Tevrât Hakkındadır
Cenâb-ı Hak, Tevrât’ı Mûsâ (a.s) üzerine dokuz levhada indirdi ve bu dokuz levhadan yedisini ümmetine tebliğ edip, diğer iki levhayı terk etmesini emretti.
Çünkü, beşerî akıllar o vakitte, o iki levhada mevcûd olan sırları kabûl et-meye isti’dâdlı değildi. Mûsâ (a.s), o iki levhayı da ibrâz etseydi, esâs istenilen şeyi yitirmiş olurdu. İnsanlardan hiç bir kimse, kendisine îmân etmezdi. O iki levha, o zamanın ahâlisine mahsûs olmayıp, yalnızca Mûsâ (a.s)a mahsûs idi.
Teblîğ etmekle emrolunduğu yedi levhada, evvelin ve âhirin ilimleri mevcûd idi. Yalnız Muhammed (s.a.v), İbrâhîm (a.s), Îsâ (a.s) ile Muhammed (s.a.v)’in vârislerine mahsûs olan ilim, o levhalarda mevcûd değildi. Tevrât’ın içinde barındırmadığı bu özellik, Muhammed (s.a.v) ve velâyetine vâris olanlarla, İbrâhîm (a.s) ve Îsâ (a.s)’a bir tür ikrâmdır.
Tebliğe memûr olduğu yedi levha, mermer taşından idi. Kendine mahsûs olan iki levha ise mermerden olmayıp, nûrdan idi. O yedi levhanın taştan olması, mûsevî zümrelerinden Mûsâ (a.s)’a inanmayanların kalplerinin kesâfetine sebep olmuştur. Levhaların ihtivâ ettiği ilâhî emir ve yasaklar levhaların sayısına uygun olarak yedi kısımdır.
– İkinci levha hüdâdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “İnnâ enzelnet tevrâte fîhâ hüden ve nûrun, yah-kumu bihen nebiyyûn” ya’nî “Tevrât’ı muhakkak Biz indirdik. Tevrât’ta hidâyet ve nûr vardır. Nebîler onunla hükmederler” (Mâide, 5/44) âyetiyle bu iki levhaya işâret etmiştir. – Üçüncü levha, hikmete; – Dördüncü levha, kuvvetlere; – Beşinci levha, ilâhî hükümlere; – Altıncı levha, kulluğa; – Yedinci levha, saadet yolunun şekâvet yolundan ayrılmasıyla evlâ olan hükümleri beyâna âittir.
İşte bu yedi levha ile Mûsâ, kavmine teblîgât yapmakla emrolunmuştur.
Mûsâ’ya mahsûs olan iki levhaya gelince;
– İkinci levha, kudrete dâirdir.
Dokuz levhanın hepsinin teblîğiyle Mûsâ me’mûr olmadığı için, Mûsâ aleyhisselâm’ın kavminden hiç bir kimse kâmil olarak zuhûr etmedi.
Fakat Muhammed (s.a.v.), böyle değildir. Çünkü Muhammed (s.a.v), hiç bir şeyi terk etmeyerek, hepsini bize teblîğ etti. Kur’ân’da;
– “ve külle şey’in fassalnâhu tafsîlâ” ya’nî “Ve herşeyi detaylı olarak tafsîl ettik“ (İsrâ, 17/12) âyetleri bu iddiâmızın delîlidir.
Bunun için Ahmedî ümmet, ümmetlerin hayırlısı oldu ve Muhammed dîni ile diğer dinlerin hepsi iptâl edildi. Çünkü Muhammed (s.a.v.) diğer dinlerdeki hükümlerin hepsini bize teblîğ ettiği gibi, diğer dinlerde olmayan hükümleri de diğer dinlerin üzerine ilâve olarak ümmetine teblîğ etti. Bundan dolayı diğer dinler noksanı ihtivâ ettiğinden iptâl edilmiş ve Muhammedî din kemâl ile ta-nınmış oldu.
Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “el yevme ekmeltü leküm dîneküm ve etmemtü aleyküm ni’metî” ya’nî “Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki ni’metimi tamamladım” (Mâide, 5/3) âyetiyle Muhammedî dînin kemâlini açık bir şekilde buyurmuştur.
Böyle bir âyet Muhammed (s.a.v)’den başkasına inmedi. Eğer başka bir nebîye böyle bir âyet inseydi, o nebînin “nebîlerin sonuncusu” olması lâzım gelirdi. Hatemü’l-enbiyâ ya’nî nebîlerin sonuncusu olmak, ancak Muhammed (s.a.v) için geçerli oldu. Çünkü Muhammed (s.a.v.) hikmet, hidâyet, ilim, sırlar adına hiç bir şeyi bırakmadan, uygun bir beyân ile; sırlardan olanı ya açıkça, ya lüzûmu kadar açıklığıyla, ya işâret, ya kinâye, ya benzetme, yâhut muhkem, tefsîrli, te’vîlli, müteşâbih ve daha başka türlü beyân şekilleri ile, gerekli olan teblîgâtı yaptı. Bundan dolayı başkası için teblîgâta dâhil olmaya mahâl kalmadı.
Muhammed (s.a.v), teblîğ işinde müstakil oldu. Nebîlik, kendisiyle sonlandırıldı. Çünkü ihtiyaç duyulan hiç bir şeyi terk etmeyip, onu Hak’tan ümmetine getirmiş oldu. Ondan sonra gelebilecek kâmiller için beyânı ve tebliği gerektirici bir şey, hiç kimse bulamaz. Çünkü gerekeni, Muhammed (s.a.v) işlemiş olduğun-dan, gelecek kâmilin ona tâbi’ olması zarûrîdir.
Sonuç olarak, Muhammed (s.a.v) ile birlikte şerîat getiren nebîlik hükümleri kesilmiş ve Muhammed (s.a.v) kemâliyle bize getirmiş olduğu ve başka kimsenin getirmediği hükümler ile “Hatemü’l-Enbiyâ” olmuştur.
Eğer Mûsâ (a.s), kendine mahsûs olan iki levhanın teblîğiyle emrolunmuş olsaydı, kendisinden sonra Îsâ (a.s)’ın nebî olarak gönderilmesine gerek kalmazdı. Çünkü Îsâ (a.s)’ın kavmine yaptığı tebligât, o iki levhadaki sırlardan ibârettir.
Bunun içindir ki, Îsâ (a.s) ilk adımda kudret ve rubûbiyyetiyle göründü.
Beşikte söz söyledi, anadan doğma körü ve abraşlıyı iyi etti ve ölüleri diriltti ve Mûsâ (a.s.)’ın dînini iptâl etti. Çünkü Mûsâ (a.s.)’ın teblîğ etmediği şeyi teblîğ etti. Fakat, sırlardan olan bu hükümleri açıkladığı için, kavmi kendinden sonra dalâlete düştü ve Îsâ (a.s)’a ibâdete başladılar. “Allah üçün üçüncüsüdür” deme-ye cesâret ettiler. “Üç” dediğimiz, baba, ana, oğuldan ibâret olup, “teslis” dedikleridir.
Îsâ kavmindeki bu dalâlet, aralarında fırkalaşmaya sebep olmuştur. Ümmetinden ba’zıları;
– “Cenâb- ı Hak inerek âdemoğlunu aldı, tekrar semâya döndü, dediler. Îsâ kavminden “Ya’kûbiyye” denilenler de bunlardır. Yine Îsâ kavminden ba’zıları; – “Allah aslında üç şeyden ibârettir ve o üç şey, “Rûhu’l-kuds” denilen baba; “Meryem” denilen ana; “Îsâ” denilen oğuldur” dediler.
Sonuç olarak Îsâ kavminin hepsi dalâlete düştüler. Çünkü inandıkları şeyle-rin hiçbirisi, Îsâ (a.s)’ın getirdiği sırlara uygun değildi. Kavminin zâhiren anladıkları şey, kendilerinin uğradıkları dalâlete sebep oldu. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak Îsâ’ya;
– “subhâneke mâ yekûnu lî en ekûle mâ leyse lî bi hakkın” ya’nî “Sen subhânsın, hakkım olmayan bir şeyle söylemem olmaz” (Mâide, 5/116) diyerek ve bu teşbihte tenzîhi öne geçirerek, cevap verdi. Yâ’nî demek istedi ki; – “Senin ile benim aramda nasıl gayrılık yapabilirim ve nasıl Allah’ı bırakıp da bana ibâdet edin diyebilirim? Oysa benim hakîkâtimin ve zâtımın aynısın. Ben de senin hakîkâtinin ve zâtının aynıyım. Benimle senin aranda gayrılık yoktur.”
Îsâ (a.s), bu sözleriyle kendini kavminin inandığı şeyden tenzîh etti. Çünkü kavmi, tenzîhi terk ederek mutlak teşbîh ile inandılar. Oysa bu, Cenâb-ı Hakk’a nisbetle lâyık değildir. Sonra İsâ (a.s);
– “in küntü kultuhu” (Mâide, 5/116) ya’nî “böyle söylediysem, – “îseviyye hakîkatinin Allah olduğu nisbetini söylemiş” isem”, – “kad alimtehu” (Mâide, 5/116) ya’nî “Sen, onu bildin” dedi. – Yâ’nî, “Benim bu konuda söylediğim söz, tenzîh ile teşbîh arasını cem’ etmekten başka bir şey değildir ve çokluktan birin zuhûrunu ta’rîfe bağlıdır. Kavmim, kendi anlayışlarına göre dalâlete düştüler. Onların anlayışları benim isteğim değildir.” - “ta’lemû mâ fî nefsî” (Mâide, 5/116) ya’nî “Sen, benim nefsimde olan şeyi bilirsin.” – Yâ’nî ilâhî hakîkâtlerin açığa çıkmasına ilişkin teblîğ ettiğim hükümler, on-ların inançlarına uygun mudur, değil midir? Benim bu konudaki murâdım nedir? Onu Sen bilirsin. – “ve lâ a’lemu mâ fî nefsike” (Mâide, 5/116) ya’nî “Ben senin nefsinde olanı bilmem.” – Yâ’nî, ben onlara lâzım gelen hükümleri teblîğ ettim. Fakat Senin onları hidâyetten dalâlete sevk edeceğini bilmiyordum. Eğer bilmiş olsaydım, onları dalâlette bırakacak hiç bir şeyi teblîğ etmezdim. – “inneke ente allemul guyûb” (Mâide, 5/116) yâ’nî “Muhakkak Sensin Sen gaybları en iyi bilen.” – Ya’nî, oysa ben gaybları bilmem, beni ma’zûr gör. – “Mâ kultu lehüm illâ mâ emertenî bihî” (Mâide, 5/116) ya’nî “Ben onlara senin bana emrettiğinden başka bir şey söylemedim.” – Ya’nî kendimde bulduğum ilmi, onlara teblîğ ettim ve onlara lâzım gelen nasîhatı verdim. Onlar da kendilerinde hakikâte yol bulsunlar, dedim. Onlara ilâhî hakîkâti zâhir ettim. O hakîkâtin kendi nefislerinde zuhûrunu bulsunlar, bilsinler, dedim. – “eni’budûllâhe rabbî ve rabbeküm” ya’nî “Sizin ve benim Rabb’im olan Allah’a ibâdet edin” dedim. – Ya’nî, ilâhî hakîkati kendime tahsîs etmedim. Belki bu hakîkâtin onları da kapsadığını mutlak olarak söyledim. Yâ’nî Senin benim Rabb’im, yâ’nî hakîkatim olduğun gibi, onların da Rabb’i ve hakîkati olduğunu onlara bildirdim.”
Özetle, Îsâ (a.s)’ın yukarıdaki şekilde getirmiş olduğu ilim, Tevrât üzerine ilâveden ibârettir. Bu ilâvede rubûbiyyet sırrı ile kudret vardır. Îsâ (a.s) bunu zâhire çıkarttığı için, kavmi küfre düştü. Çünkü rubûbiyyet sırrını ifşâ etmek küfürdür. Îsâ (a.s), bizim Peygamberimiz (s.a.v)’in yaptığı gibi bu ilmi örterek, ibârelerin kabukları ve işâret perdeleri arasında söylemiş olsaydı, kavmi kendinden sonra dalâlete düşmez ve dînin kemâli hakkında kendisinden sonra Muhammed (s.a.v)’in Furkân’da ve Kur’ân’da getirmiş olduğu ulûhiyyet ve zât ilminden başkasına ihtiyaç kalmazdı. Kur’ân ve Furkân hakkında zât ve sıfâttan ibâret olduklarına dâir izâhlar yukarıda yapılmıştır.
Cenâb-ı Hak Peygamberimiz (s.a.v)e zât ve sıfât ilimlerini bir âyette toplayarak bildirmiştir. O âyet de “leyse ke mislihî şey’un, ve huves semîul basîr” (Şûrâ, 42/11) âyetidir. Misli olmaması zâta, duyucu ve görücü olması sıfatlara bağlanmıştır.
Mûsâ (a.s), Îsâ (a.s)’ın teblîğ ettiği rubûbiyyet ve kudret sırlarını kavmine teblîğ etmiş olsaydı, kavmi Firavun’u katletme mes’elesinde Mûsâ (a.s’ı ithâm ederdi. Çünkü Firavun, “ene rabbükümül a’lâ” ya’nî “Ben sizin a’lâ rabbinizim” (Nâziât, 79/24) demiştir. Rubûbiyyet sırrını ifşa ise, Firavun’un iddiâ etti-ğinden başka bir şey değildir. Lâkin Firavun, bu sözü hakîkate vâkıf olmadan söylediği için, Mûsâ (a.s) onunla çarpıştı ve ona gâlib geldi.
Mûsâ (a.s), Tevrât’ta rubûbiyyet ilminden bir şey göstermiş olsaydı, kavmi ona karşı küfre düşer ve Firavun ile çarpışmasında Mûsâ (a.s)’ı ithâm ederlerdi. Bunun için Cenâb-ı Hak, rubûbiyyet sırrını gizlemekle Mûsâ (a.s)’a emretti.
Cenâb-ı Hak, Muhammed (s.a.v)’e de başkasının idrâk edemeyeceği şeyleri gizlemekle emretmiştir. Peygamberimiz (s.a.v)den rivâyet edilen hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: “Mi’raca çıktığımda bana üç türlü ilim verildi. Birisinin gizlenmesi içinn benden mîsak alındı. Öbürünün tebliğinde serbest bırakıldım. Diğer bir ilmin de, teblîğiyle emrolundum”.
– Teblîğinde serbest bırakıldığı ilim, hakîkatler ilmidir. – Gizlemekle me’mûr olduğu ilim, ilâhî sırlardır.
Bunların üçünü de Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Azîm’inde beyân etti.
– Tebliğinde serbest bırakıldığı ilim, bâtın ilmidir. • “Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm ennehül hakk” ya’nî “Âyetlerimizi dışta ve içte onlara göstereceğiz. O’nun hak olduğu onlara belli olsun diye”(Fussilet,41/53) ve; • “Ve mâ halaknes semâvâti vel arda ve mâ beynehümâ illâ bil hakkı” ya’nî “Biz gökleri ve yeri ve o ikisinin arasındakileri, ancak hak ola-rak halk ettik” (Hicr, 15/85) ve; • “Ve sahhare leküm mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu” ya’nî “Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden sizin emrinize amâde kıldı” (Câsiye, 45/13) ve; • “ve nefahtü fîhi min rûhî“ ya’nî “Ona rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29); âyetleri bâtın ilmi ile alâkalı olan âyetlerdir.
Bu âyetlerin hakîkatlere işâret eden yönü olduğu gibi, şerîatlara bağlanan yönü de vardır. Bundan dolayı tercîhe bırakılmış gibidir. Kimin anlayışı ilâhî olursa en son maksada erişir. Kimin anlayışı o mertebede olmayıp da, hakîkatler kendisine ansızın söylendiğinde inkâr edecek kimselerden olursa, o en son maksâda erişemez. Bundan dolayı hakîkî ma’nâ onlardan gizlenmiştir. Bu şekilde iki yön ile ma’nâyı kapsamak olmasaydı, anlayışın yokluğu dalâlet ve şekâve-te sebep olabilirdi.
“Ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh” ya’nî “Onun te’vîlini ancak Allah bilir” (Âli İmrân, 3/7) âyetinde “Allah” kelimesi üzerine duran okunuşa göre bu âyet, söz konusu olan ilme işârettir. Çünkü nefsinde te’vîle vâkıf olan, “Allah ile isimlendirilmiş” demektir.
Bunu anla!
Kalemi tutan parmaklarım, beyân vâdisinde yine küheylânlık ederek, ebe-diyyen açığa çıkması hâtıra gelmeyen şeyi açığa çıkardı. Tevrât’a bağlı izâhlara tekrâr geri dönüyoruz.
Bilinsin ki, Tevrât ilâhî isimlerin ve sıfatların tecellîlerinden ibârettir. Bu te-cellî, Cenâb-ı Hakk’ın Hakk’a dönük zuhûr yerlerinde zuhûru demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, isimlerini sıfatlarına; sıfatlarını ise zâtına delîl olarak ta’yîn etmiştir.
İlâhî sıfatlar, Hakk’ın zuhûr yerleridir. Hakk’ın halkta zuhûru ise, isimler ve sıfatlar vâsıtasıyladır.
Başka türlü zuhûra imkân yoktur. Çünkü halk, ilâhî ma’nâların hepsinden hâli olarak, sâde halk edilmiştir. Sâde olmakla berâber, beyaz kumaş gibidir, karşısında bulunan şeyin nakşı ile nakışlanır. Şu halde isimleriyle Hakk’ın isimlenmesi, sıfatları üzerine halkı delîl bulsun diyedir. Halk Hakk’ın sıfatlarını isimleriyle bilir ve Hak ehli, bu vâsıta ile hidâyete nâil olur. Bundan dolayı Hak ehli, isimlerin ve sıfatların aynası gibidir.
Hak ehlinde ilâhî isimler ve sıfatlar açığa çıkınca, nefislerini zâtî isimlerden ve ilâhî sıfatlardan nakışlanmış olan şey ile müşâhede ederler. Onlar Allah’ı zik-rettiğinde, zikrettikleri isim ile zikredilen kendileridir.
Bu ma’nâ “Tevrât” kelimesinin türediği kök olan “tevriye”den ibârettir. Tevriye ise, “birkaç ma’nâsı olan bir kelimenin en uzak olan ma’nâsını kastetmek ” demektir.
Hakk’ın avâm lisânında açık bir şekilde zikredilmesi, hayâl inancından başka bir şey değildir. Avâm için bundan başkası da yoktur. Âriflere göre ise Hak, zât-larının hakîkâtinden ibârettir. Zât ile kasıt âriflerdir. İşte konuştuğumuz lisân, Tevrât’taki işâret lisânıdır.
Mûsâ’ya indirilen yedi levhanın içeriğine gelince;
Bilesin ki, bir levhanın aldığı isme sebep, o levhada bahsedilen bir tür ilimdir. Fakat levhada sâdece o ilmin bulunması şart değildir. Belki levhada isimlendirilmesine sebep olan ilim ile, diğer levhalardaki ilimlerden de bulunabilir. Şu kadar var ki, bir levhada hangi hüküm gâlip ise levha onunla isimlendirilir. Kur’ân sûrelerinde de böyledir. Hangi sûrede hangi ilmin hükmü gâlip ise, sûre o şekilde isimlendirilir.
Oysa o sûrede isimlenmesine sebep olan şey ile berâber başkası da mevcûddur.
• Cenâb-ı Hakk’ın bir olma ferdliği; • Mutlak tenzîh; • Hak için halktan ayırt edilme sebebi olan şeyler; • Hakk’ın vasıfları ve Hakk’a mahsûs olan hükümleri vardır. • Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimleriyle, pek yüce sıfatlarıyla berâber Hakk’a mahsûs olan rubûbiyyet ve kudrete âit beyânlar da bu levhadadır. • Bunların hepsi, “nûr levhası” olarak isimlendirilen levhada Cenâb-ı Hakk’ın kendisi için hakedici olduğu kudsiyyet ve tenzîh yoluyladır.
Bu levhada zevkî ya’nî hakîkatini bizzât yaşamaya dayalı ilâhî haberler var-dır. Bu da îmân edenlerin kalbinde olan ilhâmî nûrun iniş yeridir. Çünkü hüdâ, zâtî mâhiyyetinde vücûda âit ilhâmî sırdan ibârettir. Allah’ın kullarının kalbine ansızın geliverir. İşte bu gelen sır, ilâhî cezbe nûrudur. Ârif, o cezbedilişin içinde ilâhî yolda ulvî menzillere yükselir.
“İlâhî yol” dediğimiz, sırâtullâhtan ibârettir. Bu cezbediliş nûru, insânî görüntüye indirilen ilâhî nûrun kudsî mahalline ve ulvî mekânına geri dönüşü husûsundan ibârettir. Şu halde hüdâ, o nûra mazhar olan kimsenin ahadiyyet yoluyla yakınlaşma rütbesine ve çok güzel bir seviyeye ulaşma husûsunda nâil olduğu dereceden ibârettir.
Bu yükselişteki başlangıç ve sonda mekân düşünülemez. Ulaştığı yer, mekânsız mekândır. Şehâdet âleminin hallerine, geçmiş ve gelecek ümmetlerin haberlerine, rûhlar âleminden ibâret olan melekûta, rûhlar âlemi üzerine hâkim ceberûta; yâ’nî kudsî hazrete bağlı olan ilimlerin hepsi bu ikinci levhadadır.
Berzâha, kıyâmete, mîzâna, hesâba, cennete ve cehenneme dâir olan ilimler de bu ikinci levhanın içeriğindendir. Meleklere âit haberler de bu levhadadır. Şekillere, tılsımlara ve bunlara benzeyen efsun gibi şeylere bağlı olan sırların ilmi de bu levhadadır.
Benî İsrâil’den bu tür ilimdeki sırlara vâkıf olanlar, o sırlar vâsıtasıyla hari-kulâde şeyler yapmış ve gösterdikleri kerâmetleri de bu sâyede göstermişlerdir.
Bu levhada ağırlı olarak, ilâhî kudsiyyette tecellî ve zevk ya’nî hakîkatini bizzat yaşamak yoluyla kalb sülûkunun esâslarını bilmek anlatılmaktadır.
• Nalınlarını çıkarmak;
• Tûr’a çıkmak; • Ağaç ile konuşmak; • Karanlık gecede ateş görmek, bu sülûkun kısımlarındandır. Çünkü bunların hepsi, ilâhî sırlardandır. Bu levha, ilâhî hikmete âit kısımların hepsini toplamıştır. • Sihir ya’nî itâat ettirme yoluyla rûhânî tenezzüllere âit ilim ve bunlara benzeyen ilimler, yine bu levhanın içeriklerindendir. • Felek ilmine, yâ’nî kozmoğrafyaya, astronomiye, matematiğe, biyolojiye ve bunlara benzeyen şeylere dâir ilimler de bu levhanın içeriklerindendir.
Benî İsrail’den bu levhada olan ilmi, iyi bilenlere “râhib” derler. Râhib, benî İsrâil lügatında, “dünyayı terk edip, mevlâsına rağbet eden dîn âlimi ” demektir.
Beşerî kuvvetlerdeki hikmetlere âit inenlerin ilmi mevcûddur. Bu, zevklere ya’nî hakîkatlerini bizzât yaşamaya âit bir ilimdir. Benî İsrâil’den bunu öğrenen kimseye “hibr” derler. Mûsâ (a.s)ın Tevrât’ındaki ilimlere vâkıf olanların en yüksek mertebesi, bu “hibr” mertebesidir. Ve bu levhanın büyük çoğunluğu rumûz, misâller ve işâretlerdir. Cenâb-ı Hak, bunları ilâhî hikmetin beşerî kuvvetlerde geçerli olması için Tevrât’ta yazmıştır.
Kur’ân’da Yahyâ’ya hitâben “Yâ yahyâ huzil kitâbe bi kuvvetin, ve âteynâhül hükme sabiyyen” ya’nî “Ey Yahya! Kitâbı kuvvetle al. Ve Biz, ona çocuk olduğu halde hikmet verdik” (Meryem, 19/12) denilmesi işte, o rumûz ve işâretlere dikkât çekmektir.
Kitabı kuvvetle alabilmek, ilim ve hikmeti öğrenmekle, ilâhî nûra hidâyet bulucu olarak, ilâhî hikmetin gereği yönüyle, o nûru beşerî kuvvetlerinde geçerli kılabilen kimseler için olur. Başkası için olamaz. Bu zevkî ya’nî hakîkatini bizzât yaşamaya bağlı bir iştir. Bunu tahsîl etmeyen kimse anlayamaz. Bu seç-kinlere mahsûstur, avâm için değildir.
Simyâ ilmi, kerâmete benzeyen âlî sihir ya’nî itâat ettirme husûsu da, bu levhanın içeriklerindendir. Âlî sihir demem, o tür sihir, araya maddî bir iksir, zâhirî bir fiil, dille söyleme girmeksizin sâdece insandaki itâat ettirici sihir kuvveti ile yapıldığı içindir. Bu kuvvete sâhip olanların arzusu ne yönde ise, mutlaka işleri o yönde cereyân eder. Bu kuvvete mazhar olan, vücûdu ancak hayâlde tasavvur edilen şeyi, histe mevcûd ve algılanabilir olarak gösterebilir.
Hatta bu kuvvette olan sihir sâhibi, kendine bakanların bakışını kendisindeki hayâle dâhil ederek, istediği şeyi tasvîr eder ve bu kendisine bakanların bakışlarıyla tasvîr edilen bu şekli gösterebilir. Bu gösterme, hayâlde olduğu halde, yanında bulunanlar onu his âleminde zannederler. Ben tevhîd yolundaki sülûkumda, bu tür hallere marûz kaldım. Vücûdda mevcûd hangi bir sûretle istersem, tasavvura muktedir olurdum.
Hangi işi işlemek istersem, onu yapmaya kâdir olurdum. Fakat, bu hâlin helâk edici olduğunu bildiğim için, onu terk ettim. Nihâyet Cenâb-ı Hak, bana “Kâf” ve “Nûn” arasında muhâfaza edilen kudret ve dereceyi ihsân buyurdu.
İlâhî emir ve yasaklar bu beşinci levhadadır. Emirler ve yasaklar dediğimiz, Cenâb-ı Hakk’ın benî İsrâil’e helâl veyâ haram olarak farz kıldığı hükümlerdir. Yahûdiliğin üzerine dayandığı “Mûsâ (a.s)’ın getirdiği şerîat” bu levhadadır.
Bu levhada zillet, ihtiyâcını gösterme, korku, tevâzu gibi halka feyz sebebi olacak gerekli hükümler mevcûddur.
Hattâ Mûsâ (a.s) ahlâkı ıslâh etmede gösterdiği şiddetin gereğindendir ki, “Sizden biriniz fenâlığa fenâlıkla karşılık verirse, Firavun’un rabblık da’vâsındaki hatâsını iddiâ etmiş olur” demiştir.
Çünkü kul için rabblık iddiâsına hak yoktur. Teslîm, tevekkül, işi Allah’a bırakma, rızâ, korku, ümîd, rağbet, zühd, Hakk’a yönelme ve benzerlerine âit sırların ilmi de bu levhadadır.
Saâdet yolunda esâsen câiz olduğu halde, işlenmemesi daha iyi olan hareketleri beyân da bu levhadadır.
Mûsâ kavminin dinlerinde rağbete ve rûhbâniyete âit meydana çıkardıkları asılsız yeniliklerin hepsi, bu levhadan çıkarılmıştır. Bu asılsız yenilikleri çıkaranlar, kendi fikirlerini ve kendi akıllarını vâsıta yaparak Mûsâ (a.s)ın kelâmından, belki ilâhî kelâm hükümleri çıkarırız diye düşünmüşlerdir.
İlâhî hükümlere hakkıyla riâyet etmemişlerdir. Eğer yaptıkları bu birşeyden yeni başka bir şey çıkarma işini, ilâhî haberler ve ilâhî keşf sûretiyle yapmış olsalardı, Cenâb-ı Hak o yeni çıkanları onlar için kudret sebebi yapardı. Yoksa Cenâb-ı Hak, bu kendi fikir ve akılları vâsıtasıyla yeni çıkardıklarında onlara nasıl kudret verir?
Şu da varki, eğer onların bu yeni hükümlere hakkıyla riâyet etmeleri mümkün olsaydı, elbette Cenâb-ı Hak o hükümleri, nebîsi olan Mûsâ (a.s)’ın diliyle emrederdi. O tür hükümlerden Mûsâ (a.s)ın yüz çevirmesi, o hükümleri bilmediğinden değildir. Belki kendi haklarında iyilik ve merhâmetten dolayıdır. Böyle asılsız yenilik olarak hükümler çıkaranlar ve ilâhî hükümlere hakkıyla riâyet etmeyenler, yaptıklarının cezâsı olarak azâblandırmaya tutuldular. Dîn ve beden ile ilgili bir çok ilim yine bu levhada geçmektedir.
Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği keşfin gereklerine göre bu sayfalarda Tevrât’ın barındırdığı hükümlerin hepsini toplamış oldum. Kastımız kısa kesmek olmayıp da, geniş izâhlara girişseydik, işi çok uzatmak gerekirdi. Oysa işi fazla uzatmakta fayda yoktur.
İşte Tevrât’ın barındırdığı hükümlerin kısaltılmış hâli yukarıdaki özet izâhlardan ibârettir. Bunu anla!
Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.