Tûr Sûresi İlk Altı Âyeti Hakkındadır
Cenâb-ı Hak, bizi ve seni yardımına mazhar kılsın! Bilesin ki, bu bölüm bu kitaptaki bölümlerin dayanağıdır, bundan dolayı burada söylenecek sözlerde kalb huzûru ile derin düşünmeyi ve tefekkürü kendine şart kılmalısın. Sözlerin zâhir yönüyle yetinme; yapacağımız tenbîhlerimizdeki işâretlerden yana kastımızı ve o işâretlerdeki incelik taşıyan ibârelerimizden daha ötede olan sırları taleb et. Bilesin ki, Tûr ve Kitâb-ı Mestûr ile berâber bölümlerin hepsinde bahsedilen ma’nâlar, şerîatların sâhibinin sözü üzerine zâhirine sarf edilmekle berâber, bâtınî yönden bunların hepsiyle murâd sensin. Senin enniyetin ya’nî benliğin, o ibarelerin hepsini toplamıştır. Ma’nâların çoğalması, senin benliğindeki yönlerin çoğalmasından dolayıdır. O ma’nâların hepsini kendinde dikkâte al; o isimler ile isim almış olan ve o sıfatlar ile sıfat almış olan sensin.
Esâsen ehlullâh tarafından mağara ve benzeri tenhâ yerlerde halvetin tercîh edilmesi usûldendir. Özetle, orada Mûsâ’ya olan tecellî nefis tarafındandır, dağdan değildir. O dağ, Mûsâ’nın ibâdet ettiği mekânın bulunduğu yerin adıdır.
Dağın parçalanması, Mûsâ’nın ilâhî bakâ tecellîsiyle kendisinden fânî olmasından ibârettir.
Mûsâ’nın bayılması, nefsin tam parçalanıp yok olması demek olan, mahk ve sahktan ibârettir. Mûsâ yok oldu; kul olan Mûsâ’dan eser kalmadı. Hak, zevâl bulmaz olarak bâkî kaldı.
Bundan dolayı Mûsâ Rabb’ını görmedi, Allah, Allah’ı gördü. Bununla berâber arada Mûsâ olarak ta’bîr edilmiş olan zâttan başka da bir şey yoktur. Bu ma’nâya Cenâb-ı Hak Kur’an’da “len terânî” ya’nî “sen beni elbette göremezsin” (A’râf, 7/143) demekle, işâret etmiştir. Bu sözün ma’nâsı odur ki, “sen mevcûd oldukça, ben senden kayıbım. Eğer beni bulursan, sen kaybolursun.”
Kadîm olanın zâhir oluşu ânında sonradan olanın bâkî kalmasına imkân yoktur. Bu ma’nâya Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, “Sonradan olma olan, kadîme bitişince sonradan olmanın eseri kalmaz” sözüyle işâret etmiştir. İmâm Ali (k.A.v) de, “Ben gaîb olunca, o âşikâr oldu. O âşikâr olunca beni gaîb etti” diye buyurmuştur. Mûsâ (a.s) yakarışında “Yâ Rabbi, sana nasıl ulaşırım” dediği zaman, Cenâb-ı Hakk’ın “Nefsini bırak da öyle gel” cevâbını vermesi de bu ma’nâya işârettir. Bu izâhlara göre Tûr’un, nefsinin bâtınından ibâret olduğunu bildin. İnsanda “ilâhî hakîkât” diye ta’bîr edilen, işte budur. Çünkü insana “halk” denilmesi mecâzîdir.
Hadîs-i şerîfe bak! Resûlullah (s.a.v), “Rahmân’ın nefesini yemen tarafından buluyorum” buyurmuştur.
– Rahmân’ın nefesini, nefsinin nefesinden bulduğuna dikkât çekmiştir.
“Ve kitâbin mestûrin” (Tûr, 52/2) Şimdi, bu izâhlara bakarak bilmen lâzımdır ki, “Kitâb-ı Mestûr” bütün dallarıyla, bütün aksâmıyla ve bütün Hakk’a dönük ve halka dönük i’tibârlarıyla mutlak vücûddan ibârettir. – Mestûr ya’nî satırlanmış olan odur, yâ’nî mevcûddur. – Melekût ya’nî rûhlar âleminde dahi müşâhede edilen ve “Levh-i Mahfûz” dahi budur. Şöyle ki; Bunun mülk âleminde benzeri, insandaki “insânî edilgen kuvve ya’nî kabûl edici kuvve”dir.
“Fî rakkın menşûrin” (Tûr, 52/3) “Rakk-ı menşûr,” olarak ta’bîr edilen de işte bu “insânî edilgen kuvve ya’nî kabûl edici kuvve”dir. İnsanî rûhtaki edilgenliği ya’nî kâbul ediciliği “rakk”a ya’nî “sayfa”ya benzetmenin bağlantısı şu yerden dolayıdır ki; Eşyâ rûhî kabûl edicilikte, aslî fıtratına dönük tab’ olmuşlukla mevcûddur. Mevcûdların o kabûl edicilik ile var olması, hiç bir şeyin ondan eksik olmaması şekliyledir. İşte “menşûr” ya’nî neşredilmeyle ta’bîr edilen budur. Çünkü kitab, neşredi-lince, o rakk-ı menşûrda ya’nî neşredilen sayfada ne varsa hepsi ma’lûm ya’nî bilinen olur. İşte o “rakk-ı menşûr” ya’nî neşredilen sayfa, “levh-i mahfûz”dur. Onun benzeri, mevcûdların hepsini kabûl ettiği ve kendisinde tab’ edilmiş kıldığı için, insanî rûhtur. O insanî rûh da, “levh-i mahfûz”un zâtı olduğu için, arada gayrı-lık yoktur.
“Vel beytil ma’mûri” (Tûr, 52/4) “Beyt-i ma’mûr”a gelince; Allah’ın zâtına tahsîs ettiği mâ’nevî mahallidir. Cenâb-ı Hak, onu yerden semâya yükseltti ve melekler ile ma’mûr kıldı. Bunun benzeri insanî kalbdir. O, Hakk’ın mâ’nevî mahallidir. Kalb, ebediyyen kendisini i’mâr edenlerden hâriç değildir. İ’mâr edenler ise; – Ya ilâhî kudsî rûhtur; – Ya melekî rûhtur; – Ya şeytânî rûhtur; – Veyâhut hayvanî rûhtan ibâret olan nefsânî rûhtur. Kısaca, içindeki sâkinleriyle kalb dâi’mâ ma’mûrdur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da “İnnemâ ya’muru mesâcidallâhi men âmene billâhi” ya’nî “Allah’ın mescîdlerini ancak Allah’a îmân edenler i’mâr eder” (Tevbe, 9/18) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu bu âyetteki “i’mâr,” ikâmet demektir. Yâ’nî “ilâhî mescîdlerde mü’minler ikâmet eder” demektir. Zâten i’mâret de, “mesken” ma’nâsınadır.
“Ves sakfil merfûi” (Tûr, 52/5) “Sakf-ı merfu’”, kalbteki pek yüce ilâhî kuvvetten ibârettir. Cenâb-ı Hak, kalbi “beyt-i ma’mûr”a benzetince, ilâhî hakîkati o beyte yüce bir çatı yaptı. Çatı da, beyttendir. “Beyt-i Ma’mûr”un çatısı, ulûhiyyettir. Beyt, kalbtir. Çatı da beytten ve ona mahsûs bölümlerden ve onun parçalarından olduğu gibi, Cenâb-ı Hakk’ı sığdıran kalb de O’ndandır ve O’nun bir parçasıdır. Çünkü sığdıran küldür, sığdırılan cüz’dür. Bu ta’bîr ise, işin hakîkatine bakarak mecâzen, anlamı genişleterek anlatabilme lisânıyla söylenmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın hükmü ve vasfı ise, eşyâya kapsam olmasıdır. Hiç bir şey Hakk’ı ihâta edemez. O’nda külli olma ve cüz’î olma i’tibârı da câiz değildir. Belki kudsîyyetinde bunların hepsinden münezzehtir. İşte bu izâha göre sen;
Aynî vücûd yönünden Allah için olanı ve; – Hükmî vücûd yönünden Allah için olanı ve;
O’nun kim olduğunu ve;
Senin ne olduğunu ve;
Senin ne ile olduğunu ve;
O’nun ne ile sen olduğunu ve;
Senin ne yönle ona gayrılık gösterdiğini ve;
Ne ile O’nun senin noksanlıklarından münezzeh olduğunu bil! Bunu bilmekle berâber;
Senin ile O’nun arasındaki bağlantının ne şekilde geçerli olup da, O’nu bulduğunu ve;
Ne yönle seninle O’nun arasında bağlantının kesilerek onu gayb ettiğini de bil!
Bu ibârelerin açıklığında ve işâretlerinde içinde barındırdığı ilâhî sırları da düşün!
“Vel bahril mescûri” (Tûr, 52/6) “Bahr-ı Mescûr”a ya’nî “kendisinde hiç boşluk olmayan denize” gelince; korunmuş ilim, gizlenmiş sır, Kâf ile Nûn arasındaki hazînede gizli olan sır demektir. İşâret lisânıyla olan ta’bîri budur. Zâhir ilmine göre ta’bîre gelince; “Bahr-ı mescûr”; Arşın altında bir denizdir. Cebrâil ona her gün girer. O denizden çıkınca kanatlarını silkeler; kanatlarını silkeleyince yetmişbin damla dökülür. Allah her damladan bir melek halk eder. O melekler, ilâhî ilmi taşıyıcıdır. İşte bu melekler her gün, “Beyt-i Ma’mûr”un bir kapısından girerek diğer kapısından çıkarlar ve kıyâmete kadar bir daha geri gelmezler.
Bizim açık anlatımdaki işâretlerimizi ve işâretlerdeki remizlerimizi iyi anla!
O deniz neden mescûr oldu?
Bu şafak niçin sökmedi? Bunu düşün!
Bu, senin aklının idrâkindeki kusûr nedeniyle midir?
Yoksa ilâhî kıskanma, bu hakîkati keşfe mâni’ olduğundan mıdır?
Bu husûsları iyice tefekkür et!
Resûlullah (s.a.v)’ın, “Mi’râc’a çıktığım gece, bana üç tür ilim verildi. Bu ilimlerin birisi zâhir, birisi bâtın idi, birisinin de gizlenmesi için benden söz alındı” ma’nâsındaki hadîs-i şerîfindeki “gizlenme husûsunda söz alınmasını” iyi anla! Özetle, bizim bu satırlarda ortaya koyduklarımız, o “Bahr-ı Mescûr”un köpüklerindendir; yoksa “mescûr”un sözlükteki diğer anlamı olan gerdanlara takılmak için hazırlanmış incilerden değildir. Bununla berâber, biz elimizden geldiği kadar gizlemeye de gayret ettik. Bunların hepsini ibârelerdeki remiz ile işâretlerdeki bilmecelerle ve açık açık anlatırken, o anlatımı terk edip, gizleme yoluna dönmekle beyân ettik. Bu kitap öyle bir kitaptır ki, onun gibisini zaman meydana getirmemiş, beyân şeklini geçmiş asırlar izâh etmemiştir. Bu kitabı anla, düşün! Bahtiyâr oğlu bahtiyâr, bu kitabı okuyup da anlayan kimseden ibârettir. Allah, hakkı söyler, doğru yolu gösterir.