Levh-i Mahfûz Hakkında
Manzûmenin Tercümesi:
“Bir nefs ki, bizzat âlemin ilmini ihtivâ edicidir. Ey Âdemoğlu! İşte o bizim levh-i mahfûzumuzdur. Mutlak vücûdun bütün sûretleri âşikâr olarak, o nefsin kâbiliyetinde nakışlanmıştır. O ilâhî nefs ile meşgul olarak temizlenirse; Ve siyah ve zâlim olan şüphenin karanlığından kurtularak safâ kazanırsa; Bütün eşyâ o nefsin indinde zâhir olur ve âlemin gizli yanları âşikâr olarak onda görülür.”
Ma’lûmun olsun ve Cenâb-ı Hak seni hakikâte hidâyet buyursun!
Levh-i mahfûz, halka dönük müşâhede yerlerinde tecellî eden Hakk’a dönük ilâhî nûrdan ibârettir. Mevcûdlar o levh-i mahfûzda aslî tâb’ edilmişlikle tâb’ edilmiştir.
Levh-i mahfûz, heyûlanın aslıdır. Çünkü heyûlanın gerektirdiği her sûret, levh-i mahfûzda tâb’ edilmiştir. Heyûla, bu sûretlerden bir sûret gerektirirse, heyûlanın hemen olmasını veya bir mühlet sonra olmasını gerektirmesine göre o sûret âlemde mevcûd olur. Çünkü kalem-i a’lâ, levh-i mahfûzda o sûretin vücûda gelmesiyle cereyân etmiş ve heyûla da onu gerektirmiştir. Bu gerektirmeye göre o sûreti vücûda getirmek, zarûret hâline gelmiştir.
Bu izâha dayalı olaraktır ki, ilâhiyyat âlimleri;
“Heyûla bir sûreti gerektirirse, sûretlerin “Vâhib”i ya’nî “Hîbe edicisi” üzerine o sûreti âlemde açığa çıkartmak vâcibtir” demişlerdir.
Onların “sûretlerin Vâhib’i üzerine o sûreti açığa çıkartmak vâcibtir,” demeleri ma’nâyı genişleterek anlatabilme ve mecâz türündendir; aynen Rîsâlet-meâb Efendimiz (s.a.v)’in, “Allah dünyâdan bir şeyi kaldırınca, benzerini onun yerine koyması nefsi üzerine vâcibtir” hadîsinde olduğu gibidir.
Gerek bu hadîste, gerek ilâhiyyatçıların sözündeki “Allâh üzerine vâcib olma” sözü, mecâz türündendir. Yoksa, işin hakîkatinde bunlar “Allah üzerine vâcib” demek değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendi üstüne bir şeyin vâcib olmasından yana son derece yücelik ile yücedir. Heyûlanın beyânı, ona mahsûs ayrı bir bölümde gelecektir.
Bilinsin ki;
– Mevcûdların tâb’ edilme yeri olan ilâhî nûr, küllî nefs olarak ta’bîr edilmiştir.
– Levh-i mahfûz, olarak da ta’bîr edilen bahsedilen bu nûrda, kalem-i a’lânın yazdığı şeyi idrâk, o nûrun vecihlerinden bir vecih ile olur, işte o vecih, bizim indimizde küllî akıl olarak ta’bîr edilir.
– Bu nûrdaki tâb’ edilme de kazâ olarak ta’bîr edilir. Kazâ, ilâhî vasfı gereğince aslî tafsîlden ibârettir. Biz bu tafsîlin tecellî yerini, yukarıda kürsî olarak ta’bîr etmiş idik.
Levh-i mahfûzdaki takdîr ise;
Belirlenmiş bir zamanda;
Ona mahsûs yapısıyla;
Belirlenmiş sûrette halkı açığa çıkarmakla hüküm demektir.
Bunun tecellî yerine de “kâlem-i a’lâ” ta’bîri kullanılmıştır .
Kâlem-i a’lâ, bizim kullandığımız ta’bîrlerde “akl-ı evvel ya’nî ilk akıl” demektir. Akl-ı evvelin beyânı, ona mahsûs ayrı bir bölümde gelecektir. Bu yaptığımız izâhı aşağıdaki şekilde örneklendirebiliriz:
Cenâb- ı Hak, falan zamanda falan yapıda Zeyd’i vücûda getirmekle hükmettiğinde;
Levh-i mahfûzda bu takdîrin gerektirdiği emir, kâlem-i a’lâdan ibârettir.
Kâlem-i a’lâ da, ilk akıldan ibârettir.
Bu gerektirmenin beyân edilmesine âit olan mahâl de levh-i mahfûzdur. O levh-i mahfûz da küllî nefs olarak ta’bîr edilmiştir.
Bir ilâhî emir ki, bu hükmün vücûdda vücûda getirilmesini gerekli kılmıştır, işte o emir ilâhî sıfatların gereklerindendir.
Kazâ olarak ta’bîr edilen de budur.
Bunun tecellî yeri kürsîdir.
Kalem ile kastedilenin ne olduğunu, levh-i mahfûz ile kastedilenin ne olduğunu, kazâ ile kastedilenin ne olduğunu, kader ya’nî takdîr ile kastedilenin ne olduğunu iyice anla ve bil!
Bilesin ki, levh-i mahfûzdaki ilim, ilâhî ilimden bir nebzedir. Cenâb-ı Hak onu, halka dönük mevcûdların hakîkatlerinin gereğine göre ilâhî kanûn hikmeti üzere levhde icrâ etmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın Hakk’a dönük hakîkatlerinin gereğine göre levh-i mahfûzdaki ilminin ötesinde de ilmi vardır.
Bahsedilen bu ilâhî hakîkatler, vücûdda kudretinin meydana getirme üslûbuna göre zâhir olur. İşte bu hakîkatler, levh-i mahfûzda yazılmış değildir.
Belki, bahsedilen bu hakîkatler;
Aynî âlemde zâhir olduğu zaman; ba’zen levh-i mahfûzda da zâhir olur;
Ba’zen aynî âlemde zâhir oluşundan sonra dahi levhde zâhir olmaz.
Levh-i mahfûzda bulunanların hepsi, kıyâmet gününe kadar olan hissî vücûda âit ilim meydana getirir.
Cennet ehlinin, ateş ehlinin hallerine dâir olan ilmin ayrıntısına âit, levh-i mahfûzda bir şey yoktur. Çünkü o ayrıntı, kudretin meydana getirmesine âittir. Kudret işi ise, ta’yîn edilmiş değil, belki mücmeldir.
Evet işte bu yön ya’nî cennet ehlinin ve ateş ehlinin icmâl üzere hallerine dâir ilim, levh-i mahfûzda bulunabilir. Fakat bu ilim, hem icmâl üzere hem de mutlak sûrettedir;
Ebedî saâdete mazhar oluşuna, ilâhî ilmin cereyan ettiği kimse hakkında, mutlak olarak ni’metlenme yurdu olduğunun bilinmesi gibi.
Hattâ bu nî’metlenmeye âit olan ilim, ayrıntılansa bile bu ayrıntılanma dahi, o ni’metlendirme cinsine âit olduğu için yine icmâl üzere bir cümledir.
Örneğin, falan kimseyi me’vâ cenneti ehlinden, yâhut huld cenneti ehlinden, yâhut naîm cenneti ehlinden, yâhut firdevs cenneti ehlinden diye bilirsin; fakat, bu bir icmâldir. Bundan daha fazlasına imkân yoktur. Ateş ehlinin hâli de böyledir.
Bilesin ki, levh-i mahfûzda takdîr edilen hükümler iki çeşittir:
Bir kısmı, değiştirilmesi mümkün olmayan takdîr edilenler.
Diğeri de, değiştirilmesi mümkün olan takdîr edilenlerdir.
Değiştirilmesi mümkün olmayan takdîr edilenler, âlemde ilâhî sıfatların gerektirdiği işlerden ibâret olup, vücûda gelmemelerine imkân yoktur.
Değiştirilmesi mümkün olan işler o şeyler ki, âdet olan hikmet kanûnu üzerine âlemdeki kâbiliyyetler, o şeyleri gerektirmiştir.
Bu tür işleri, Cenâb-ı Hak ba’zen anlattığımız oluşum üzerine icrâ eder. Levh-i mahfûzda takdîr edilmiş olan şey gerçekleşir.
Ba’zı kere de o işleri ilâhî meydana getirme hükmü üzerine icrâ eder. Bundan dolayı, levh-i mahfûzda takdîr edilmiş olan, gerçekleşmez.
Şuna da şüphe yoktur ki, âlemdeki kâbiliyyetlerin gerektirdiği şeyler de, ilâhî sıfatların gereğinin aynıdır. Fakat ikisi arasında fark vardır. Yâ’nî mutlaka, ilâhî sıfatların gerektirdiği şeyle, âlemdeki kâbiliyyetlerin gerektirdiği şey arasında fark vardır.
O fark da şu şekildedir ki;
Âlemdeki kâbiliyyetler bir şeyi gerektirse de, o kâbiliyyet hükmünde âcizlik mevcûddur. Çünkü oluşmasında gayrıya dayanmıştır. Bunun içindir ki, ba’zen gerçekleşir, ba’zen de gerçekleşmez.
Oysa, ilâhî sıfatların gerektirdiği işler böyle değildir. Onlarda ilâhî gerek olduğundan, zarûrî olarak gerçekleşirler.
Îzâh edilen bu farkta ikinci bir yön daha vardır. O yön de şöyledir:
Âlemdeki kâbiliyyetler mümkün olan şeylerdir. Mümkün olan şey ise, kabûl ettiği şeyin zıddını da kabul eder. Kâbiliyyet bir şeyi gerektirse de ve ilâhî kudret onun zıttının gerçekleşmesiyle cereyan etse, o zıt olan da yine mümkünde mevcûd olan kâbiliyyetin gereği demektir. Bundan dolayı âlemdeki kâbiliyetlerin gereğinin gerçekleştiği söylesek de, hikmet kanûnunun tersine olarak söylemiş oluruz. Şâyet kâbiliyyetin gerektirdiği şey, aynıyla gerçekleşirse o zaman hikmet kanûnu üzerine gerçekleştiğini söyleriz. Bu zevkî ya’nî bizzât hakîkatiyle yaşanan bir husûstur, akıl bunu fikrî bakış açısından idrâk edemez. Belki bu bir ilâhî keşftir. Allah, kullarından dilediğine o keşfi ihsân eder.
Özetle, muhkem ya’nî mutlak kazâ kendisinde değişim olmayan kazâdır. Muallak kazâ da, kendisinde değişim mümkün olan kazâdır. Bunun içindir ki, Resûlullah (s.a.v) ancak, muallak kazâdan yana Allah’a sığınmıştır. Çünkü Nebî (s.a.v) bilirdi ki, muallak kazâda değişim olması mümkündür.
Cenâb-ı Hakk’ın, “Yemhûllâhu mâ yeşâu ve yusbit ve indehu ümmül kitâb” “Allah, dilediğini siler, dilediğini sâbit kılar, ümmü’l-Kitâb O’nun indindedir” (Ra’d, 13/39) buyurması muallak kazâya âittir.
Muhkem ya’nî mutlak kazâ böyle değildir. Ona Kur’ân-ı Kerîm’de “ve kâne emrullâhi kaderen makdûrâ” (Ahzâb, 33/38) “Allah’ın emri takdîr edilmiş kaderdir” âyetiyle işâret edilmiştir.
Muhkem kazâda edebe riâyet etme, muallak kazâda ise şefâate cesâret etme husûsunda nasıl hareket edeceğini ta’yîn edebilmek için ikisini birbirinden ayırıp seçebilmek, keşif sâhibi üzerine en güç olan şeylerdendir.
Cenâb-ı Hak, muallak kazâyı kuluna bildirirse bu, şefâate izin verdiğine işârettir. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da, “menzellezî yeşfeu indehû illâ bi iznih” ya’nî “Kim ki O’nun indinde şefâat edebilir, ancak O’nun izniyle” (Bakara, 2/255) buyurmuştur.
Bilinsin ki, “levh-i mahfûz” olarak ta’bîr edilen ilâhî nûr;
İlâhî zâtın nûrundan;
İlâhî zâtın nûru da, ilâhî zâtın aynından ibârettir. Çünkü Hakk’a nisbetle bölünme ve kısımlanma muhaldir.
Şu halde, zâtının nûrundan olan levh-i mahfûz, mutlak Hakk’tır. Küllî nefs olarak ta’bîr edilen budur, mutlak halk da odur.
Kur’ân’da “Bel hüve kur’ânun mecîd; Fî levhin mahfûz” ya’nî “Belki o Kur’ân mecd ve azamet, izzet ve saltanat sâhibinin nefsidir; Levh-i mahfûzdadır” buyrulması buna işârettir. Yâ’nî;
Küllî nefsdedir yâ’nî;
İnsân-ı kâmilin nefsindedir.
Bunda hulûl ya’nî dâhil olma da yoktur. Allah, hulûl ve birleşmeden yana yüce ve mukaddestir.
Allah hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.