Kudret Hakkındadır
Kudret, zâtî kuvveden ibârettir ve Allah’dan başkası için olamaz. Kudretin şânı, ilâhî ma’lumâtı ya’nî bilinenleri, ilmin gereklerine göre hâricî ayn’lar âlemine ibrâzdan ve açığa çıkarmaktan ibârettir.
Aynî âlem, bu tecellînin tecellî ettiği yerdir. Ya’nî aynî âlem, yokluktan vücûd bulan ilâhî ma’lûmât ayn’larının görünme yeridir. Çünkü Cenâb-ı Hak, o ma’lûmâtın yokluktan mevcûd olduğunu, ilâhî ilminde bilir. Bundan dolayı kudret, mevcûdları yokluktan açığa çıkaran kuvvetten ibârettir.
Kudret, ilâhî nefsî sıfattır; rubûbiyyet onunla zâhirdir. O, bizde mevcûd olan kudretin aynıdır. Yalnız kudretin bize bağlanmasına, “sonradan olma kudret”; Hakk’a bağlanmasına, “kadîm kudret” denir. Kudret, bize nisbetle vücûda getirmelerden yana âcizdir.
Yine o kudret, aynıyla Allah’a nisbet edildiği zaman, eşyâyı îcâd eder ve yokluk gizliliğinden vücûdun müşâhedesine çıkarır.
Bunu iyi anla!
Bu çok büyük bir sırdır ki, onu ehlullâhdan “zâtiyyûn ya’nî zât tecellîsine nâil olanlar”dan başkasına açmak uygun değildir. Kudret, bizim indimizde yok olanı, vücûda getirmekten ibârettir.
İmâm Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (r.a) bu mes’elede de muhâliftir. Çünkü kendisi: “Allah eşyâyı yokluktan halk etmedi, yalnız o eşyayı ilmî vücûddan, aynî vücûda çıkardı” demiştir.
Bu sözün akılda dayandırılacak yönü varsa da, za’f üzerinedir. Çünkü yok olanı îcâddan ve yok olanı salt yokluktan, salt vücûda ibrâz etmede, ilâhî kudretin acze düşmesinden ben, Rabb’imi tenzîh ederim.
Şu da bilinsin ki, İmâm Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (r.a)’nın dediği inkâr edilecek bir şey değildir. Çünkü kendisinin bununla kastı, eşyânın ilâhî ilimde olan vücûdu ve sonra onun aynî âleme çıkarılması olduğu için, bu çıkarma, ilmî vücûddan, aynî vücûda karşı olmuştur.
Yalnız şurası gözden kaçmıştır ki ki, Allah’ın kendi kendinde, kendine vücûd hükmü, eşyânın ilminde vücûduna olan hükmünden öncedir ve bu durumda o ilâhî hükme göre mevcûdlar yoktur; vücûd yalnız Cenâb-ı Hakk’ındır ve Cenâb-ı Hak için kadîm olması, işte bu şekilde yerinde olmuştur. Böyle olmasa, bütün mevcûdların her şekilde, ilâhî kadîmlikle berâber yürümesi lâzım gelir. Cenâb-ı Hak ise bundan yana yücedir.
Bundan çıkan netîce şudur ki, Cenâb-ı Hak eşyâyı ilminde yokluktan vücûda getirdi; ya’nî Hak o eşyâyı kendi ilminde, yokluktan, mevcûd olarak bildi.
Bunu düşün!
Sonra o eşyâyı ilminde, ayn’da ibrâz ile vücûda getirdi. Bundan dolayı o eşya, aslında ilâhî ilimde, salt yokluktan vücûd bulmuştur. Kısaca, Hak Teâlâ, eşyâyı salt yokluktan vücûda getirmiştir.
Şu da bilinmelidir ki;
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin kendi kendisine ve mahlûklarına olan ilmi, vâhid ya’nî bir ilimdir; zâtına olan ilminin kendisiyle, mahlûklarını da bilir. Lâkin o mahlûklar Hakk’ın kadîm oluşuyla kadîm değildir. Çünkü Hak mahlûklarını sonradan olmaklıkları yönüyle bilmiştir. Mahlûklar ilâhî ilimde işin aslında
– Ayn’ında ise yoklukla öndedir.
Hakk’ın ilmi ise, kadîmdir, yoklukla öne geçmiş değildir.
Yukarıda “Hakk’ın vücûduna vücûd ile hükmü, mevcûdların vücûduna hükmünden öncedir” demiştik. Bu öncelik burada, aslî hükümsel önceliktir; zamâna bağlı bir öncelik değildir. Çünkü Hakk’ın nefsi ile müstakil olan vücûdu, ilk vücûddur. Mahlûklarda Hakk’a ihtiyâç olduğu için, onların vücûdu, ikinci derecede vücûddur.
Bundan dolayı mahlûklar ilk vücûdda yoktur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, mahlûkları ilminde salt yokluktan ilâhî vücûda getirme ile vücûda getirip, sonra kudretiyle ilmî âlemden, aynî âleme açığa çıkarmıştır. Hakk’ın mahlûkları vücûda getirmesi, yokluktan ilme, ilimden ayn’a getirme sûretiyledir; başka bir şekilde olmasına yol yoktur.
Bu izâha karşı, “Hakk’ın ilminde vücûda getirmesinden önce mahlûklara cehli lâzım gelir” diye i’tirâz edilmesin; çünkü burada zaman yoktur. Burada bulunan ancak hükümsel önceliktir. Bu hükümsel önceliği de, ulûhiyyet nefsiyle izzet ve azametinden ve vasıflarından yana âlemlerden ganî oluşundan dolayı îcâd etmiştir. O mahlûkların, ilminde vücûduyla aslî yokluğu arasında zaman yoktur ki, ilminde vücûda getirmezden önce Hakk’a cehil lâzım gelir denilebilsin. Allah bundan son derece yücelik ile yücedir.
Bu îzâhlarımızı iyi anla!
Bizim bu îzâhlarımız, ilâhî keşifden ihsân edilen îzâhlardır. Bunu bu kitâbda yazmaktan maksâdımız, Allah için, Resûl’ü için, mü’minlere nasîhat olarak bir tenbîhten ibârettir. İmâm Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (r.a) üzerine i’tirâz için de değildir. Çünkü kendisi, yukarıda îzâh edilen murâdına göre isâbetlidir, bizim beyân ettiğimiz hükme göre hatâlıdır.
“Ve fevka külli zî ilmin alîm” (Yûsuf, 12 /76) ya’nî “Her ilim sâhibinin üstünde, alîm vardır.”
Bu îzâhları bildikten sonra, şunu da bil ki, ilâhî kudret bir sıfattır ki, o sıfâtın sâbitliğiyle Hak’dan bütün yönlerden âcizlik kalkmıştır. Bu ta’bîrimizden “Kudret sâbit olmasaydı, âcizliğin sâbitliği lâzım gelirdi” ma’nâsı çıkarılamaz. Çünkü kudret sâbittir. Sâbitliğin yokluğunun düşünülmesi câiz değildir. O kudret ebediyyen sâbit, âcizlik de ebediyyen kalkıcıdır.