İşaret -2-

(Manzûme tercümesi)

“Zâtın nefsinde iki vechi vardır. Biri süflî olanlara, biri ulvî olanlara dönüktür. Her vechinde ibârede ve kelâmın ifâdesinde zâtı, sıfatları ve fiilleri vardır.

“O birdir”, dersen, doğru söyledin. “İkidir” dersen, yine doğru söyledin. “Hakkıyla o ikidir, hayır iki değil üçtür” dersen, yine doğrudur.

İnsanın hakîkati işte budur. Hakîkati zâtından ibâret olan ahadiyyet’e bak! “Vâhid’dir, Ahad’dır, Samed’dir” de!

Zâtı iki görürsen, “o zât, kul ve rab olduğu için ikidir” dersin. Ammâ benim zıtları topladığım hakîkati düşünmekle yükselirsen, hayrette kalırsın, en sefiline âlî, âlîsine en sefil diyemezsin. Belki “zâtının hakîkatlerine iki vasıf katılan üçüncü hakîkattir,” dersin.

İşte o hakîkat, “Ahmed” olarak isimlendirilen ve var edilmişlerin hakîkati için “Muhammed” olan yüce zâttır. Azîz ile, Hâdî ile târif edilmiş olan odur. Rab olduğu için rûhum ona fedâ olsun.

Ey hidâyetin sırrı, ey zorunlu olanın ve imkân dâhilinde olanın ekseni, ey pergel azametinin merkezi, ey vücûdun bütünsel dâiresinin ayn’ı!

Ey Kur’ân ve Furkân’ın hakîkat noktası! Ey kâmil, ey rahmânî celâleti ile ziynetlenen ve mükemmelleri kâmil kılan kâmil kılıcı!

Vücûd dâiresinin ortasında, acâiplerin kutbu sensin; sonsuz kemâlât, senin üzerinde döner. Seni tenzîh ettim, belki teşbîh ettim, belki “bâkî ve fânî olarak bilinen ve bilinmeyenlerin hepsi senindir,” dedim.

Varlık ve yokluk hakîkaten senindir. Ulvî olmaklık ve süflî olmaklık senin iki örtündür. Işık ve onun zıddı sensin; belki hayran olan ârif için karanlık gecesin.

Kur’ân’da mişkât, zeyt, mısbâh (Nûr, 24/35) bunlarla murâd insan olan sensin. Vücûdun ezelî olduğu için “zeyt”sin; mahlûk olduğun için nûrlandıran “mişkât” yine sensin. Vasfın, rabbin vasfının ayn’ı olduğu için de “nûrlandıran misbâh” yine sensin. Zulmetlerinin karanlıklarında lütuf ışığın ve merhametinin kemâliyle bana hâdî ol!

Ey kerem sâhibi resûllerin efendisi! Ve ey imkân dâhilinde olanların mekâneti üstünde mekânı olan yüce zât! Kerîm sıfatıyla vasıflanan sensin, benim elimi tut! “Abdülkerîm” denilen fânî muhabbetlinin nispeti sanadır.

Bu kulun yuları, kudret elindedir; yularımı tut! İcâbına göre kemâlât vâdîlerinde gevşet ve salıver. Ey ricâlara ilticâ yeri olan ma’şûkum! kalbim seninle kayıtlıdır. Sana karşı lisânımın bu feryâdları da muhabbetimdendir.

Ma’nâ vâdîleri üzerinde ma’nâ taşıyıcı olarak tegannî eden sûret kuşları tegannî ettikçe, Cenâb-ı Hak sana salât etsin. Âline, ashâbına, dîn binâsının rükûnlarına ve ilmine vâris olanlara az çok ilim ve îmân ile senden haberi olanlara salât etsin. Ey hayâtın “hâ”sı, ey insandaki sırrullahın “sîn”i, salât ve ta’zîmler sana mahsûstur.”

Karşılıklı konuştuğum bu zâtın sözünü işitip, kemâl kadehinin fazlasını içince, o zâta “senin terkîplerindeki vukûâtı ihtivâ eden acâip şeylerden bana haber ver” dedim. Cevâben dedi ki:

“Ben, Tûr Dağına çıktım, Firavun’un boğulduğu denizi içtim, kitâb-ı mestûru (Tûr, 52, 2) okudum; anladım ki, bunlar hakîkat kanunlarını terkîb eden birer simge ve işâretten ibârettir. Onlar kendisi için değil, senin içindir. Sözdeki alâmetlerden, delîllerden indinde doğru olan şeyleri işitmek, seni, kendi varlığından dışarı atmasın. Şaşırıp da, “bu onun, şu benim; onun hâli benim hâlime benzer değil” deme! Bu zikredilen şeyleri Cenâb-ı Hak senin için bir hakîkat fihristi yaptı. Bunlar lisâna âit aynalardır. Onlar için hakîkat yoktur.

Bunların hepsi, bunlarda sana âit olan hakîkati muâyene etmekliğin içindir. O muâyene sâyesinde, o muhitten kendine hâs bir muhît edinirsin. Bunun için bahsettiğim şeyleri ne görürsün, ne anlarsın, ne bulursun, ne de elinle tutabilirsin. Eğer orada bir şey bulunması lâzım gelirse, onu Hak Teâlâ ile bulabilirsin. Çünkü ârif “Onun işiteni ve göreni olurum” hakîkatiyle tahakkuk edince, mevcûtlardan hiç bir şey ona gizlı kalmaz. O zaman o ârif, Halik-ı kibriyânın ayn’ıdır.

Bundan sonra şunu da bil ki, onu mutlaka kaldırmak da doğru değildir. Çünkü o kalkarsa, arada sen de kalkmış olursun; çünkü o senin numûnendir. Sen mevcûd ve sıfatlarının eseri yok olmamış olduğu halde, senin yok olman nasıl doğru olur?

Onun isbâtı da doğru olmaz; çünkü onu isbât ettiğin vakitte, put edinmiş olursun, ganîmeti kaybedersin. Elle tutulmayan, belli ve ayrıntılı olmayan bir şeyi isbât nasıl doğru olur? Yâhud sen mevcûd olduğun halde, kaldırılmasına nasıl imkân bulunur? Oysa Hak Teâlâ hazretleri seni kendi sûreti üzerine hayât sâhibi, ilim sâhibi, kudret sâhibi, irâde sâhibi, işitici, görücü, kelâm edici olarak hálk etti. Bu hakîkatlerden hiç bir şeyi kendinden def’ etmeye kādir değilsin; çünkü o seni kendi sûreti üzerine hálk etti ve sıfatlarıyla ziynetlendirdi ve isimleriyle seni isimlendirdi.

O Hayy’dır, sen de hayât sâhibisin;

O Alîm’dir, sen de ilim sâhibisin;

O Mürîd’dir, sen de irâde sâhibisin;

O Kâdir’dir, sen de kudret sâhibisin;

O Semî’dir, sen de işiticisin;

O Basîr’dir, sen de görücüsün;

O Mütekellim’dir, sen de kelâm edicisin;

O Zât’dır, sen de zâtsın;

O Câmi’dir, sen de toplayıcısın;

O Mevcûd’dur, sen de mevcûdsun.

O’nun rabblığı vardır, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüzden mes’ulsünüz” hükmüne göre, senin de rabblığın vardır.

O’nun Kıdem’i var; sen de O’nun ezelî olup, kendisinden ayrılmayan ilminde ezelî mevcûd olduğun için, sen de kadîmsin.

Önceki îzâh yönüyle olan müşâhedeye göre ona izâfe edilen her şey, sana da izâfe edilmiştir. Fakat O kibriyâ ve izzetle mutlak ferd, sen zillet ve acz ile nispî ferdsin. Evvelâ aranızda mevcûd olan nispetlerin hepsi geçerli olduğu gibi, bu noktada, seninle onun arasındaki nispet kesildi.”

Dedim ki: “Efendim! İlk önce yaklaştırdın, sonra uzaklaştırdın. İlk önce özünü, hakîkatini saçtığın halde, sonra üzerine kabuk geçirdin.”

Cevâben dedi ki:

“İlâhî hikmetteki kânun üzerine söz söyledim, beşer idrâkinin tartabileceği üslûb ile yazdım. Hakîkate yakın ve uzak olanlara ve bu mes’elede garîb olanlara mes’eleyi güzel bir şekilde idrâk etmek kolay olsun diye bu şekilde yaptım.”

Dedim ki: “Hakîkat şarâbından ve o şarâbın ağzında kalanlardan bana tekrâr daha fazlasını içir.”

Cevâben dedi ki:

“Mâvi bir kubbe altında Ankâ’nın vasfından haber veren bir âlem işittim. O âlemi görmeye heves ettim; işte o âleme girdim.”

Yine dedim ki: Oraya dâir olan haberini açık anlat ve oraya âit olan eserini sağlıklı kıl, sıhhatini söyle!”

Yine cevâben dedi ki:

“İnsanı hakîkatte hayrette bırakan ve kimsenin görmediği büyük beyaz bir kuştan ibâret olan o Ankâ’nın, altıyüz kanadı ve yukarıya yükselmek için, bin adet uçma âleti vardır. Harâm onun yanında mübâhtır.

İsmi, Seffâh ibn Seffâh’dır. Kanatları üzerine güzel isimler yazılmıştır. “Bâ” harfi başında, “elif” harfi göğsünde, “cim” harfi alnında, “ha” harfi gerdânında; kalan harfler, iki gözü arasında saf şeklinde yer tutmuştur. Bu kuşun alâmeti, elinde mühür vardır. Pençelerinde kesin emirlerin fermânı mevcûttur. Bu kuşta bir nokta vardır, bilmece oradadır. Refref’in üstünde, kendisinin Burâk’ı vardır.”

Yine dedim ki: “Bu kuşun mahalli neresidir?”

Cevâben dedi ki:

“Vüs’at ve kudret ma’deniyle hayret mekânındadır.”

Böyle deyince ibâreyi bildim, işâreti anladım, mülkten ve melekten daha ileri geçerek, feleğin boşluğunda uçmaya başladım. “Batı Ankâsı” olarak isimlendirilen o kuşun âleminde dönerken, o kuştan ne haber, ne de eser buldum. İsminin işâret oluşuyla, sıfatlar ve kayıtlar merâsiminden hârice çıktım. Bu şekilde sıfâttan soyutlanınca, zât feleğine girmek kolaylaştı. İşte o sırada hayret denilen deryâya daldım. O denizde iken kanatlarımı balık-(nûn) yuttu ve beni inci hazînesinin üstünde dolaştırmaya başladı. O sırada balığın dalgası beni bir boşluğa attı; ve o boşlukta ne işitir, ne de görür olarak bir müddet kaldım. Ne zaman ki gözümü açtım ve mekân ve imkân kaydından kurtuldum; anladım ki, o ibâreler ve işâretler hep bana imiş. İşte o zaman baktım ki, kanatlar benim ve kanatlarımda dolaşma alâmetleri işlenmiş!

Yine gördüm ki, “elif” göğsümde, “cim” alnımda, “ha” gerdanımda. Yukarıda bahsedilenlerden bir zerre yoktur ki, o, bende mevcûd olmasın. Bu mertebeyi idrâk edince anladım ki, o yüce zâtın bu simge ve işâret sözlerinden maksad, ben imişim. Noktalar meydana çıktı, bilmece de bilindi, ben de ölüyü dirilterek kudret ibraz etmeye başladım.

Bu karşılıklı konuşmayı rivâyet eden Abdülkerîm der ki: “O yüce zâta emr-i mahtûm (farz olan) ve ke’s-i mahtûm (mühürlenmiş kâse) nedir?” diye sordum. Bu soruya karşı, arap lisânından başka bir lisân ile konuşarak, sert söz söyledi. Sonra birtakım tenbîhler ile korkutup ifâdede dolaylı anlatım şeklini tercih etti. Sonra tekrâr yaklaştı ve söylediği sözleri tercüme ederek dedi ki:

“Ma’kûl olan âlî numûne, kelâma yüklenen bir ma’nâdır ki, kendisi için gâye değildir; belki kendisine yüklenilen için gâyedir. Ve o yüklenen ma’nâda nakş olunan kendisi için değil, belki, en aşağıya nakletilmiş içindir. En aşağı dediğimiz de, kendisine işâret edilendir. Sözlerin hepsi ona dönücü ve hepsi ona dâirdir. Numûnede bulunan kendisine işâret edilene nakş olunup da, bu yüklenen ma’nâda bulunanlar bu bineğe yükletilirse, o zaman en aşağı, en yükseğin aynı olarak yüksek olan, düşük olanda mevcûd olur.

Bunun için “numûne ile nakışlanmış kendisine işâret edilen arasında nispet yoktur” diyenler de vardır. Bunu diyenler, “numûne ile kasıt, kendisine işâret edilende nakışlanmış olanın aynıdır” demekte hatâ etmiştir.

Bunun için “kendisine işâret edilen, numûnenin aynıdır” diyen de vardır. Bu sözü söyleyen de: “numûne, kuşkusuz ulvîlik sâhibidir, kendisine işâret edilen ise ıstılâhda yalnız süflîlik sâhibidir” sözünde hatâ etmiştir.

Bunun için “numûne toplayıcıdır” diyen vardır. Bu sözde de, numûnenin yalnız kemâl sıfatlara isim olup, noksan sıfatlara isim olması boşta kaldığı için hatâ vardır.

Bunun için “kendisine işâret edilen nakışlanmış olan, nakışlanmış numûneyi toplamıştır” diyen de vardır. Nakışlanmış olan kendisine işâret edilen, noksan sıfatların mahallinin ismi olduğunu üstü kapalı olarak belirttiğinden, bu söz de hatâdır.

İşâretteki ta’yîn mahallini ve ibârelerdeki darlığı görmüyor musun? İşte zâtı idrâke erişmekten âciz olduğunu söyleyen de, bunların hepsini düşünerek söylemiştir; fakat bu söylem dahi hatâ etmiştir. Çünkü kendisine işâret edilenin şartı, numûnede olan şeyin, kendisine işâret edilende nakışlanmasıdır. Bu durumda numûne sırlarındaki gizliliklere hemcins oluşu sebebiyle kendisi için bir tür idrâk oluşması gerekir. Bu durumda âciz demek değildir.

Yine bu durumda idrâkten aczin, âriflerin vasfı olması geçerli olmaz. Bunun delîli, ârîf-i billah bir şeyi idrâkten âczini i’tirâf ederse, bu i’tirâf o şeyin sıfâtına vâkıf oluşunun olmayışındandır. Çünkü, sıfât idrâk olunamaz. İdrâk olunamaması, ya sonunun olmayışından dolayıdır veyâhud idrâk kābiliyeti olmamasından dolayıdır. Bu idrâk miktârı, o şeyi lâyık olduğu şekilde bilmek için yeterlidir. İşte bu şekilde bu miktârda ma’rifet sende hâsıl olunca, idrâk dahi hâsıl oldu demektir. Sıddîk-ı Ekber’in: “İdrâkden aczi idrâk, bir nevi’ idrâktir”, demesi yerindedir. Dîğer bir rivâyette Hz. Ebû Bekir “İdrâke ulaşmaktan acz, idrâktir” demiştir.

İdrâkin hâsıl olmasıyla idrâkten acz olmaz. Burada kul, izzetle vasıflanmıştır ve acz, kendinden kalkmıştır. Kur’ân’da “Lâ tudrikuhül ebsâru” (En’âm, 6/103) ya’nî “Gözler onu idrâk edemez” buyrulması “mahlûkların gözleri, onu idrâk edemez” ma’nâsınadır. Ammâ ezelî gizli göz ki -kul onunla görür- o göz mahlûk değildir; çünkü o göz, “Ben kulumun işiteni, göreni…. olurum” hadisinin hakîkatidir. Bu sırrı iyi anla!