26.Bölüm-Hüviyyet Hakkındadır

Hüviyyet Hakkındadır

Hakk’ın hüviyyeti, isimlerinin ve sıfatlarının tamâmı dikkâte alınarak zuhûru mümkün olmayan gaybından ibârettir.

Gûyâ hüviyyet, vâhidiyyetin bâtınına işârettir. Burada “gûyâ” dememin sebebi, hüviyyetin;

– Sıfata, yâhut – Niteliğe, yâhut – Mertebeye, yâhut – İsimler ve sıfatlar i’tibârı olmaksızın mutlak zâta,

tam bir tahsîsinin olmayışından dolayıdır.

Belki hüviyyet, toplu oluşlarıyla ve tek tek oluşlarıyla bunların hepsine işârettir. Hüviyyetin şe’ni, bâtın oluşu ve gayb oluşu bildirmekten ibârettir.

“Hüviyyet” kelimesi gâibte olana işârete mevzû’ olan “hüve” lafzından türemiştir. Cenâb-ı Hak hakkında hüviyyet, gayb olma kavramıyla berâber isimleri ve sıfatları i’tibâra alarak “öz”e ve “zât”a işâretten ibârettir. Aşağıdaki şiir, bunun için söylenmiştir.

Tercüme:

“Hüviyyet, Vâhid olan zâtın gaybıdır.

O hüviyyetin müşâhede ile zuhûru, mümkün değildir.

Gûyâ hüviyyet, batnların şe’ni üzerine olan niteliktir.

Ve bunu da inkâr edecek kimse yoktur.”

Bilesin ki: Bu isim Allah isminden, daha özele dönüktür. “Hüve” Allah isminin sırrıdır, dikkât edersen kendine has yazım şekli üzere “Allah” lafzında mevcûd oldukça, o lafzın ma’nâsı vardır. Ve o ma’nâ Hakk’a dönüktür. Allah lafzının diğer harfleri kaldırılsa, kalan harfler yine de ma’nâyı ifâde eder.

Meselâ, Allah isminden;

– “İlk Lâm” harfi de çıkarılsa, geriye “Lehû” kalır, yine ma’nâsı vardır. – “İkinci Lâm” da çıkarılsa, geriye “He” kalır. Bu “He” de, “Hû”nun aslı olan “He”dir. “Hüve”nin aslı, “Vav” harfi olmaksızın “sâdece Hâ” harfinden ibârettir. “Vav” harfinin ona katılması işbâ’ ya’nî Arapça gramerde harfi doyurmak için ona bir harf ilâve etme türündendir.

Gramerdeki olağan istimrâr ya’nî devamlılık kuralı, bu iki şeyi, bir kelime yapmıştır. “Hüve” ismi, en fazîletli isimdir.

Mekke-i Mükerreme’de 799 yılında ba’zı ehlullâh ile bir arada bulundum. Benimle “İsm-i A’zam” hakkında konuştular. Ve;

“Resûlullâh (s.a.v.) “İsm-i A’zam” hakkında “Bakara sûresinin âhirinde ve Âl-i İmrân sûresinin evvelindedir” buyurmuştur. Bundan anlaşıldığına göre İsm-i â’zam, “Hüve” kelimesidir; çünkü;

– “Vâv” dâ “Âl-i İmrân sûresinin evveli” ta’bîrindeki evvel kelimesinin “Vâv”ıdır,” dediler.

Bu ârifin söyledikleri her ne kadar makbûl ise de, ben “İsm-i A’zam” için başka koku alıyorum. Bu ârif-i billâhın sözünü buraya yazmam, bu ismin şerefine ve nebevî işâretin bu yönde olan bir işâretine dikkât çekmek içindir.

Bilinsin ki, “hüve” zihinde hâzır olan şeyden ibârettir. O hâzır olan ise, histe zâhir olandan, hayâlde gâib olana dönük bir işârettir. Eğer o “gâib olan” diye ta’bîr ettiğimiz şey, hayâlden de gâib olsaydı, kendisine “hüve” lafzıyla işâret edilmezdi. Bundan dolayı “hüve” lafzıyla olan işâret, ancak hâzır olanadır.

Dikkât et! Bir şey zikredilmedikçe, zamîr ona dönük olamaz. Bu zikredilme;

– Ya işâret ile; – Veyâhut erille başlayan cümlelerdeki şân zamîri; – Veyâ dişille başlayan cümlelerdeki kıssa zamîri gibi ya’nî kendilerinden sonra gelen cümlenin ma’nâsını ifâde eden zamirler gibi hâl ile olabilir.

Bu îzâhın anlatmak istediğimize faydası şudur ki, “hüve” lafzı, kendisinde yokluk, veyâhut gayblık, yâhut fenâya âit yokluğa benzeyen şeyin bulunmaması şartıyla, salt vücûd üzerine konmuştur. Çünkü gâib olan, müşâhede edilebilir olmayışı yönüyle yok demektir. Bundan dolayı yok olan şeye “hüve” lafzıyla işâret etmek geçerli olmaz. Bu anlatımdan şu netîceyi alırız ki:

– Hükmün “gaîb olmaklıkla” gerçekleşmesinin sebebi, salt vücûdu seçip ayırıp belirgin bir hâle sokmak mümkün olmadığı içindir. – Salt vücûdu seçip ayırıp belirgin bir hâle sokmak mümkün olmadığı gibi, idrâk dahi edilemez. – Bunun için hüviyyet, kendisine idrâk bağlanmadığı için, gaybdan ibârettir, denilmiştir.

Bu sırrı anla!

Bunu demekle anlayışını zorlamamızın sebebi şudur ki:

Hakk’ın gaybı şehâdetinden ve şehâdeti de gaybından başka bir şey değildir. Fakat insan ve diğer mahlûklardan hiçbir mahlûk böyle değildir. Bunların şehâdeti ve gaybı varsa da, şehâdeti bir yöndendir ve bir i’tibâra göredir. Gaybı da dîğer yöndendir ve dîğer bir i’tibâra göredir. Ammâ Hakk’ın gaybı, şehâdetinin aynı, şehâdeti de gaybının aynıdır.

Daha da doğrusu Cenâb-ı Hakk’ın nefsine göre ne gayb vardır ve ne de şehâdet. Belki O’nun nefsindeki gaybı, kendine lâyık olan gaybtır ve şehâdeti, kendisine lâyık olan şehâdettir. Bunu Cenâb-ı Hak, kendi nefsi için bilir. Bunu bizim akletmemiz mümkün değildir; çünkü Cenâb-ı Hakk’ın gaybını da, şehâdetini de hakîkatıyla bilmek ancak zâtına mahsûstur.