

Ne yapabilir ki, eli ayağı yüzmekten kesilen bir yüzücü, ve onu kurtuluşa kim sevk edebilir?

“Allahu Ekber” o denizde selâmet mümkün müdür?

Heyhât, heyhât, heyhât!”