30.Bölüm-Kıdem Hakkındadır

Kıdem Hakkındadır

Kıdem, zâtî zorunlu oluş hükmünden ibârettir. Zatî zorunlu oluşu Hak için, Hakk’ın “Kadîm” ismi zâhire çıkarmıştır. Çünkü her, zâtıyla zorunlu olan şeyin vücûdu, yokluk ile öne geçici olamaz. Her, yokluk ile öne geçmeyen şeyin de, hükümde kadîm olması zarûrîdir. Yoksa Allah kıdemden yana da yücedir. Çünkü kıdem, kadîm üzerine zamanın geçişinin uzamasından ibârettir. Hak bundan yana yücedir.

Şu halde Hakk’ın kıdemi, zâtî zorunlu oluşuna lâzım olan hükümden ibâret-tir. Yoksa Allah ile halk arasında her ikisini cem’ eden vakît ve zaman yoktur. Belki Allah’ın vücûdunun, mahlûklarının vücûduna önceliği, “kıdem” denilen şeydir. Mahlûkların sonradan olması, onu vücûda getiren mûcide ihtiyâcından dolayı olup, “sonradan olan” ismiyle isimlendirilen de budur.

Sonradan olan için ikinci bir ma’nâ daha vardır. O da zikredilir bir şey’ değilken, bir şeyin vücûdunun zâhir olmasından ibârettir. Çünkü mahlûk hakkın-da lâzım ve bilinmiş olan sonradan olma, o mahlûkun kendisini vücûda getiren mûcide ihtiyâcından başka bir şey değildir. İşte mahlûka “sonradan olma” ismini gerektiren şey, bu ihtiyâç hâlidir.

Mahlûk, ilâhî ilimde mevcûd olmakla berâber, vücûdun kendisinde sonra-dan olmuş olandır. Çünkü kendisini vücûda getiren bir mûcide ihtiyâç duymaktadır. Bundan dolayı zuhûrundan önce ilâhî ilimde mevcûd olsa da, mahlûka kadîm ismini vermek doğru olamaz. Çünkü mahlûkta başkasının vücûduyla mevcûd olmak, aslî hükümdür. Şu halde mahlûkun vücûdu, Hakk’ın vücûdu üzerine sâbitlenmiştir. İşte, “sonradan olma”nın “ikinci ma’nâ”sı budur.

Bu izâha göre ilâhî ilimdeki sâbit ayn’lar sonradan olmuştur; bu i’tibâra ve bu bakış açısına göre kadîm değildir.

Bu mühim bir mes’eledir ki, irfân imâmları bu mes’elede gaflet etmişlerdir. İrfân imâmlarından hiç birisi yoktur ki, izâhında sâbit ayn’ların kıdemine hüküm vermeye dâir sözü olmasın.

Sâbit ayn’ların kıdemini söylemek de mümkündür. Fakat bu da, başka bir i’tibâra ve başka bir bakış açısına göredir.

İşte onu da sana izâh ediyorum:

– “Kıdem” de, zâtî zorunlu oluştan ibârettir. Çünkü Hakk’ın sıfatları, ilâhî hükümler yönünden bakıldığında cenâb-ı âlîsine lâyık olan her şeyde zâta katılmıştır. – İlme ilim denilmesi, ma’lûmun vücûdu olmaksızın geçerli olamaz. Çünkü, âlimin vücûdunun olmayışıyla, ilmin ve ma’lûmun vücûdu nasıl muhâl ise, ma’lûmsuz ilmin de vücûdu muhâldir. – Bundan dolayı sâbit ayn’lardan ibâret olan ma’lûmat, kıdem hükmünde ilme katılmıştır. – Bu durumda ma’lûmat, Hakk’a bağlanmakla kadîm, kendi mevcûdiyetlerine göre ise sonradan olandır. – Şu halde halk, Hakk’a sonradan katılma hükmü ile katılmış demektir. Çünkü halka âit vücûdun Hakk’a dönmesi,emr-i vâkî’ yönüyle aynî bir husûs, zâtları i’tibârı ile hükmî bir husûstur.

Bu öyle mühim bir mes’eledir ki, bunu kâmil ferdlerden başkası idrâk edemez. Çünkü, ilâhî yaşantıdan olan bu tür yaşantı, tahkîk ehline mahsûstur. Diğer ârif-i billâh olanların bu yaşantıda nâsibi yoktur.

İşte bu şekilde mahlûklar hakkında;

– Kıdemin hükmî bir husûs; – Sonradan olmanın aynî bir husûs olmasından dolayı, biz mahlûkların zâtları i’tibârı ile hakedişlerini hüküm yönünden, kendilerine olan bağıntı üzerine takdîm ettik. O hüküm dediğimiz ise, ilâhî ilmin onlara bağlantısıdır. Bunu anla!

Özetle;

– Halkın sonradan olan olması da, halk için zâtî zorunlu hükmî bir husustur.

Bu izâha göre mahlûklara “hüviyyetleri i’tibârı ile Hak’tır” denemez. “Hak’tır” denilebilmesi, Hakk’a delîl oluşları i’tibâra alınarak, hüküm yönündendir. Yoksa Hak aslında, zâtı yönünden eşyânın kendisine katılmasından münezzehtir. Eşyânın Hakk’a katılması, ancak hüküm yönündendir.

İşte bu izâh ettiğimiz sonradan katılmanın, zâtî sonradan katılma olduğu keşf sâhibi ârif için âşikâr olsa da, o ârifin bu vâkıf oluşu, kābiliyetinin derecesine göredir. Yoksa, Hakk’ın kendinden kendine karşı olan ilmi gibi değildir.

Şeriât lisânlarının bu konudaki izâhları, Hakk’ın zâtına mahsûs kemâl ile ferdliğini açıkça anlatmaktadır. Şerîatın konulması, işin hakîkâti üzerine gerçekleşmiştir. Yoksa konulan şerîat, hakîkâtlerin hakîkatine vâkıf olmayanın zannettiği gibi değildir. Hakîkâtlerin hakîkatine vâkıf olmayanlara ba’zı şeyler zâhir olsa da, ba’zı şeyleri de kaçırırlar.

Bundan dolayı o kişiler;

– “Şerîat konulması, zâhir kabuktan ibârettir” der.

Bilmez ki konulan şerîat, işin hakîkâtinin içini de, dışını da toplamıştır. Hz. Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v), emâneti hakkıyla ifâ etmiş ve ümmetine hakkıyla nasîhatını yapmıştır. Hiç bir hidâyet bırakmamıştır ki, lâzım gelen tenbîhi yap-mamış olsun. Hiç bir ilâhî bilgiyi terk etmemiştir ki, o ilâhî bilgiye hidâyet eylemesin. O Risâlet-meâb ne güzel kâmil emîn, ne güzel âlim-i billâh âmilidir!

Netîce: Kıdem, vücûdu zorunlu zât için hükmî bir husûstur.

Ezel ile kıdemin farkına gelince;

– Ezel, Allah için öncelik kavramından ibârettir. Yâ’nî ezel, Hakk’ın eşyâdan evvel vücûdunu ifâde eder. – Kıdem ise Hakk’ın yokluk ile öne geçici olmadığını ifâde eder. Yâ’nî eşyâya nisbetle olan önceliğinde, yokluğun öne geçmesi yoktur.

Bundan dolayı ezel ile kıdem, aynı ma’nâya gelmez. Bunu anla!

Manzûmenin Tercümesi:

“Kadîm, vücûdu zorunlu olandır. Cenâb-ı Hâlık için bu şekilde hüküm zorunludur. Allah’ın kıdeminde müddet yâhut bir diğerini ta’kîb eden zamanlar kavramlarını dikkâte alma. Hakk’a, zatî husûs olan kıdemi bağla. O zâtî husûstan dolayıdır ki, Hakk’ın zâtî zorunlu oluşuna hüküm zorunludur.

Bunun ma’nâsı, Hakk’ın vücûdu, yokluğa gitmekle ile öne geçmiş değildir. Ve vücûdu yokluğa ma’rûz kalarak, kesintiye uğramaz ve zâil olmaz. Belki Hak, zâtındaki ganî oluşundan dolayı “Kadîm” ismini almıştır. Bu hüküm, dâimî bir hükümdür.”