43.Bölüm-Serîr ve Tâc Hakkındadır

Serîr ve Tâc Hakkındadır

Manzûmenin Tercümesi:

“Serîr, ilâhî saltanat mertebesi için olup, o serîr ilâhî saltanatın rahmâniyyet rütbesiyle arşıdır. Kâinâtın Sultân’ının o serîrin üzerine oturması demek, büyüklük ve azametle, saltanatının yüceliğinde zuhûru demektir. Kur’ân-ı Hakîm’de “arş-ı mecîd” ve “arş-ı azîm” olarak ta’bîr edilen işte bu serîrdir. Arş, mahlûkâtın mutlaklığıdır. O arş üzerine olan istivâ, rabbânî rütbedir.”

Cenâb-ı Hak, bizi ve seni muvaffak kılsın, aşağıdaki izâhı iyi öğren!

Bir nebevî hadîs-i şerîf ki, o hadîste Resûlullah Efendimiz (s.a.v)’in Cenâb-ı Hakk’ı serîr üzerinde genç delikanlı sûretinde gördüğünden ve o serîrin şöyle şöyle olduğundan ve ayaklarında şunlar şunlar bulunduğundan, bahsedilmiştir.

Bu hadîs, bize lâzım gelen keşfi kemâliyle vererek, bu görmenin sûret olarak ve ma’nâ olarak gerçekleştiğini bildirmiştir.

Sûret olarak görme:

Cenâb-ı Hakk’ın, kendine mahsûs tâc ile, altından yapılmış iki nalın ayaklarında olduğu halde gözle görülen bir serîr üzerinde, bahsedilen bu sınırlanmış belirgin sûrette tecellîsi demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak, istediği şey ile ve istediği şekilde tecellî eder.

Bir çeşidi, i’tikâd sûreti üzerinedir.

Bir çeşidi de, algılanabilir şeylerin sûreti üzerinedir. Bunu anla!

Lâkin, mutlak sûret tecellîlerinin menşei ve aslı, misâl âlemidir. Misâl âlemindeki zuhûr şiddetli olursa, yağ parçalarından oluşan bu gözle algılanabilir olarak müşâhede edilir. Fakat, hakîkâtte müşâhede eden, basîret gözüdür. Şu kadar var ki, bu tür müşâhedeye mazhar olan kimsenin her tarafı göz olduğu için, görmesi bu müşâhede yerinde basîret mahalli olmuştur.

Ma’na olarak görmeye gelince;

Ma’nâ olarak derken, şunu kastediyorum, bahsedilen hadîste görmenin ma’nâ olarak gerçekleştiğine dâir ilâhî keşfin bize verdiği şey, hadîste bahsedilen şeylerin her birisinin birer ilâhî ma’nâdan ibâret olmasıdır.

Ve bu bölümdeki hadîste geçen sözlerin de her biri ilâhî ma’nâya dönüktür.

Tâc;

İlâhî rütbe ve mertebede ve subhânî azamet mecdinde nihâyetin olmayışından, bir de zâtın gereğinden ibârettir.

İlâhî sıfatlardan her biri, sonsuzdur. Lâkin o sıfatların cem’ edilip sınırlanmasıyla, nihâyetin olmayışında nihâyetli olarak görme hakîkâti “genç delikanlı sûreti” ile ta’bîr edilmiştir.

Bu görmenin, nihâyetin olmayışında nihâyetli olmasının sebebi, sûretle nihâyet bulmanın lüzûmundan dolayıdır. Oysa Hak, nihâyetsizdir. İşte burada başın üstünde bulunan tâcın zikredilmesi, nihâyeti olmayan zâtın mâhiyyetine işârettir.

Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, tecellî edince, tecellî ettiği şeyle müşâhede edilir. Her müşâhede edilen ise, nihâyetlidir. Bununla berâber bu nihâyetli olan tecellîdeki zuhûru, nihâyetsizdir. Bundan dolayı nihâyetli oluşu i’tibârı ile dahi Cenâb-ı Hak nihâyetsizdir.

O Hak vâhidiyyeti i’tibârı ile vâhid ya’nî bir şeydir. Vâhid ise, kendinde çokluk olmayan şey demektir. Bundan dolayı vâhid için “nihâyeti yoktur” denilemez. Çünkü nihâyetin yokluğu, çokluğun şartlarındandır. Vâhid ise, çokluktan münezzehtir. Cenâb-ı Hakk’ın ise hudûddan, sınırlanmadan ve idrâk edilmekten yana yüce olan zâtı i’tibârı ile nihâyeti yoktur.

Kısaca, Cenâb-ı Hak kendisinde ikilik bulunmayan birlik ayn’ında iki zıddı cem’ etmiştir. Sen bu acâib husûsa dikkatle bak. Bu tertemiz haberi iyi düşün. Belki Hakk yoluna hidâyet bulucu olabilirsin.

Yardım Hak’tandır ve küllî dönüş O’nadır.