50.Bölüm-Rûhu’l-Kudus Hakkındadır

Rûhu’l-Kudus Hakkındadır

Bilinsin ki, rûhu’l-kudus rûhların rûhundan ibârettir. Bu rûh, “Kün ya’nî Ol!” emrinin ihâtası altına girmekten yana münezzehtir. Bunun hakkında mahlûktur demek câiz değildir. Çünkü rûhu’l-kudus, Hakk’ın vecihlerinden hâs bir vecihdir. Vücûd, o hâs vecih ile kâim olmuştur.

Rûhu’l-kudus, rûhtur; ama diğer rûhlar gibi değildir. Çünkü o rûh, Allah’ın rûhudur. Âdem’e üflenen rûh da, bu Allah’ın rûhundandır. “Ve nefahtü fîhi min rûhî” ya’nî “Ona kendi rûhumdan üfledim” (Sâd, 38/72) âyetinde buna işâret vardır.

Âdem’in rûhu, mahlûk ise de, Allah’ın rûhu mahlûk değildir. O, rûhu’l-kudustur; yâ’nî varlıksal noksanlıklardan mukaddes olan rûhtur. Bu rûha, “mahlûklardaki ilâhî vecih” ta’bîri kullanılmıştır.

O ilâhî vecih, “fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” ya’nî“Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır” (Bakara, 2/115) âyetindeki Allah’ın vechidir. Yâ’nî varlıksal vücûdun kıvâmına sebeb olan mukaddes rûh, nereye yüz çevirseniz;

Çünkü rûhu’l-kudus, kemâliyle varlıksal vücûdda taayyün etmiştir. Çünkü rûhu’l-kudus, vücûd ile kâim olan ilâhî vecihden ibârettir. Her şeyde o vecih, Allah’ın rûhudur. Bir şeyin rûhu ise, nefsinden ibârettir. Bundan dolayı vücûd Allah’ın nefsi ile kâimdir. Allah’ın nefsi ise, zâtından ibârettir.

Bilinsin ki, hissedilebilir şeylerden her şey için mahlûk rûhu vardır. O şeyin sûreti, o mahlûk rûhu ile kâimdir. O sûret için rûh, sözler için ma’nâlar gibidir. Sonra o mahlûk rûhu için de ilâhî rûh vardır. Rûh, bu ilâhî rûh ile kâimdir. İşte o ilâhî rûh, rûhu’l-kudustur.

İnsandaki rûhu’l-kuduse bakan, onu mahlûk olarak görür. Çünkü bir şeyde iki kadîmin varlığı mümkün değildir. Kıdem ya’nî kadîm olmak, yalnız Allah içindir. Allah’ın zâtına, isimlerinin ve sıfatlarının hepsine de katılır. Çünkü isimlerin ve sıfatların, zâtından ayrılması mümkün değildir. Bundan başkası mahlûktur ve sonradan olmadır. Örneğin;

Rûhu’l-kudus olarak ta’bîr edilen, ilâhî sır olarak ta’bîr edilen, sirâyet etmiş vücûd olarak ta’bîr edilen işte o rûhunun rûhudur.

Beşeriyyet ve şehvete dönüklük ile ta’bîr edilmiş olan insânî cesed sûretin gerektirdiği işler insan üzerine gâlip olursa, insanın rûhu cesed sûretinin aslı ve menşei ve mahâlli olan ma’denî tortuları kazanır. Bu tortular ile beşerî gereklilikler kendisinde yerleştiği için aslî âlemine muhâlefet etmeye başlar. Bu muhâlefetle rûh, aslındaki mutlaklığından, cesed sûretin kayıtlarına düşer. Bundan dolayı tabîatın ve âdetin zindanına girmiş olur.

Dünyâdaki bu beşerî düşüş, âhiretteki siccînin örneğidir. Rûha karar kılma mahalli oldukça, bu düşüş siccînin aynıdır. Şu kadar ki, âhiretteki siccîn, hissedilir olan ateşte hissedilen siccîndir. Dünyâda ise az önce izâh edildiği şekilde, ma’nen olmaktadır.

Dünyâdaki siccîn ile âhiretteki siccîn arasında fark olması şundan dolayıdır ki, âhiret bu âlemdeki ma’nâların, hissedilir sûretler şeklinde zûhur mahâllidir. Yâ’nî, burada ma’nâ olan şeyler, âhirette şekiller ile açığa çıkmaktadır. Bunu anla!

Fakat insanda doğru fikrin devamı, yeme ve içmenin azaltılması, uykunun azaltılması, konuşmanın azaltılması ve beşeriyyetin gerektirdiği şeyleri terk etmesi sûretleriyle rûhânî işler onun üzerine gâlib gelirse o zaman, insânî yapı, rûhânî letâfet kazanır. Yâ’nî, rûh hâli cisim hâline gâlib gelir. Bu hâl tahakkuk ettiğinde su üzerinde yürüyebilir, havada uçabilir, duvarlar kendisine engel olmaz. Mahallerin uzaklığı, rûhî yakınlığa engel teşkil edemez.

İşte beşerî gerekliliklerden olan mâni’lerin bu şekilde giderilmesi hâlinde, rûhta aslî rütbesi ve kudreti tahakkuk ederek, mahlûk mertebelerinin en yükseğine ulaşır. O mertebelerin en yüksekleri ise, cisimlere yakınlıkla oluşmuş olan kayıtlardan yana çözülmüş olan rûhların âlemidir. Kur’ân’da “İnnel ebrâre lefî naîm” ya’nî “Muhakkak ki, iyiler naîmdedirler” (İnfitâr, 82/13) buyurulması buna işârettir.

İşte bahsedilen izâh şekliyle, bir kimsede ilâhî işler gâlib gelirse, o kimse kudsiyyet kazanmış olur. İlâhî işlerin gâlib gelmesi ise, güzel isimlere ve pek yüce sıfatlara âit feyizleri müşâhede ile ve beşeriyyetin ve sonradan olma olan rûhiyyetin gerektirdiği işleri terk ile hâsıl olabilir. Çünkü beşeriyyet, cesedin kıvâmına sebeb olan şehvete dönüklüğün gerektirdiği şeyler olup, insânî tabîat onları kendisine âdet edinmiştir. Sonradan olma rûhiyyet de kendinde ulvîlik bulunduğu için makâm ve mevki’ye ve beşer arasında üstünlük göstermeye ve zâhirî rütbe sâhipliğine bağlı olan insânî düzene âit işleri gerektirir.

İnsan bu sonradan olma rûhiyyete ve beşeriyete âit olan gerekleri terk ederek, kendine nisbetle aslın aslı olan sırrı müşâhedede dâim olursa, ilâhî sırrın hükümleri o kimsede zâhir olur.

Bu zuhûr üzerine yapısı ve rûhu, beşeriyyetin dibinden tenzîhen kudsî zirvesine yükselerek; işitmesi, ilâhî işitme; görmesi, ilâhî görme; eli, ilâhî el; lisânı, ilâhî lisân olur.

O kimse, eliyle doğuştan kör olana ve abraş hastalığına tutulmuşa mesh etse, Allah’ın emri ile şîfâ bulur. Lisânıyla bir şeyin var olmasını söylese, derhal hâsıl olur. O kimse, rûhu’l-kudus ile desteklidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Îsâ (a.s.) hakkında, (vasıfları bahsedilen bu izâh içerisinde olduğu için) “ve eyyednâhu bi rûhil kudus” ya’nî“Biz, onu rûhu’l-kudus ile destekledik” (Bakara, 2/253) buyurmuştur. Bunu anla!

Allah, hakkı söyler, doğru yola hidâyet eder.