20.Bölüm-Kelâm Hakkındadır

Kelâm Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

“Kelâm, hakkında zâhir olan vücûddan ibârettir; câiz olan vücûdun hükmünü de ihtivâ etmektedir. İlâhî ilimdeki kelâmlar, okunamayan harflerden ibârettir. Çünkü orada ayrım yoktur; ayrım zuhûrdadır. O zuhûrdan “Kün-Ol!” sözüyle ta’bîr ettiler. O zuhûr Hakk’ın bilinmesi içindir. Şunu bil ki: Hak için “Kün-Ol!” demek haktır. O’nun “Kün-Ol!” demesiyle, âciz olan “varlık” var olur. Kelâm Hakk’ındır; hakîkaten de olsa böyle, mecâzen de olsa böyledir. Her ikisi de, câizdir.”

Özet olarak bilesin ki; İlâhî kelâm, Hakk’ın ilmini açığa çıkartma i’tibârı ile, ilmî tecellisinden ibârettir. İsterse o kelâmlar, mevcûd ayn’ların kendisi olsun, isterse vahiy ile ilâhî kelâmlaşma, yâhut bunlara benzeyen şeylerle kulların anlayabileceği ma’nâlardan ibâret olsun farketmez. Çünkü ilâhî kelâm kendine âit vâhid ya’nî bir olan sıfatların hepsinden ibârettir.

Bu sıfatın iki yönü vardır:

İlk yönünün de iki türü vardır:

İlk Türü; Rubûbiyyet Arş’ının üstünden, ulûhiyyet emriyle, izzet makamından ilâhî kelâmın çıkmasıdır.

Bu kelâm öyle yüce bir emirdir ki, buna muhâlefete imkân yoktur. Kâinâtın bu emre itâatının şeklini kâinât ne bilir, ne de anlar. Ancak Hak bu tecellîde, vücûdunu takdîr etmeyi istediği varlığa kelâmını işittirir. Sonra varlık ne sûretle emrolunduysa, o yönle cereyân eder. Bu Allah’dan bir inâyet ve öne geçmiş bir rahmettir. Bu şekilde vücûda tâat ismi verilmesi geçerli olur ve o vücûd saîd olur. Buna Cenâb-ı Hak, yere göğe hitâb ederek söylediği “i’tiyâ tav’an ev kerhen, kâletâ eteynâ tâiîn” (Fussılet, 41/11) ya’nî “İsteyerek veyâ istemeyerek geliniz. Yer gök dediler ki: İtâatkâr olarak geldik” âyet-i kerîmesiyle işâret etmiştir.

Hak, varlıklara tâatla hükmetti. Kâinât da zorlama ve mecbûriyet olmaksızın geldi. Bu Allah’dan iyilik ve inâyettir Bunun için, rahmeti gazabının önüne geçmiştir. Çünkü kerih görmekle değil, itâatla hükmetti ve emretti; itâatkâr olan ise rahmete nâil olmuştur.

Mecbûrî geliniz, diye hükmetseydi, o zaman bu hüküm iyilik değil, adâlet olurdu. Çünkü kudrette kâinâtı, cebren var etme özelliği mevcûddur. Bunda mahlûkların seçme şansı yoktur. Böyle kerih görmekle emretseydi gazab, rahmetin önüne geçmiş olurdu. Fakat rahmeti gazabının önüne geçtiği için, varlıklara itâatle hükmetti. Bundan dolayı mevcûdlar, bütün herşeyiyle itâatkârdır.

Hakîkatte arada hiç âsî yoktur. Mevcûdların hepsinin itâatkâr olduğuna yukarıdaki âyet-i kerîmede geçen “eteynâ tâiîn” (Fussılet, 41/11) ya’nî “İtâatkâr olarak geldik” yüce sözü şâhiddir. Her itâatkârın nasîbi de rahmetten başka bir şey değildir.

Bunun içindir ki, cehennemin hükmü nihâyette Cebbâr’ın o cehenneme ayağını koymasıyla sona erer. Cebbâr, ateşe ayağını koyunca “yeter, yeter,” diyerek ateş söner ve ateşin yerine cırcır otu biter. Nitekim Nebî (s.a.v.)’den bu konuda bir hadîs de ulaşmıştır; bunu inşâallahu Teâlâ bu kitâbın özel bir mahal-linde beyân edeceğiz. İşte bu îzâhlarımız ilâhî kadîm kelâmdan ilk yönün birinci türüne âittir.

İlâhî kadîm kelâmın birinci yönünün ikinci türüne gelince:

Nebîlere indirilen mukaddes kitaplar gibi ve nebîler ve onların altında olan evliyâ ile ilâhî kelâmlaşma gibi; Hak ile halk arasında ünsiyyet diliyle rubûbiyyet makāmından çıkan ilâhî kelâmdır.

Bu tür kelâm, ilk türde olduğu olduğu gibi emre muhâlefet etme imkânının olmaması şeklinde olmayıp, indirilen kitaplardaki emirlere karşı mahlûktan itâat ve âsilik gerçekleştirmiştir.

Çünkü bu türden olan ilâhî kelâm, ünsiyyet diliyle çıkmıştır. Bu konuda me’mûr olanların itâatta serbestlikleri var gibidir. “Serbestlikleri var gibidir” ta’bîriyle şunu kastediyorum ki;

– İtâatta, sevâb ile mükâfât yönünden,

ilâhî iyilik olması için, fiillerinde tercih bağıntısını, Cenâb-ı Hak bu türden me’mûr olanlara vermiştir.

Bu tür ilâhî kelâmda, tercîh bağıntısının me’mûr olanlara verilmesi, bir tür ilâhî iyiliktir. Çünkü o tercih, onlarda ilâhî veriş ile hâsıl olmuştur. Bu şekilde tercîh imkânı verilmesi, kendilerine verilecek sevâbın sıhhatine vesîle olması içindir.

Netîce: Bu türde;

– Azâblandırma sübhânî adâlettir.

İlâhî kelâmın ikinci yönüne gelince:

Bilesin ki, Hakk’ın kelâmının bu yönü, imkân dâhilindeki ayn’ların kendi-sinden ibârettir; ve imkân dâhilinde olanlardan her bir mümkün Hakk’ın kelâmlarından bir kelimedir. Bunun için imkân dâhilinde olanların bitip tükenmesi mümkün değildir.

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de “Kul lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtu rabbî ve lev ci’nâ bi mislihî mededâ” ya’nî “Rabb’imin kelâmlarını yazmak için deniz mürekkeb olsa, Rabb’imin kelâmları bitmeden o deniz elbette biterdi. Yardıma bir o kadarını getirsek bile hüküm yine böyledir” (Kehf, 18/109) buyurması, bunun apaçık delîlidir..

Bundan dolayı imkân dâhilinde olanlar Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri-nin kelâmlarından ibârettir.

Bunun sebebi, kelâmın özet olarak;

Kelâm eden, bu şekilde o sûreti göstermekle o ma’nâyı işitenin anlayışına ulaştırmak ister. İşte ilmindeki ma’nânın sûreti olan Allâh kelâmı, mevcûdlardan ibâret olup, mevcûd, idrâk edilebilir, hissedilebilir aynî sûretten ibârettir. Bunlardan her birisi ilâhî ilimde mevcûd olan ma’nâların sûretleridir.

İlâhî ilimde mevcûd olan ma’nâlar, sâbit ayn’lardan ibârettir.

– İstersen “Ulûhiyyet tertîbi” de;

– İstersen “Vahdetin basîtliğidir” de;

– İstersen “Gaybın tafsîlidir” de;

– İstersen “Cemâlin sûretidir” de;

– İstersen “İsimlerin ve sıfatların eserleridir” de;

– İstersen “Hakk’ın ma’lûmâtı ya’nî bilinenleridir” de;

– İstersen “hurûfât-ı âliyât ya’nî yüce harfler” de!

Muhyiddîn Arabî hazretleri “sâbit ayn’lar”a, “hurûf-ı âliyât” ta’bîrini kullanmış ve “Biz henüz söylenmemiş, okunmamış hurûf-ı âliyeden ibâret idik,” demiştir.

Kısaca: Kelâm eden, bir sözü söylemek için irâdeye âit bir harekete ve gayb sayılan göğüsten, zâhir sayılan dudağa çıkan harfler ile karışmış nefese muhtâc olduğu gibi, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri de, mahlûkları gayb âleminden, şehâdet âlemine çıkarmak için önce irâde eder, sonra kudretle o mahlûkla-rı açığa çıkartır.

– Kudret ise, gayb âleminden, şehâdet âlemine çıkarmak için, harfler ile göğüsten dudağa çıkan nefese karşılıktır.

– Mahlûkları var etme ise, kelâm edenin nefesindeki kendine mahsûs olan esâs üzerine kelimenin düzenlenişine karşılıktır.

Sübhandır o Hakk ki, insanı kendisi için kâmil bir nüsha olarak halk etmiştir. Kendine bakarak tetkîk edersen, Hakk’ın her sıfatına karşı, kendinde bir nüsha bulursun.

– Benliğine bak, hangi şeyin nüshasıdır?

– Rûhuna bak, hangi şeyin nüshasıdır?

– Aklına, bak, hangi şeyin nüshasıdır?

– Fikrine bak, hangi şeyin nüshasıdır?

– Hayâline bak, hangi şeyin nüshasıdır?

– Sûretine bak, hangi şeyin nüshasıdır?

– Acâib olan vehmine bak, hangi şeyin nüshasıdır?

– Aynı şekilde görmene bak, hâfızana bak, işitmene, ilmine, hayâtına, kudretine, kelâmına, irâdene, kalbine, kalıbına bak;

Bunların her biri, hangi ilâhî kemâlin nüshası ve hangi ilâhî cemâlin güzelliğinin sûretidir?

Bağlandığımız ahde koşulmuş bir şart olmasa, bu anlattığımızdan daha açık şekilde beyânlarda bulunur ve o beyânları samedânî ya’nî muhtaçsızlığa âit sarhoşluğa uğrayanlara iştâh açıcı ve ayılanlara safâ gıdâsı yapardım. Fakat, az biraz basîreti olan kimse için bu kadar işâret yeterlidir.

Bu bölümde söylediğim sırların üzerine dikkat çekme izninin benden önce kimseye verildiğini bilmiyorum. Ben bunları emrolunduğum için söyledim. Bu kitâbın geneli bu türdendir. Fakat ben kabuğu, özün üzerine kap yapıyorum. Ulü’l-elbâbdan olan, o kabuğu atar ve özünü bulur, o sırları anlayarak telaffuz edebilir. Kabuğunda kalıp da, sırra vâkıf olmayan, olduğu yerde durur.

Allah hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eyler.