Cemâl Hakkındadır
Bilesin ki, ilâhî cemâl Allah’ın pek yüce sıfatlarından ve güzel isimlerinden ibârettir. Bu umûmî bir ta’bîrdir. Husûsî olarak îzâh olunursa;
– Burada bir de müşterek sıfatlar vardır. O sıfâtın bir yüzü cemâle, bir yüzü celâle bakıcıdır. “Rab” ismi gibi, çünkü;
• Terbiye ve vücûda getirme i’tibârı ile Rab, cemâl ismidir.
• Rubûbiyyet ve kudret i’tibârı ile, celâl ismidir.
Allah ve Rahmân isimleri de böyledir. Rahîm ismi böyle değildir; çünkü Rahîm, cemâl ismidir. Başka sıfatları da bunlara kıyâs et!
Bilesin ki, Hakk’ın cemâli ne kadar çeşit çeşit olsa da, iki çeşitten hâriç değildir:
– İkinci çeşit, sûrîdir. Bu da bütün dalları ve çeşitleri i’tibârı ile mahlûklar denilen mutlak âlemden ibârettir. O mutlak âlem ilâhi bir tecellîgâhda açığa çıkan ilâhî mutlak güzelliktir. “Halk” dediğimiz işte bu tecellîgâhın ismidir. Bu isimlendirme de, ilâhî güzellik cümlesindendir.
Çeşitlenme, cemâl i’tibârı ile olmayıp, ilâhî cemâle tecellîgâh olması i’tibârı ile bu âlemden her çirkin ve güzel olan gibidir. Çünkü vücûddaki mertebesini muhâfaza etme yönünden;
– Güzel cinsini güzelliği üzerine açığa çıkarmak da, yine onun vücûddaki mertebesini muhâfaza etme yönünden ilâhî güzelliktendir.
Şunu da bil ki, eşyâda çirkinlik, o şeyin kendisi için olmayıp, i’tibârîdir. Bu îzâha göre, bu âlemde çirkinlik adına ne varsa hepsi i’tibârîdir. Bu durumda mutlak çirkinlik hükmü, vücûddan kalkınca, mutlak güzellikten başka bir şey kalmaz.
Âsîliklerin çirkinliğini görmüyor musun? O çirkinlik, yasak oluşları i’tibârı ile ortaya çıkmıştır. Kötü kokuların çirkinliği görmüyor musun? O çirkinlik, tabîatına hoş gelmeyen kimseye göredir. Ammâ pislik böceğine ve çirkin koku tabîatına hoş gelen kimseye göre, kötü kokulardaki çirkinlik, güzel tavırlı bir çirkinliktendir.
Aynı şekilde görmüyor musun ateşte yanmayı? Bunun çirkin olması, ateş içinde insanın helâk ve telef olması i’tibârı iledir. Oysa, o ateş semenderin indinde son derece güzeldir. Semender bir hayvandır ki, hayâtı ancak ateşte olabilir.
Kısaca, bu îzâhlara göre âlemde çirkin adına bir şey yoktur. Allah’ın halk et-tiği her şey bizzât güzeldir. Çünkü güzelliğinin ve cemâlinin sûretidir. Şu halde eşyâda, eşyâya çirkinlik bağlanması i’tibârî olmaktan başka bir şey değildir.
Hattâ güzel kelimeyi de görmüyor musun, ba’zen çirkin olur; bu da i’tibâra tâbi’dir. Çünkü güzel kelime, nefsinde güzeldir.
Netîce: Bu bilgilerden şu anlaşıldı ki, vücûd, bütün kemâliyle ilâhî güzelliğin sûretleri olup, cemâl görünme yerlerinden ibârettir. Bizim, “vücûd, bütün kemâliyle” dediğimiz ta’bîre;
– Akledilebilir, – Vehmedilebilir, – Hayâl, – Evvel, – Âhir, – Zâhir, – Bâtın, – Sözler, – Fiiller, – Sûretler ve – Ma’nâların hepsi dâhildir.
Çünkü bunların hepsi, cemâl sûretleri ve kemâl tecellîleridir.
Benim bu ma’nâda Kasîde-i Ayniyye’de söylediğim sözler aşağıdadır.
Kasîdenin Tercümesi:
“İlâhî! Tecellî ettin eşyâya halk ettiğin anda. O eşyâ senden uzak değildir. Senin azamet perdelerin o eşyâdadır. Halkı güzelliğinin zâtından ayırmakla meydana getirdin. Halk sana ne birleşiktir, ne de senden ayrılmıştır. Eşya, ulûhiyet rütbesinin gerektirdiği hükümlerden ibârettir. Zıtları toplamak, ulûhiyettedir. Halk, hak olarak sensin. Sen imâmımızsın; senden ibârettir, ulvî ve süflî ne varsa.
Halk misâlde kar gibidir; sen, o karı oluşturan su mesâbesindesin. Hakikatte kar sudan başka bir şey değildir. Yalnız şerîatların gerekli kıldığı hükümlerde su ile kar birbirinden ayrılır. Kar eriyince aldığı hüküm kalkar. Onun yerine su hükmü konur. Bu bir emr-i vâki’dir.
Zıtlar, güzelliğin birliğinde bir aradadır ve ayrılık yine o güzelliğin birliğidir. O güzelliğin birliği, zıtların çeşitliliğinden parlayıcıdır. Her kemâle gelmiş olan fidana benzeyen kâinat üzerindeki sûretten tecellî eden cemâlindeki her güzellik;
– Al yanaklarındaki sâfî ve hâlis olan her allık; – Hint kılıcı gibi şiddetle te’sîr eden ve kesen kirpiklerle âşıkını öldüren her sürmeli göz; – Salınan saçlarla, bölük bölük zînet gösteren güzel ve muntazam asmalarda hurma salkımı gibi olan her esmerlik; – Cemâliyle safâ tezyin eden her güzel; hüsnü latîf veyâ kesîf görülen latîf; – Latîfliğinin güzelliğiyle güzellik gösteren her kesîf; Güzelliği müşâhede edilen her cemîlin cemâli; Bu sayılan güzelliklerin hepsi, onları halk edenin güzelliğinden ibârettir. Sen bunları halk edeni tevhîd et; kat’iyyen O’na ortak koşma! O’nun küllî şumûlü her şeyi ihâta etmiştir. Aslâ o güzelliklere “geçicidir” deme. Çünkü güzellik ve çirkinlik, bizzât O’na dönücüdür. Her çirkini ne zaman O’nun güzelliğine bağlarsan, derhal zihnine güzellikleri ihtivâ eden ma’nâlar gelir. Çirkinin noksânı, O’nun mükemmel cemâlidir. O’nun tecellî ettiği şeyde, noksan ve çirkinlik olması ihtimâli yoktur. O’nun celâli, derecesi âdînin derecesini yükseltir. O celâl nerede parlar ve âşikâr olursa, orada âdîlik düşünülmesi ortadan kalkar. Kısaca, Hakk’ın yapması de her gördüğüne. Bütün müşâhede ettiklerin, o Hâlık’ın kudret tecellîgâhıdır.”
Şurası da bilinsin ki; ma’nevî Cemâl,ki ilâhî isimlerin ve sıfatların ma’nâlarından ibârettir o isimleri ve sıfatları hakîkatiyle tecellî etmiş olan kemâlî müşâhede etmek, Hakk’a mahsûstur.
Ammâ isimleri ve sıfatları mutlak âlem üzere müşâhede, sâdece Hakk’a mahsûs değildir. Çünkü kendine has inanış sâhiplerinden her kimse için kendine has inanışta bulunduğu rab hakkında bir çeşit inancı vardır:
veyâhut başka türlü bir inancı vardır. Her kendine has böyle bir inancı olanın, bu sûretini müşâhede etmesinde, sûret, bu müşâhede için zarûrîdir. İşte o sûret de, bu şekilde ilâhî cemâl sûretidir. Bu duruma göre o sûrette ilâhî cemâlin zuhûru, sûrî zuhûrdur, ma’nevî değildir.
Bu açıklamalardan çıkan netîce şudur ki:
Kemâliyle ma’nevî cemâli müşâhede etmek, Hak’dan başkası için muhâldir. Bu hakîkati idrâk edemeyenlerin sözlerinden Allah son derece yücelik ile yüce ve mukaddestir.