Ezel Hakkındadır
Ezel, “öncelik” kavramından ibârettir. O ya’nî “ezel” öncelikle, “Cenâb-ı Hakk’ın kemâlindeki zâtî gerekliliğiyle hükmedilmiştir” demektir. Yoksa, sonradan olanlar üzerine uzun bir zamân ile Hakk’ın öne geçişi ma’nâsına olarak “ezel” denilmemiştir.
Ârif-i billâh olmayan kimselerin anlayışına ikinci şıkkın gelmesi, onların noksânı olup, Cenâb-ı Hak ondan son derece yücelik ile yücedir. Ezele, bu şekilde ma’nâ verilmesinin bâtıl olduğunu bu kitâbın daha önceki kısımlarında izâh ettik.
– Ezeliyyette hiçbir zaman değişim yoktur. – Ebedlerin ebedinde de ezelî olarak zevâl bulmayandır.
Ebedin ma’nâsı, bu bölümü tâkib eden bölümde inşâllâh beyân olunacaktır. İşte Cenâb-ı Hak hakkındaki ezel, yukarıda îzâh edildiği şekildedir.
Sonradan olan vücûd için de ezel vardır. Sonradan olan vücûdun ezeli, sonradan olanın vücûduna öncelik kazanan zamândan ibârettir. Bundan dolayı her sonradan olanın ezeli, dîğer sonradan olanların ezelinden başkadır. Bu îzâha göre ma’denin ezeli, bitkinin ezelinden başkadır. Çünkü ma’den bitkiden evveldir. Ne kadar bitki varsa, onların vücûdu, ma’denin vücûdundan sonradır. Şu halde bitkiye göre ezeliyyet, ma’denin vücûdu zamanı olur.
Ya’nî ma’denin vücûdundan daha evvelki zaman, onun ezeli demek değildir.
– Cevherin ezeli de, heyûlânın vücûdu zamânıdır. – Heyûlânın ezeli de hebânın vücûdu zamanıdır. – Hebânın ezeli de, tabîatların vücûdu zamânıdır. – Tabîatların ezeli de, unsurların vücûdu zamânıdır. – Unsurların ezeli de, illiyyînin vücûdu zamanıdır. – “İlliyyîn” dediğimiz, “kalem-i a’lâ, akıl, rûh” olarak isimlendirilen melek ve benzeri şeylerdir. İşte bunların ve âlemin tamâmının ezeli, “hazret kelimesi”dir. – “Hazret kelimesi” dediğimizin ma’nâsı ise, Cenâb-ı Hakk’ın bir şeye “Kün-Ol!” dediği anda, onun vücûd bulması demektir.
Ammâ mutlak ezele Cenâb-ı Hakk’ın kendisinden başka hiç bir şeyin hak edişi yoktur. Mahlûklardan hiçbir şeyin mutlak ezelde ne hükmen, ne de aynî olarak vücûdu yoktur.
Yolumuz sâliklerinden bir zât “Ezelde biz Allah’ın indinde idik” demişse de, onun dediği ezel, halk ezelidir. Yoksa Hakk’ın ezeliyyetinde, halktan hiç bir şey mevcûd değildir. Hakk’ın ezeli, “ezellerin ezeli”dir. Bu ezellerin ezeli, Hak için zâtî hükümdür, ona zâtî kemâliyle hakedicidir.
Bilinsin ki, “ezel” ne vücûd ile ne de yokluk ile vasıflanamaz.
– Yoklukla vasıflanamaması, bağıntıdan, hükümden, salt yokluktan evvel olmasından dolayıdır. Ne bağıntıyı, ne de hükmü kabûl etmez. Onun için kendisinden hükmî vasıflandırma kalkıcıdır.
Özetle, Hakk’ın ezeli ebedi; ebedi ezelidir.
Bilinsin ki, Hakk’ın ezeli, kendisine mahsûs olduğu için, halk kavramı o ezelde ne hüküm olarak, ne de aynî olarak mevcûd değildir. Çünkü Hakk’ın ezeli kendine mahsûs olan öncelik hükmünden ibârettir. Bundan dolayı Hakk’ın o önceliğinde halk için hiçbir yönden hüküm yoktur. Burada,
Çünkü halk için ilmî vücûd ile hükmedilse, halkın Hakk’ın vücûdu ile berâber mevcûd olması lâzım gelir. Oysa Hak, bu yaptığımız îzâhı “Hel etâ alel insâni hînun mined dehri lem yekun şey’en mezkûrâ” ya’nî “İnsan üzerinden “hîn” ya’nî öyle bir zaman geçmedi mi, ki “dehr”de zikredilir bir şey değildi” (İnsân, 76/1) âyetiyle te’yîd etmiştir. Bu âyette âlimlerin hepsi, “hel” ya’nî “mi” edatının, kesinlik ifâde eden “kad” edatı ma’nâsında olduğunda birleşmişlerdir. Bu durumda âyet-i kerîmenin ma’nâsı “İnsan üzerine “hîn” ya’nî öyle bir zaman geçmiştir ki, insan “dehr”de zikredilir şey’ değildi” demektir.
Bu âyette “dehr” Cenâb-ı Hak’dan ibâret;
“hîn” ilâhî tecellîlerden bir tecellî demektir.
– Âyetteki “lem yekûn şey’en” ya’nî “şey’ değildi” ifâdesi “onun o tecellîde vücûdu yoktu” ma’nâsınadır. “O tecellîde vücûdu yoktu” dediğimiz, aynî ve ilmî vücûdu da kapsamaktadır. Çünkü insan o tecellîde zikredilir şey’ olmadığı için, ma’lûm değildir.
İşte bu bahsedilen tecellî, Hakk’ın kendisine mahsûs olan ezelidir.
Ammâ Cenâb-ı Hakk’ın ezelde rûhlara buyurduğu “e lestü birabbiküm, kâlû belâ” (A’râf, 7/172) “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? Evet! dediler,” şeklinde olan rivâyete gelince:
– Dikkat et! Cenâb-ı Hak, o rûhları “min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehüm” ya’nî “Âdemoğullarının zuhûrundan zerrelerini çıkardım” diyor. Bunun ma’nâsı ise, ma’lûmâtın ilmî âlemde taayyün etmesi hâlinden ibârettir. Rûhları zerrelere benzetmesi, gâyet latîf oldukları içindir. – Cenâb-ı Hakk’ın onlara “e lestü birabbiküm” ya’nî “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” buyurması, onlarda ilâhî isti’dâd oluşturmasından ibârettir. – Rûhların da “belâ” ya’nî “evet” cevâbını vermesi, ilâhî zuhûr yerleri olmayı kabullerine sebeb olan kābiliyyet ve isti’dâdlarına işârettir. – Cenâb-ı Hakk’ın onlara, “e lestü birabbiküm” tarzında sorması, onlara ihsân ettiği isti’dâdın gereklerini bildiği için ve kendilerine verdiği fıtrî kābiliyyetin rubûbiyyeti kabûl ederek, inkâr edemeyeceğini bildiği içindir. Onun için rûhlar, “belâ” ya’nî “evet” cevâbını verdi.
Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da onlara bu şekilde şâhidlik etmesi, bizim kıyâmet gününde onların rubûbiyyete îmân ettiklerine ve tevhîde inanmış olduklarına şâhidlik etmekliğimiz içindir. Çünkü biz, ya’nî “Ümmet-i Muhammed” kıyâmet gününde insanlar üzerine şâhid olacağız. Kıyâmet gününde meleklerin o rûhlara küfür veyâ inkâr isnâd etmeleri makbûl değildir. Çünkü bu şâhidlik, onlar için işin esâsı yönünden oluşmuş değildir. Çünkü melekler örneğin küfür zannettikleri şeyin bâtınına olan ilâhî bilgiye vâkıf değildirler.
Bundan dolayı onların şâhidliği işin hakîkatinden dolayı olmayıp, bizim şâhidliğimiz işin hakîkatine dayanmaktadır. Çünkü bu hakîkati Cenâb-ı Hak bize haber vermiştir. Bundan dolayı bizim delîlimiz, apaçık sağlam bir delîldir; çünkü bizim delîlimiz Cenâb-ı Hakk’ın halka karşı saâdetle olan şâhidliğinin delîli demektir. Meleklerin delîli bâtıldır; çünkü melekler zâhire göre hükmetmektedirler. Meleklerin hükümleri, zâhirden başkasına bağlanmaz.
Görmüyor musun, Âdem (a.s.) kıssasında Âdem’in yeryüzünde bozgunculuk yapacağına hükmederek ve kendilerinin Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ve takdîs ettiklerini düşünerek, “biz ıslâh edicileriz” dediler.
Oysa Âdem’in bâtınında olan rahmânî hakîkatler ve rabbânî sıfatlar hakîkati yönünü de düşünemediler. Cenâb-ı Hakk’ın Âdem üzerine sıfatlarıyla tecellîsi ortaya çıkınca ve melekleri ve diğerlerini ihâta eden ilâhî ilim sıfatının Âdem’de bulunduğunu meleklere bildirince “subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ” ya’nî “Sen subhânsın. Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yoktur” (Bakara, 2/32) i’tirâfını yaptılar.
Bu da gösteriyorki onların bu âyet-i kerîmedeki ilimleri kayıtlı ilimdir, ya’nî zâhire bağlıdır. Ammâ Âdem böyle değildir. O, eşyâyı mutlaklık üzere ilâhî ilim ile bilir. Çünkü ilâhî ilim ile kasıt, Âdem’in bahsedilen bu ilmidir.
– Hakk’ın zâtı, onun, ya’nî Âdem’in zâtıdır.
Bu sırrı iyi anla!