İrade Hakkındadır
Manzûmenin Tercümesi:
“İrâde, ilâhî tecellîlerin meylinin evvelidir. Bu irâde, Hak için ve bizim için nefhâların îcâbıdır. Belirli olmaktan yana, belirsizlik çeşnisi gösteren “gizli hazîne”den ilâhî cemâlin zuhûru bu irâde iledir. O cemâlin güzellikleri, etrâfına saçılmıştır. Halk olma vehimi, tecellîlerin bir nevi’ sûretidir.
Hakk’ın güzellikleri, kendisinde mahlûkları vücûda getirmeyi gerektirmese, mahlûkât mahlûk olmazdı. O mahlûkâtta olmasaydı Hak sırrı, sıfatların güzellikleri ile vasıflanmazdı. Mahlûkât Hak ile zâhir oldu. Hakk’ın cemâlinin zuhûru, mahlûkât iledir. Her biri, dîğeri için güzelliklerinin görünme yerleridir.
Vâhîd ve Ferd, Mü’min olan Hak, mü’min için ayna gibidir. Bu konuda ulaşan hadîs, bunu te’yîd edicidir. Hak, Mü’min’dir; Mü’min olan kimse ile iki ayna gibi olup, bizzât karşı karşıya duruşları vardır.
Hakk’ın güzellikleri bizimle âşikâr oldu. Bizim güzelliklerimiz de Hak’la âşikâr oldu. Arada ayrılık yoktur. O bizimle isimlendi, belki biz de onunla isimlendik. Her biri, dîğeri için âyetlerinin nüshasıdır.
Hakk’ın irâdesi bilinmekliğe bağlanmasaydı, ilâhî hazînede gizli olanları açığa çıkarmazdı. Bunun içindir ki, irâdenin hükmü, diğer sıfatların önüne geçmiştir.”
Bilesin ki; irâde, Hakk’ın ilminin, zâtî gerekliliğe göre tecellîsi sıfatından ibârettir. İşte o gereklilik, irâdeden ibârettir.
Kısaca, ilmin gereğine göre Hakk’ın ma’lûmâtını ya’nî bilinenlerini vücûda tahsîs etmesinden ibâret olup, Hak’daki bu vasfa “irâde” denilir.
Bizde mahlûk olan irâde, Hakk’ın irâdesinin aynıdır. Şu kadar ki, o irâde bize bağlanınca, bize lâzım olan sonrada olmaklık,vasfımıza da lâzım olmuştur. Onun için “bizim irâdemiz mahlûktur” dedik. Yoksa o irâde, Allah’a bağlanışıyla zâtî kadîm irâdesinin aynıdır.
Eşyâyı, isteğimiz şekilde ibrâz etmekten bizi men’ eden, irâdenin bize bağlanışıdır. İşte o bağlanış mahlûktur. Bize bağlanan o irâde kalkıp da, “olduğu hâl üzere” Hakk’a bağlanırsa, eşyâ o irâde ile olan te’sîri kabûl edici olur.
Bunu anla!
Nitekim bizim vücûdumuz bize nisbetle mahlûk, Allah’a nisbetle kadîmdir. Bu nisbet, zarûrî bir hakîkat olup, ona vâkıf olmak keşf ile, zevk ile ya’nî bizzât yaşayıp tadmakla, ayn makâmına kâim olan ilim ile bilinebilir. Şu halde burada dikkâte şâyân olan işte bu nisbettir, bunu anla!
Bilesin ki; irâdenin mahlûklarda dokuz görünme yeri vardır:
– Bu meyil kuvvetlenir ve devâm ederse ismine “velâ ya’nî sevmek” denir. Bu, irâdenin ikinci görünme yeridir.
– Bahsedilen meyil, şiddetlenerek artarsa “sabâbet ya’nî şiddetli akış” denir. Buna sabâbet denilmesinin sebebi, kalb kendisini sevdiğine karşı büsbütün salıverdiğinden, döküldüğü zaman suyun insıbâbına ya’nî akmasına benzediği içindir. Çünkü, dökülünce suyun akmama ihtimâli yoktur. Bu sabâbet, irâdenin üçüncü görünme yeridir.
– Kalbin bahsedilen meyli, kalbi tamamıyla diğer uğraşlardan uzaklaştırarak, temkin kazanırsa ya’nî kalbi kendine mekân edinirse, “Şegaf” denir. Bu, irâdenin dördüncü görünme yeridir.
– Kalbin bahsedilen meyli, gönülde kuvvetlenmiş olarak, onu başka şeye meşgûliyetten büsbütün alıkoyarsa, adına “hevâ” denir. Bu, irâdenin beşinci görünme yeridir.
– Kalbin bahsedilen meyli, cesedde istilâ hükmünü gösterecek derecede şiddetli olursa “garâm ya’nî sevdâ” denir. Bu, irâdenin altıncı görünme yeridir.
– Kalbin bahsedilen meyli artarak, gerekçeyi izâle edecek hâle gelirse, adına “hubb ya’nî muhabbet” denir. Bu, irâdenin yedinci görünme yeridir.
– Kalbin bahsedilen meyli, muhabbet edeni kendisinden fâni kılacak derecede heyecân peydâ ederse adına “vidd” denir. Bu, irâdenin sekizinci görünme yeridir.
– Kalbin bahsedilen meyli, kabararak muhabbet edeni ve muhabbet edileni fânî edecek derecede şiddet kazanırsa, adına “aşk” denir. Bu makâmda âşık, ma’şûkunu görünce, farkına varamaz. Yine o halde ma’şûkuna feryâd eder.
Buna misâl olarak yazıyorum: Leylâ bir gün Mecnûn’un yanına vararak, konuşmak için kendisini da’vet ettiği sırada, Mecnûn: “Beni bırak, ben seni düşünemiyorum, ben Leylâ ile meşgûlüm” demiştir. Bu mertebe, yakınlaşma ve kavuşma makâmlarının sonudur. Ârif, bu makâmda ârif olduğu şeyi inkâr eder. Arada ne ârif, ne ârif olunmuş, ne âşık, ne ma’şûk kalır; tek başına aşk kalır, işte bu tür aşk, resim, isim, nitelik ve vasıf altına girmeyen sırf salt zâttan ibârettir.
O, ya’nî aşk, zuhûr ânında âşıkı fânî ederse, âşık için ne isim, ne resim, ne nitelik, ne vasıf kalır. Âşık aşkında büsbütün mahvolursa bu sefer aşk, ma’şûku ve âşıkı fânî etmeye başlar. Önce ismi, sonra vasfı, sonra zâtı fânî etmeye devâm eder. O mertebede ne âşık kalır, ne ma’şûk! Bu mertebede âşık iki sûretle zâhir olur, iki sıfatla vasıflanır; kendine âşık da denir, ma’şûk da denir.
Ben, bu konuda aşağıdaki üç beyti söyledim.
Beyitlerin Tercümesi:
“Aşk, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir. O ateşin yanması ve sönmesi gönüllerde olur. Bu büyük bir haberdir (nebeil azîm; Nebe, 78/2). Bu mertebe ehli, bu büyük haberde ihtilaf etmişlerdir. Ba’zısı mekânettetir, ba’zısı mekânette değildir, demiştir. O mertebede olanları, aşkın bir olan noktasında bir gördüğün halde, onlardan her biri başlı başına farklıdırlar.”
Şurası da bilinmelidir ki; “fenâ” kendinden geçme hükmünün istilâ etmesiyle insanda oluşan şuûr yokluğundan ibârettir. Âşıkın kendisinden fenâsı, kendisine şuûrunun olmayışı; mahbûbundan fânî olması ise, varlığının mahbûbunun varlığında mahvolması ve yok olması demektir. Özetle, “fenâ,” sûfî terimlerinde, bir şahsın kendi kendine ve kendi ihtiyâçlarına şuûrunun yokluğu demektir.
Bunu bildikten sonra şunu da bil ki, mahlûkları hallerine ve eşkâline tahsîs eden ilâhî irâdede gerektirici illet ve sebeb yoktur. O irâde, Hak’dan sebepsiz çıkmaktadır; sırf ilâhî tercîhden ibârettir. O, ya’nî irâde azamet hükümlerinden bir hüküm, ulûhiyyet vasıflarından bir vasıftır. Kendisine mahsûs olan ulûhiyyet ve azameti bir illetten, bir sebebten kaynaklanmamıştır.
Bu mes’elede İmâm Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (r.a.) hazretleri bu görüşümüze muhâliftir. Çünkü kendisi: “Allah’a muhtâr ya’nî tercîh edici denilemez; çünkü Allah bir şeyi tercîhiyle işlemez; belki âlemin nefsindeki gereğe göre işler. Âlemin nefsinden gerektirdiği şey de, o âlemin bulunduğu vecihten ibârettir. Bundan dolayı Hak muhtâr olmaz” demiştir.
İşte İmâm Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (r.a.) hazretleri’in Fütuhât-ı Mekiyye’deki sözü budur. Muhyiddîn-i Arabî (r.a) ilâhî irâde tecellîsinde muzaffer olduğu bir sır üzerine, bu sözü söylemişse de, kendisini fevt eden sırlar, muzaffer olduğu sırlardan daha çoktur. Bu da ilâhî azamet gereklerindendir. Biz, kendisinin muzaffer olduğu sırra mazhar olduktan sonra, ilâhî izzet tecellîsinde Hakk’ın eşyâda muhtâr olduğuna ve zarûrete dayanmayan bir şekilde meşiyyetin ya’nî üst irâdenin hükümleri ile eşyâda tasarruf edici olduğuna vâkıf olduk.
İrâde, ilâhî bir şe’n ve zâtî bir vasıftır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân- Kerîm’de kendisinden açık bir beyân ile “Ve rabbüke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr” ya’nî “Rabb’in dilediğini halk eder ve bunda muhtârdır” (Kasas, 28/68) buyurmuştur.
Özetle: Hak, Kâdir-i Muhtâr, Azîz-i Cebbâr, Mütekebbir-i Kahhâr’dır.