27.Bölüm-Enniyyet (Benlik)

Enniyyet (Benlik) Hakkındadır

Hakk’ın enniyyeti, kendisine mahsûs olan şey ile kendisini ta’rîf husûsunda yine kendine mahsûs kastından ibârettir. Enniyyet, zâhir olanın bâtın olana kapsam oluşu i’tibârı ile Hakk’ın zâhirine işârettir. Cenâb-ı Hak:

– “lâ ilâhe illâ ene” ya’nî “ilâh yok; ancak Ben varım;” (Tâhâ, 20/14)

buyuruyor ki “hüve-hû” lafzıyla işâret edilen hüviyyet, “ene-ben” lafzıyla işâret edilen enniyyetin ya’nî benliğin aynıdır. Bundan dolayı hüviyyet, enniyyette anlaşılmıştır. Bu îzâh bizim “Hakk’ın zâhiri bâtınının ve bâtını da zâhirinin aynıdır; yoksa bir yönden bâtındır, dîğer yönden zâhirdir demek değildir” dediğimizin ma’nâsıdır.

Bir bak! Cenâb-ı Hak bu cümleyi “inne” ya’nî “mutlaka” ile nasıl kuvvetlendirdi.

Sözü “inne” ile kuvvetlendirerek getirmesinin sebebi şudur ki;

– Her hangi bir sözde dinleyenin inkârı olursa, o sözde kuvvetlendirme yapmak zorunludur.

Ammâ dinleyen hayâle âit zihin olursa, kuvvetlendirmeye ihtiyâç yoktur. “Vahdet”te ya’nî “birlik”te bâtın olan ile zâhir olanı bir görme i’tibârında, akıl için tereddüd ve olmayacak bir şey gibi görme vardır. Akıl der ki:

– Ve bir olan şey’i, zâhir ve bâtın kısımlarına ayırmanın faydası nedir? – Nefsin bu mes’elede ya tereddüdü yâhut inkârı vardır.

Onun için Cenâb-ı Hak “inne” ya’nî “mutlaka” lafzıyla kuvvetlendirerek, Hz. Mûsâ’ya;

– “Ene” lafzıyla işâret edilen zâhir enniyyetin ya’nî benliğin aynıdır; – Ve sen bu ikisi arasında herhangi bir yönden gayrılık, yâhut ayrılık, yâhut kopukluk vardır, diyerek yanlış zannda bulunma!” dedi.

Ve sonra, bu ma’nâyı gramer kuralı olan “bedel” kâidesiyle ya’nî “sıfatı ile berâber söylenen bir şeyde (enallâhu sözünde) kastın sıfat (ene) değil de zât (Allah) olması şeklinde tefsîr etti. Bedel dediğimiz, zâtî âlemden ibâret olan “Allah” ismidir.

Ve bunda ulûhiyyetin içine aldığı toplayıcılığa ve kapsama işâret vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak Mûsâ’ya: “Hakk’ın bâtın oluşu ve gaybı, zâhir oluşu ve şehâdetinin aynıdır” diyerek, bu mes’elenin ulûhiyyet hakîkatinden olduğunu îkâz etti. Çünkü ulûhiyyet, kendisindeki ahadiyyet ya’nî teklik hükmüyle ve gayrılık oluşumunda dahî, zıtlığın olmaması i’tibârı ile iki zıdda kapsam olmayı gerektirir. Bu mes’ele, hayret mes’elesidir.

Sonra Cenâb-ı Hak “innehû enallâhu” ya’nî “mutlaka O (Hû), Ben Allah’ım” cümlesini, “lâ ilâhe illâ ene” ya’nî “ilâh yok; ancak Ben varım;” ile tefsîr etti. Ya’nî “İbâdet edilen ilâhlar, benden başka değildir.” O putlarda ve feleklerde ve tabîatlarda ve her millet ahâlîsinin ibâdet ettiği şeylerde, kudreti zâhir olan benim. “Zuhûr yeri olmaları i’tibârı ile o ilâhların hakîkatte hepsi benim” demektir. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, “ilâhe” kelimesini kullandı ve onları bu “ilâh” kelimesiyle isimlendirdi.

Bu isimlendirme, onların tefekkürleri yönünden hakîkatte Hakk’ın hakîkî ma’nâda isimlendirilmesidir, mecâzî isimlendirme değildir. Yoksa zâhir ehlinin bu mes’elede: “Hakk’ın bu ta’bîr ile kastı, onların “ilâh” ismini vermeleri yönündendir; yoksa hakîkatte onların kendilerinde bu isimlendirmeyi yapabilmeleri yönünden değildir” diye zannettikleri gibi değildir. Bu, onlardan ya’nî zâhir ehlinden çıkan bir hatâ ve Hakk’a iftirâdır. Çünkü;

– Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, eşyânın aynıdır ve ilâhlıkla isimlendirilmesi, hakîkî isimlendirmedir. Perde ehlinden olan taklîdçilerin zannettiği gibi, mecâzî isimlendirme değildir. – Eğer öyle olması gerekseydi, sözün meali: “O taşlar, o yıldızlar, o tabîatlar, o şey’ler ki, siz onlara ibâdet ediyorsunuz; bunlar ilâh değildir, benden başka ilâh yoktur, bana ibâdet ediniz!” demek olurdu. – Oysa Cenâb-ı Hak, o inanç sâhiplerine, onların, o ilâh zannettikleri şeylerin sâdece zâhirinden ibâret olduğunu beyân ederek, bu duruma göre ulûhiyyet hükmünün bahsedilen şeylerde hakîkat olduğunu bildirmek istedi. – Onların hakîkat olduğunu bilmeyerek bu zuhûr yerlerine karşı yaptıkları ibâdetin, hakîkatte Allah’a dönük olacağını beyân ederek “Lâ ilâhe illâ ene” dedi. – Demek istiyor ki: İlâh olarak isimlendirilen her şeyin hakîkati benim. Âlemde benden başkasına ibâdet edilmesi mümkün değildir. – Benden başkasına nasıl ibâdet edebilirler? Ben onları, bana ibâdet etmeleri için halk ettim. Ve bu âlemde benim halk ettiğim şeyden kastım ne ise, ondan başka bir şeyin olmasına imkân yoktur. İşte Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v)’in bu makâmda “Kim ne için halk edilmişse, o şey kendisine kolaylaştırılmıştır” buyurması, bu inceliğe dayanmak-tadır. Ya’nî “Hakk’a ibâdet husûsunda ne için halk edilmişse” demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak; – “Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya’budûn” ya’nî “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye halk ettim” (Zâriyât, 51/56); aynı şekilde, – “Ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî” ya’nî “Her şey hamdı ile O’nu tesbîh eder” (İsrâ, 17/44) buyurmuştur. Özetle, Cenâb-ı Hak Hz. Mûsâ’ya şöyle tenbîh ediyor: “O ilâhlara ibâdet edenler, Cenâb-ı Hakk’a ibâdeti o zuhûr yerlerine tahsîs ederek ibâdet etmişlerdir. Yâ Musâ! sen Cenâb-ı Hakk’a bütün zuhûr yerleri yönünden ibâdet et! “Lâ ilâhe illâ ene” dememin ma’nâsı budur. Ya’nî hakîkatte benden başka ilâh yoktur. Onların ilâh dedikleri şeylerin hepsi, benim!”

Cenâb-ı Hak bu hitâbı Mûsâ’ya:

“Ene” ya’nî “Ben”, Allah ismiyle mertebesine işâret edilen “hüve”nin ya’nî hüviyyetin aynıdır. Bundan dolayı, Yâ Mûsâ, bana hüviyyetin aynından ibâret olan zuhûr yerlerinin hepsini toplamış olan “enniyyet” yönünden ibâdet et!” diye bildirdikten sonra yapmıştır.

Bu hitâb, Cenâb-ı Hakk’ın peygamberi olan Hz. Mûsâ’ya bir inâyetidir. Şöyle ki, Hz. Mûsâ bütün zuhûr yerleri i’tibârı ile ibâdet edince, Cenâb-ı Hakk’a bir yönden ibâdet edip, dîğer yönden ibâdet etmeme kusûrundan kurtulmuş olur. Bir yönden ibâdet edip, dîğer yönden ibâdet etmese, ibâdet etmediği yönden Hakk’ı kaybetmiş olurdu.

Bundan dolayı bir yönden hidâyete nâil olsa da, dîğer yönden dalâlete düşmüş olurdu. İşte farklı din anlayışlarına sâhip olanların ilâhî yoldan sapmakla dalâlete düşmesi, ibâdeti bir yöne tahsîs etmelerindendir.

Fakat “Lâ ilâhe illâ ene” ifâdesiyle şerh ve Allah ile tefsîr edilen enniyyetin, hüviyyetin içeriğindeki;

– Ve tecellîleri; – Ve işleri; – Ve gerekleri; – Ve ilâhî kemâlâtın hepsini toplamış olan enniyyet noktasından Cenâb-ı Hakk’a ibâdet edilirse, o ibâdet lâyık olduğu şekilde bir ibâdet olur.

İş bu ma’nâya Cenâb-ı Hak Kur’an’da “Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûhu, ve lâ tettebiûs subule fe teferreka biküm an sebîlih” ya’nî “Ve muhakkak bu doğru yoldur. Öyleyse ona tâbi’ olun ve doğru yoldan ayrılmanıza sebep olacak olan farklı yollara tâbi’ olmayın” (En’âm, 6/153) âyet-i kerîmesiyle işâret etmiştir.

Farklı yollara ve inançlara tâbi’ olanlar da Allah yolu üzerine ise de, farklı yollara tâbi’ olmakla ayrılığa düştüklerinden, inançlarına şirk ve inkâr girmiştir.

Ammâ tevhîd ehli olan Muhammedîler böyle değildir. Onlar hakîkî yol üzerinedir. Hangi kul Allah yolu üzerine yürürse; “Kendine ârif olan, Rabb’ine ârif olur” sırrı kendine açılır. Bu sır kendisine açıldıktan sonra Allah’a hakkıyla ibâdetin yolunu arar.

Hakkıyla Hakk’a ibâdet ise, ilâhî isimlerin ve sıfatların hakîkatiyle tahakkuk etmekle olur. Bu anlatılan ibâdeti yapan kul, Hakk’ın zâhir ve bâtın şey’lerin aynı olduğunu bilir. Ve bunu bilince Hakk’ın Mûsâ diye ta’bîr edilenin aynı olduğunu bilir.

O zaman Mûsâ, Hak için hakîkati bularak, hakkıyla ibâdet etmenin yolunu tam anlamıyla bulmak için, ilâhî isimleri ve sıfatları gerektiren kemâlâtın icâblarını Hakk’ın kendine ne şekilde bildirdiğini taleb etmeye başlar. Oysa bunu da seçip ayırıp, belirgin bir şekle sokmak mümkün değildir.

Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk’a hakkıyla ibâdet etmek de mümkün değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, sonsuzdur ve isimlerinin ve sıfatlarının da sonu yoktur. Sonuç olarak hakkıyla ibâdet etmenin de sonu yoktur. Bu makâmda Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v):

“Yâ Rabbî, seni hakkıyla bilemedik ve senin kendini senâ ettiğin gibi sana hakkıyla ibâdet edemedik” buyurmuştur. Bu makâmda Hz. Sıddîk (r.a) da: “İdrâk etmekten yana âcizlik, bir tür idrâktir” buyurmuştur.

Ben aşağıdaki beyitleri bu ma’nâ için yazdım.

Tercümesi:

“Ey ma’nâsı akılları hayrete düşüren sûret! Ey oluşumu varlıkları gaflete uğratan dehşet! Ey sonların, en son noktası! Ve ey sonsuzluğun sonu! Ki ma’nâsını düşünürken en akıllıyı hayrete düşüren! Kereminle kendini hakkıyla senâ etmek, yine sana âittir. Sen hamd ü senada, senâ edenden ve ortaktan münezzehsin.

Akıllı kimse seni idrâk ile emeline nâil olamaz. Büyüklük ve azamette senin bir sonunun olmasından seni tenzîh ederim. Benim seni bilmek husûsunda bilgim kusûrumu i’tirâf etmekten ibârettir. Seni idrâke ulaşmaktan âciz olmak, bizim için idrâktir.”

Ba’zen de sûfîler, enniyyeti kul kavramı üzerine verirler. Çünkü enniyyet ya’nî benlik, hâzır olup müşâhede edileni bildirir. Her müşâhede edilenin hüviyyeti ise onun gaybıdır. Bundan dolayı hüviyyeti gayba ya’nî Hakk’ın zâtına, enniyyeti de şehâdete ya’nî akledilir olan kula verdiler.

Bu hassas bir noktadır, bunu anla!