33.Bölüm-Ümmü’l Kitâb Hakkındadır

Ümmü’l Kitâb Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

“Ümmü’l-Kitâb’ın özü, ilâhî zâtta bir nokta olup, sıfatların neş’eti o nok-tadandır. Ümmü’l-Kitâb, mürekkeb gibidir. Harfler, o mürekkebden tertîblenme hükmüyle vücûd yaprağı üzerinde âşikâr olur. Harf-lerden noktasız olanlar, zâtıyla kadîm olana bağlı olanlardır. Noktalı olan harfler, sonradan olanlardan ibâret olup, o sonradan olanlar o noktalar üzerine ârızdır. Harfler ne zaman birleştirilirse, kelimeler oluşur. İşte o kelimeler, mahlûkların aynıdır.”

Bilinsin ki, “Ümmü’l-Kitâb”, zâtî künhün ya’nî özün mâhiyetinden ibârettir. Bu mâhiyete, ba’zı yönler i’tibârı ile “hakîkatlerin mâhiyetleri” ta’bîr edilmiştir. Hakîkatlerin mâhiyetlerine isim, nitelik, vasıf, vücûd, yokluk, hak, halk gibi ta’bîrler kullanılamaz.

– Bundan dolayı zâtın özünün mâhiyeti, “Ümmü’l-Kitâb” olmuştur.

Çünkü vücûd ya’nî “Kitab”, zâtın özünün mâhiyetinde ya’nî “Ümmü’l Kitâb”ta harflerin mürekkebde bulunuşu gibi bulunmaktadır, ister noktasız harfler olsun, isterse noktalı harfler olsun. Mürekkebe hiçbir harfin ismi verilmez. Bunlar hakkında biraz ileride izâhlar verilecektir.

Harflerin isimlerinden hiç bir harfin ismini mürekkebe vermek câiz olmadığı gibi, zâtın künhünün mâhiyetine de “vücûd” ve “yokluk” isimleri verilemez. Çünkü zâtın künhünün ya’nî özünün mâhiyeti, akledilebilir işlerden değildir. Akledilemeyen üzerine bir şey ile hükmetmek ise muhâldir. Bundan dolayı zâtın özünün mâhiyetine “Hak’tır” yâhut “halktır”, “gayrdır ve ayn’dır”, denilemez.

Hakk’ın künhünün mâhiyeti öyle bir mâhiyettir ki, hiç bir ta’bîrin sınırlaması altına giremez. Hangi ta’bîr ile ta’bîr edilse, her yönden o ta’bîrin zıddını da kapsamına alır.

– Bir i’tibâra göre zâtın özünün mâhiyeti eşyânın mahâlli ve vücûdun çıkış yeridir.

Vücûd, o mâhiyette bi’l-fiildir. Hurma ağacının hurma çekirdeğinde potansiyel olarak bulunuşu gibi, vücûdun da hakîkatlerin mâhiyetlerinde potansiyel olarak bulunduğunu akıl gerekli kılarsa da, mânevî müşâhede vücûdun o mâhiyette potansiyel olarak olmayıp, fiilen olduğunu bildirmektedir. Hakîkatlerin mahiyetinde vücûdun fiilen olması ilâhî zâtî gereklilik icabındandır. Şu kadar ki;

– Mânevî müşâhede ise böyle değildir. Çünkü, mânevî müşâhede, tafsilin icmâlde bâkî olduğu tasavvur edilmek üzere, o icmâl olanı sana tafsîlli olarak bildirir.

Bu keşfe âit müşâhedeye dayalı bizzât yaşanan bir husûstur. Akıl bunu fikrî bakış açısı yolundan idrâk edemez. Akıl ancak, bu mahalle kadar yükselir ve eşyâ kendisinde tecellî edici olursa, o zaman bu hakîkâtı olduğu gibi kabul ve idrâk edebilir.

Bu izâhlardan;

– “Kitâb”ın mutlak vücûddan ibâret olduğu ve; – Vücûd ve yokluk ile kendisi üzerine hükmedilemeyen şeyin de, “Ümmü’l-Kitâb” olduğu senin için belli oldu.

Şurası da belli oldu ki, “Ümmü’l-Kitâb” dediğimiz, hakîkatlerin mahiyetinden ibârettir. Çünkü “Kitâb”, ondan doğmuş gibidir. Çünkü, “Kitâb”ta mâhiyetin künhünün ya’nî özünün iki vechinden sâdece biri vardır. Çünkü mâhiyetin vechinin biri;

– Yokluktur.

Bunun içindir ki, mâhiyetin özü ya’nî “Ümmü’l Kitâb”, vücûd ve yokluk ta’bîrlerini kabul etmemiştir. Çünkü mâhiyetin özünde çeşitli vecihlerden her hangi bir vech bulunursa, zıddının da mevcûd olduğuna şübhe yoktur.

Şu halde Cenâb-ı Hakk’ın peygamber lisânı üzerine indirdiği “Kitâb”, hakîkatlerin mâhiyetinin ya’nî “Ümmü’l Kitâb”ın iki yönünden birisi olan mutlak vücûd hükümlerinden ibârettir. Bu durumda mutlak vücûdu bilmek, “Kitâb”ı bilmek demektir. Cenâb-ı Hak bu hakîkâte;

– “Ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubîn” ya’nî “Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, “Kitâb-ı Mübîn”de bulunmasın” (En’âm, 6/59); – “Ve külle şey’in fassalnâhu tafsîlâ” ya’nî “Herşeyi tafsîlli olarak açıkladık” (İsrâ, 17/12) âyetleriyle işâret etmiştir.

“Ümmü’l-Kitâb”ın zâtın özünün mâhiyetinden ve “Kitâb”ın da mutlak vücûd’dan ibâret olduğunu bildikten sonra, şurası da bilinsin ki;

Sûreler; Kemâle dönük tecellîlerden ibâret olan zâtî sûretlerden ibârettir. Her sûrede, o sûreyi diğer sûrelerden fark ve ayırt edecek özel ma’nânın bulunması zarûrîdir. Şu hâlde her kemâlî ilâhî sûret için, zâtî bir şe’n zarûrî olup, o sûret, o zâtî şe’n ile diğerlerinden ayrılır.

Eğer sözün uzamasını gerektirme-seydi,Allâh’ın Kitâb’ından her sûrenin ilâhî sûreti hakkında gerekli tenbîhleri ve tafsîlâtı yapardık.

Âyetler; Cem’in ya’nî bir araya getirmenin hakîkatlerinden ibârettir. Her âyet, özel ma’nâsı i’tibârı ile ilâhî toplamaya delîl olur. O ilâhî toplama, okunan o âyetin ifâdesinden anlaşılır. Her toplama için de, bir cemâlî isim ve celâlî ismin bulunması zarûrîdir. O toplamadaki ilâhî tecellî, o isim dikkâte alınarak algılanır.

“Mevcûdda âyet, cem’den ibârettir” dedik. Çünkü âyet, çeşitli kelimelerden oluşmuş bir tek ibâredir. Cem’ ise, Hakk’a dönük ilâhî bir tek göz ile, farklı farklı müşâhede edilen eşyâdan başka bir şey değildir.

Kelimeler; İlâhî kelimeler, aynî mahlûkların hakîkatlerinden ibârettir. “Aynî mahlûklar” ise, “şehâdet âleminde taayyün eden mahlûklar” demektir.

Harfler; İki kısımdır;

– Noktasız olan harfler ise, iki türdür. – Bir türüne başka harfler bağlanırsa da, kendileri başka harfe bağlanmazlar. Bunlar beştir: Elif, Dâl , Ra , Vav, Lâm-elif Bunlar kemâle âit gereklere işârettir. Kemâle âit gerekler de beştir: – Zât, – Hayât, – İlim, – Kudret, – İrâde.

Bu beşten dördünün, zât olmaksızın vücûduna ihtimâl olmadığı gibi, bu dört olmaksızın da zâtın kemâline ihtimâl yoktur.

– Noktasız harflerden ikinci tür o harflerdir ki, başka harfler kendilerine bağlandığı gibi, bunlar da başka harflere bağlanırlar. Bunlar da dokuzdur: Ha, sin, sâd, ta , ayn, kâf , lâm, mim, he

Bu dokuz ile işâret, insân-ı kâmiledir. Çünkü insân-ı kâmil, ilâhî beş ha-zerâtı topladığı gibi, halka dönük dört şeyden ibâret olan dört unsur ile onlardan doğanları da toplamıştır.

“Kâmil” kelimesinin harflerinin noktasız olmasındaki sebep, Cenâb-ı Hakk’ın insân-ı kâmili kendi sûreti üzerine halk etmesindedir. Fakat ilâhî mutlak hakîkatler, insânî kayıtlı hakîkatlerden ayrılmıştır.

Çünkü insan, kendini vücûda getiren bir vücûda getiriciye dayanmıştır; her ne kadar o vücûda getirici de kendisi ise de; insân-ı kâmilin hükmü, başkasına dayanmaktır. İşte bunun için noktasız harflerin bu türü, hem başka harflere bağlanır, hem de başka harfler, o insanın harflerine bağlanır.

Harflerin hakîkâtlerini ve Elif harfinden nasıl oluştuklarını ve Elif harfinin, noktadan oluşum esâslarını “el-Kehfu ve’r-Rakîmu fi-Şerh-i Bismillâhirrah- manirrâhîm” isimli kitâbımızda ayrıntılı anlattık. Öğrenmek isteyenler o kitabı incelesinler.

Vâcibü’l-vücûd’un ya’nî vücûdu zorunlu olanın, zâtıyla kâim olup, bütün mevcûdların ona ihtiyâcıyla berâber onun vücûdda gayra muhtaç olmayışından dolayı, “Kitâb”ta bu ma’nâya işâret için konulan harfler, ilk türdeki beş noktasız harflerden olmuştur. Çünkü şimdi yazıldığı şekilde;

Elif , Dâl, Ra, Vav, Lâm-elif harflerine diğer harfler bağlantı ile muhtaçtır.

Bu harfler ise, başka harflere bağlanma ve bitişme ihtiyâcı göstermemiştir. Çünkü bahsedilen bu harflerden her birisi, diğer harflerden hiç birisine bağlanmayıp, diğer harflerin hepsi bahsedilen bu harflere bağlanır ve bitişir.

“Lâm-elif iki harftir” diye i’tirâz edilmesin;

Nebevî hadîs, “Lâm elif”in tek harf olduğunu açıkça belirtmiştir.

Bunu anla!

Bilinsin ki, harfler, kelimeler değildir. Çünkü, sâbit ayn’lar, “Kün-Ol!” keli-mesinin ihâtası altına girmemiştir. Sâbit ayn’lar ancak aynî olarak vücûda gelecekleri zaman “Kün-Ol!” kelimesinin ihâtası altına girer. Böyle olunca yüceliğin zirvesinde ve ilmî taayyününde tekvîn ya’nî var etme ismi, sâbit ayn’lar üzerine dâhil olamaz.

Bu duruma göre sâbit ayn’lar, Hak’tır, halk değildir. Çünkü halk, “Kün-Ol!” kelimesinin altına dâhil olan şeyden ibârettir. Sâbit ayn’lar ise, Allâh’ın ilminde bu vasıf ile sonradan olma değildir. Belki, katılma hükmü ile sonradan olana ka-tılmıştır. Bunun sebebi, “kendi zâtlarında sonradan olma vücûdların kadîm olana ihtiyâcından” dolayıdır. Bunun beyânı, daha önce bu kitabta verildi.

Sonuç olarak harfler olarak ta’bîr edilen mevcûd ayn’lar;

– İlmî âlemde ilâhî ilme; – İlâhî ilim de, zâtıyla Âlim olan Hakk’a katılmıştır.

İşte bu ikinci i’tibâr ile sâbit ayn’lar kadîmdir. Bunun ayrıntısı, “Kıdem” bölümünde geçmiştir.

Bu izâhlara göre harfleri, âyetleri, sûreleri toplamış olan mutlak vücûd’un, her birinin hakîkatlerine olan işâretleri yönüyle, “Kitab”tan ibâret olduğunu bilmiş oldun.

Şunu da bil ki, “levh” ya’nî bunların yazıldığı “levhâ”, vücûdda taayyünü gereken şeyden ibârettir. Vücûdda taayyünün gerekmesi ise, tertîb etme hükmü üzerine olur; sınırlanamaz olan ilâhî gerek üzerine olmaz. Çünkü bu ilâhî gerek, “levh”te bulunmaz; cennet ehlinin, ateş ehlinin, tecellîler ehlinin ve bunlara benzer olanların hallerini tafsîl etmek gibi. Sınırlanamaz olan ilâhî gerek, ancak “Kitâb”ta mevcûddur.

Bu duruma göre;

– “Kitâb”, genele dönük küll; – “Levh”, özele dönük cüz’dür.

Bunların ayrıntıları, inşaallahu teâlâ ileride gelecektir.

Allah, hakkı söyler ve yolu gösterir.