25.Bölüm-Kemâl Hakkında

Kemâl Hakkındadır

Bilesin ki, Allah’ın kemâli, mâhiyetinden ibârettir.

Allah’ın mâhiyeti ise idrâki ve bir varış noktası olmayan mâhiyettir. Allah’ın kemâlinin ne bir son noktası, ne nihâyeti vardır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, kendi “mâhiyetini bilir” ve “mâhiyetinin idrâk edilemeyeceğini de idrâk eder.” Ve ilâhî mâhiyetin ne Hak için, ne de başkası için nihâyeti yoktur ya’nî demek istiyorum ki; Cenâb-ı Hak, zâtî mâhiyetinin kendi nefsindeki hakîkati ile, ne kendisi için, ne başkası için idrâk edilemeyeceğini idrâkten sonra, kendi mâhiyetini bilir.

“Mâhiyetini bilir” dediğimiz,

– Hakk’ın, ilmî ihâtasındaki kemâlden ve bilmeme diye bir şeyin olmayışından dolayı, hak ettiği mertebenin gereğine göredir. “Mâhiyetin ne kendisi için, ne başkası için idrâk edilemeyeceğini idrâk eder” dediğimiz ise, – Kibriyâsı ve nihâyetinin olmayışı yönünden istihkâkının gereğine göredir. Çünkü bir şeyin nihâyeti olmadıkça idrâk edilemez. Ya’nî idrâk edilen şeyin mutlakâ bir nihâyeti vardır. Oysa Cenâb-ı Hakk’ın nihâyeti yoktur. Nihâyeti olmayan bir şeyi idrâk etmek ise mümkün değildir.

Şu halde, Cenâb-ı Hakk’ın mâhiyetini idrâk etmek hükmîdir. İlmî kapsamına ve nefsine bilmemezliğin olmayışı husûsundaki istihkâkına dönüktür. Yoksa mâhiyeti her bakımdan idrâki kabûl eder demek değildir.

Bunu anla!

Bu çok gizli olan mühim bir mes’eledir. Sakın ola ki, bu mes’elede ayakların kaymasın. Bu mes’ele hayret makāmının mes’elesidir. Yine bu ma’nâdan olarak yazdığım uzun bir kasîdeden aşağıdaki üç beyti söyledim.

Tercümesi:

“Ey bütün sıfatlarını cami’ olan Allah’ım! Bana haber ver. Toplu veya ayrıntılı olarak zâtının tamâmını ihâta ettin mi? Yoksa zâtın özü ile ihâta edilmekten yana yüce olduğu için, zâtının ihâta edilemeyeceğini mi ihâta ettin? Zâtının nihâyetinin olmasından seni tenzîh ederim. Ve zâtının, zâtına câhil olmasından da seni tenzîh ederim. Ah!.. Hayret…Tecellîlerindeki hayretten âh!..”

Bilesin ki: Cenâb-ı Hakk’ın kemâli, mahlûkların kemâline benzemez. Çünkü mahlûkların kemâli, zâtlarına katılan ma’nâlar iledir. O ma’nâlar, mahlûkların zâtlarına aykırıdır. Oysa ilâhî kemâl zâtı üzerine ilâve edilen ma’nâlar ile olmayıp, zâtıyladır. Zâtı üzerine ilâve ma’nâlar ile olmaktan Cenâb-ı Hak, son derece yücelik ile yücedir.

Özetle:

Hakk’ın kemâli zâtının aynıdır. Bunun içindir ki, Hak için mutlak olarak ganî oluş ve tam bir kemâl geçerli olmuştur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri için kemâlî ma’nâlar akledilse de, o ma’nâlar zâtının gayrı değildir.

Hakk’ın kendisine mahsûs ihâta edici kemâlinin akledilebilir oluşu, zâtî bir husûstur. Zâtı üzerine ilâve de değildir ve zâtına aykırı da değildir. Hattâ o akledilen kemâlin ta kendisi de değildir.

Böyle bir hüküm, Allah’dan başkası için mümkün olamaz. Çünkü mevcud-lardan her hangi bir mevcûdu bir vasıf ile vasıflasan, o vasfın o mevcudun gayrı olması gerekir. Çünkü mahlûk, kısımlara ayrılmayı ve adetlenmeyi kabûl edicidir. Öte yandan o vasfın o mevcûda nisbetle aynı olması da gereklidir. Çünkü o vasıf, o mevcûdun üzerine gerekli olan bir hüküm demek olduğu gibi, vücûduna terkîb sebebi olan ta’rîfi de demektir.

Örneğin:

“İnsan konuşan hayvandır” desen, bu ta’bîrde;

– “Hayvânlık”, aslında ve akledilebilirliğinde insana aykırıdır. – Yine aynı şekilde “konuşma” da, kendi başına düşünülünce, insana ve hayvanlığa aykırıdır. – Bu böyle olmakla berâber, “hayvân”lığın ve “konuşmak”lığın, insanın ay-nı olması da gereklidir. Çünkü insan, bu ikisinden terkîb olmuştur. Bu ikisi olmadıkça, kendisi için vücûd yoktur. Bundan dolayı insan bu ikisine aykırı değildir.

Bu îzâha göre, mahlûka âid olan vasıf,

– Terkîb olma yönüyle zâtının aynıdır.

Oysa Hak hakkında bu husûs böyle değildir. Çünkü kısımlara ayrılma ve terkîb olma, Hak hakkında mümkün değildir. Hakk’ın sıfatları için “kendinin aynı değildir, zâtının gayrı da değildir,” denilemez;

– Böyle bir ta’bîr ancak, sıfatların adetlenmesi ve bir dîğere zıd olması bakımından, bizim akledişimiz yönüyle olabilir. – O, ya’nî Allah’ın sıfatları, kendisindeki hakîkatiyle demek olan mâhiyeti ve hüviyyeti yönüyle zâtının aynıdır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk için “sıfatları kendinin aynı değildir,” denemez. Bu şekilde de Cenâb-ı Hakk mahlûk hükmünden ayrılır. Çünkü mahlûkun sıfatları, zâtının gayrı değildir, aynı da değildir.

Bu hüküm Cenâb-ı Hak hakkında ancak mecâz yoluyla geçerli olabilir.

Bu bir mes’eledir ki, bunda kelâm âlimlerinin birçoğu hatâ etmiştir. İmâm Muhyiddîn Arabî, bu mes’eleyi bizim îzâhımıza uygun olarak bildirmişse de, onun bu îzâhı bizim bakış açımızdan ve yazdığımız ibâreden farklıdır. Belki başka ta’bîr ile başka ma’nâ ile söylemiştir; O,

“Kelâm âlimlerinin birçoğu “Hakk’ın sıfatları, kendisinin aynı da değildir, gayrı da değildir” dedikleri için yanılmışlardır. Ve “bu ta’bîr işin aslına göre câiz olmayan bir ta’bîrdir,” demiştir.

Biz, ilâhî keşf ile vâkıf olduk ki, Hakk’ın sıfatları, zâtının aynıdır. Fakat bu aynılık, sıfatların adetlenmesi veyâ adetlenmemesi i’tibârı ile değildir. Ben bu mes’elede yüce bir misâl olarak “nokta”yı müşâhede ettim.

– Şunu kastediyorum ki, bu toplu kemâlât, noktanın vücûdunda helâk olmuş olduğu gibi, nokta da kemâlâtın vücûdunda helâk olmuştur. – O, ya’nî nokta ve kemâlât olarak ta’bîr ettiğimiz şeyin, ahadiyyetine ya’nî tekliğine bir sonun olmadığı düşünülmelidir. – Ve o teklikte bir başlangıç önceliği düşünmek de mümkün değildir. Hattâ bu mes’elede öyle gizli, öyle hassas, öyle azîz, öyle celîl şeyler vardır ki, ta’bîr etmek mümkün değildir.

Beytin Tercümesi:

“Anlatmak istemediğim şeylerden oldu olan. Sen hayra yor da haber sorma ondan.”

Şunu da bil ki, bu “nokta” misâli Zât-ı Müteâl’e bağlanmaya lâyık bir misâl değildir. Çünkü misâl, aslında mahlûktur. Hak ise bu verilen misâl gibi değildir; çünkü Hak kadîmdir, halk ise hâdis ya’nî sonradan olmadır. Misâl âleminin anlatım ibâreleri bizzât yaşanılan hakîkat ma’nâlarını yüklenici değildir.

Bizzât yaşanan hakîkatlere âit ma’nâları yüklenebilmesi, bunları tadma husûsunda kemâl yönünden geçmişi olan kimse için olabilir. İbâreler, o zaman bizzât yaşanan hakîkate binek olabilir. Çünkü ibârelerin, mühim bir ilâhî husûstaki mes’eleyi olduğu gibi yüklenmeye tâkatları yoktur. Olsa olsa, o mühim husûstan bir parça alabilirler.

Her kim, “Ya’kûb gibi hüzünlü” olursa, müjdecinin Yûsuf’un gömleğini getirip üstüne atmasıyla gözündeki körlük açılır. Geçmiş bir yaşanmışlık yok ise, talep edilen üzerine idrâkin gerçekleşmesi uzaktır. Eğer ki, îmân ve tasdîk sâhibi olup ve indinde olanı terk ederek, Hakk’ın kendine naklettiği hakîkati alabilirse, o zaman “ev elkâs sem’a ve hüve şehîdun” ya’nî “nakledileni işitebilen ve şâhid olan” (Kâf, 50/37) sırrına mazhar olarak işâret edilen kimselerden olur.

Ya’nî îmânının kuvvetiyle kendisine söylenen sözü tasdîk ederek, aynen müşâhede etmiş gibi olur; ya’nî, geçmişte bizzât hakîkati yaşamışlığı olan keşfedici olur. Keşfedici ise, her tarafı kalb olan kimsedir.

Çünkü Cenâb-ı Hak;

“İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun ev elkâs sem’a ve hüve şehîdun” ya’nî “Muhakkak bunda, kalbi olan veyâhut nakledileni işitebilen ve şâhid olan kimse için hatırlatma vardır” (Kâf, 50/37) buyurmuştur.