Bir zaman doğu tarafı gariplerinden bir garîb ile Cenâb-ı Hak bana mülâkât nasîb etti. O zât, samedâniyyet yaşmağıyla ağzını kapamış, ahadiyyet gömleğine bürünmüş, celâl örtüsünü giyinmiş, cemâl güzelliği tâcıyla taclanmış bir zât idi.
Kemâl lisânı ile selâm verdi; selâmına güzel selâmlar ile karşılık verdim. Selâmdan sonra kemâle ermiş dolunay olan yüzündeki perdeyi açtı. Onu mükemmel yüce bir numûne gördüm; bu zât, zâhiri ve bâtıni hükümlere vâkıf; usûlde farz olan yolun îcâbına göre çizilmiş bir program; hakîkaten bu şekilde hareket etmeyen her husûsta zimmetindekilerden beraâte nâil olamaz. Onu kantarımla ölçmek ve onunla inci gerdanlıklarını dizmek istedim. Fakat ilk anda, kendisini kantarımla tarttırmak istemedi. “Sizi tartacak kantarı koymak için kefem, yeterli değildir, kırıktır” diyerek arayı düzelttim.
Karşılıklı konuşma sûretiyle kantarımın husûsi âleti tam ayarını bulup, kürsî sâhibi odada kendini gösterince, ben de iktidâr kürsîmi dikerek i’tibâr mîzânını ele aldım. Bu yoldaki kânûnların usûlünce hareket ederek, ilmî kudretim ile söze giriştim. Benim dâimâ mesleğim, kendimdeki ilmi gizleyerek hareket etmektir. Bahsettiğim zâtı tartarken dirhemler, miskâller gibi ağırlık ölçüleri bitti. Tetkîki en hassas ayar yapmakla muzaffer olarak tahkîk ölçüsünü ayarladım. Ellerimi kına ile boyadım, gözlerime hafîf gaflet sürmesini çektim; netîcede kilitleri kırıp, iki gözümü açınca, bana “o mahbûbe nerededir?” dedi. İftirâk lisânıyla cevâp verdim. Kaldırma ve isbât arasında olan aşağıdaki beyitleri söyledim:
(Nazmın Tercümesi)
“O mahbûbe vücûd ile teşhir edilir olduğu günden beri, benim indimde yoklukla vasıflanmıştır. Hayâl onu uzaktan varlıkta bir kudret olmak üzere görür.
Oysa o, içinde defîneler saklayan ve senin için dikilmiş olan bir duvardan başka bir şey değildir. İşte o duvar benim! O mahbûbe, beni kazıp çıkarsınlar diye varlığım duvarında gizlenmiş defînedir.
Sen onu sûrette bir cisim saysan da, o arada ibret-i rûhu îcâb ettiricidir. Cenâb-ı Hak onun güzelliğini tamamladığı için, ilâhî cemâl ile yayılmıştır. O, senden başkasında kâim değildir. Onun sûretlerini görmek için sırrı iyi anla.”
Sözümü işitip söylediklerimle ve hâlimle hallenince, dolunayını benim çevremde döndürerek, aşağıdaki beyitleri söylemiş ise de, ifşâ etmedi:
(Beyitlerin Tercümesi)
O bir güzeldir ki, sırlar örtüsü ile yüzü örtülür. Sallanan saçları kalbin belâsı, gözleri insanın belâya düşme sihridir.
Aşk şarâbını sarhoş olanla berâber tatmış ve sarhoş olmuştur. Sarhoşluğu sâyesinde örtülerinin gizlediği sırlar âşikâr olmuştur.
O mahbûbe, her tâm dolunayı hayâl ederek o dolunaylardan kendisine hil’atlar yapmış. O mahbûbenin en nâdir hil’atlere varıncaya kadar, hil’atleri tam olan dolunaylardandır.
Ellerinde ve bileklerindeki süslü kınaların nakışlarının rengini görerek omuzunun ziyneti olan saçları da, bu rengi kazanmıştır. İskender’e izzet tâcı giydiren ve Darâ’nın saltanat dâiresinde hüküm yürüten, odur.
O bir mahbûbedir ki, halkın hepsinin mülküne sâhiptir. Yeşille karışık beyaz örtüleriyle ve kırmızı dudaklarıyla bu kudrete nâildir.
Güzellik nâmına ne varsa, onu kemâle ermiştir. Benî Âmir kabîlesinin Leylâ’da güzel zannettikleri, onun güzel cemâlinden bir parçadır. Bâtınının gizlediği güzellik, izzetinin zâhiri; güzelliğinin bâtını, zâtının güzellikleridir.”
Bunun parlak hitâbını, yüksek ifâdesini işitip anlayınca; Mevcûda ve mevcûd olmayana ve ahdine vefâ edene ve ahde hıyânet edene; örtüleriyle örtünene ve örtülerinden soyunmuş olana; âfâkda cemâlini yayana ve cemâlini yaymayana; beyânın güzelliğiyle fikirleri ve akılları esîr edene; ve kalb sırlarıyla rûhları ve sırları kendine yaklaştırana; küllî ihâtasıyla aklı olana dehşet verene ve ilim noktasındaki kemâlâtı toplayana ve örttüklerini açıktan gösterene; ilmî ihâtası dâiresinde herkese üstün olana, ya’nî şu saydığım şeylere yemîn ederek, hakîkat perdelerinin kaldırılmasını ve ifâdeyi açık tarzda söylemesini ricâ ettim.
Yüce makâmında durmakla berâber, o makâmdan indi ve aşağıdaki beyitleri söyledi:
(Beyitlerin Tercümesi)
“Mevcûd olan, yok olan, nefyedilmiş, bâkî hep benim. Algılanan, vehmedilen ve zararlı yılan ve onu tedâvî eden benim. Çözülen, düğümlenen, içilen şarâb ve şarâbı veren yine benim. Servet defînesi, fakr u zarûret ben olduğum gibi, hilkat de, halk da, Hallâk da yine benim.
Benim kadehlerimden içmeye heves etme! Panzehrimin zehri ondadır. Benim hakîkatime doğru girmeye heves etme, o settimle kapatılmıştır. Benim zimâmımı muhafaza etmeye çalışma, bununla berâber mîsâkımı da talep etme; bana vücûd isbât etme!
Ey Bâkî, vücûdumu da kaldırma, kendini benden başka sanma. Aynımdaki görüş keskinliğiyle söylüyorum; kendini benim aynımda sanma! Şu kadar var ki, bu sözle kastettiğim ma’nâyı, şevklerim ve zevklerim gayb ve örtülü eylemiştir.
Beni gördüğün mertebede, sen de ol! O vakit doldurduğum kadehlerimden iç. Belimden kuşağımı çözme! Aynı zamanda kaftanımı da giyme.
De ki: “Ben buyum”; ve de ki: “Ben bu değilim.” Vasıflarımı ve ahlâkımı derin düşün, soğukluk benimledir; Fakat kalbim harâretle yanmaktadır. Ceyhûn’a gark olduğum halde susuzluk içindeyim.
Sırtımda hiçbir şey olmadığı halde, yüküm beni yormuştur. Ağırlıklarımı hem azalt, hem çoğalt. Bana sâkî olan kalbimdeki ilâhî muhabbettir.
Benim hâlimi deve kuşu sana tamâmiyle tasvir eder. Kanatlarıyla kuş, boynu ile devedir. Oysa bu sözden maksadım ne devedir, ne kuştur; benim önde çıkmış bir remz ve işâretimdir.
Ne gözdür, ne gözdeki görmedir. Kirpiklerimin sırrından ileri gelen bir sırdır. Ecel de değil, fânî de değil, bâkî de değildir.”
Yukarıda söz konusu olan bu sır, bir cevherdir ki, onun iki arazı vardır. Bir zâttır ki, onun iki vasfı vardır. O cevherin hüviyeti ilim ve kuvvetlerdir. Ya, alîm ve hakîmden ibâret olup süzgecinden sızarak üç katlı şekilde meydana gelmiştir. Ya’nî soyut olarak zuhûr eden zâtî ilim, sıfâtî ilim, fiillere âit ilimdir. Yâhud hâkimî ilimleriyle sızan kuvvetler olup, hüviyetinin üçte biri üstünde, basîti terkîpli kılmıştır. Hüviyetinin üçte biri zâttır.
Eğer ilim asıldır dersen, kuvvetler fer’dir. Kuvvetler arazdır dersen, ilim fer’dir. Bu ilim iki türlüdür. Biri sözlere âit olan ilim, biri amele âit olan ilimdir.
Sözlere âit olan ilim: Senin sûretinin bütünü üzerine oluşan ve derecendeki “benlik”ten pâk olan örnektir.
Amele âit olan ilim: Hakîmin ilmiyle faydalanmada hidâyete erme vesîlesi ve emîrin verdiği fermânın hükümlerinde tebliğ vâsıtası olan hikmettir.
Aynı şekilde, kuvvetler de iki kısımdır: Biri, ayrıntısal cümlelere âit kuvvetler; birisi de hayâlî cümlelere âit kuvvetlerdir.
İlkinin şartı güzel mizâcdan ve usûlün tam olarak tutulmasından ve fer’lerde nakledilenin sıhhati ile beraber akılda kemâlden hâsıl olan isti’dâddır.
İkincisinden ibâret olan hayâlî cümlelere âit kuvvetlerin şartı, cevherin maddî bir yer kaplama sâhibi ikilik arasında kuvvetli bir ayırt edicilik olmasından ileri gelen kābiliyettir.
Yukarıda “iki vasfı vardır” dediğimiz zâta gelince: O, sen ile benden ibârettir. İlâhımız, seninle benim için; benimle, senin içindir. Sen aklının kabûl ettiği yönden değil, belki hüviyetin i’tibârı ile kulluksal vasıflardansın. Ben aklımın kabûl ettiği bakış açısından değil, belki hakîkatim i’tibârı ile rütbelere âit vasıflardanım. Bizzât kendisine işâret edilen odur. Ben, benliğime bakarak “ben”; aklının kabûl ettiği haysiyyet i’tibârı ile “O Allah” hükümlerindenim. Sen de hilkatin i’tibâriyle “o kul”sun.
Zâtına bak, istersen “ben” i’tibârı ile, istersen “sen” i’tibârı ile; orada bütünsel hakîkatten başka bir şey yoktur.Vahdehû lâ şerîke leh olan Allah’ı tesbîh ederim.