51.Bölüm-Rûh İsmi Verilen Melek (Rûh-u A’zâm) Hakkındadır

Rûh İsmi Verilen Melek (Rûh-u A’zâm) Hakkındadır

Bilinsin ki, bu melek, sûfî terimlerinde “Hakk-ı Mahlûk” ve “Hakîkât-i Muhammediyye” ismi verilen melektir. Cenâb-ı Hak, bu meleğe kendi nefsine nazar ettiği gibi nazar etmiştir ve onu kendi nûrundan halk etmiş ve âlemi de ondan halk etmiştir. O melek, Allah’ın âlemden yana nazar mahâllidir. Emrullâh, bu meleğin isimlerindendir.

Bu melek, mevcûdların en şereflisi, rütbe ve kudret i’tibârı ile a’lâsı, menzil ve derece i’tibârı ile mevcûdların en yükseğidir. Bunun üstünde melek yoktur. Bu melek, mukarrebîn meleklerin efendisi ve mükerremîn meleklerin en fazîletlisidir. Cenâb-ı Hak, mevcûdların değirmenini bu melek üzerinde döndürtmüştür ve o meleği mahlûklar feleğinin kutbu yapmıştır.

Cenâb-ı Hakk’ın halk ettiği her şey ile berâber o meleğin hâs bir vechi olup, o melek o hâs vecih ile o şeye bakar ve Cenâb-ı Hakk’ın vücûda getirdiği mertebede, o şeyi muhâfaza eder.

O meleğin sekiz sûreti vardır. O sekiz sûrete “hâmele-i arş ya’nî arşın taşıyıcıları” denilir. Meleklerin ulvî olanlarını ve unsûrî olanlarını Cenâb-ı Hak, bu melekten halk etmiştir. Bu meleklerin o meleğe nisbeti, damlaların denize nisbeti gibidir. Arşın taşıyıcıları olan sekiz sûretin o rûhâ nisbeti, insânî rûh bakış noktasından insânî vücûdun, o insanî vücûdu ayakta tutan sekiz şeye nisbeti demektir. O sekiz şey, akıl, vehim, fikir, hayâl, sûretlendirme, hâfıza, idrâk etme ve nefisten ibârettir.

O meleğin illiyyet âleminde, lâhût âleminde, ceberût âleminde, melekût âleminde, mülk âleminde ilâhî saltanatı vardır. Bu saltanatı, Cenâb-ı Hak o melekte halk etmiştir.

O melek, kemâliyle Hakikât-ı Muhammedî’de açığa çıkmıştır. Bunun içindir ki, Resûlullah (s.a.v) beşerin en üstünüdür. Allah’ın en büyük lütfu onun üstündedir, Allah’ın ihsân ettiği en büyük ni’meti onun feyizlerindendir. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da “Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ, mâ künte tedrî mel kitâbu ve lel îmânu ve lâkin cealnâhu nûren nehdî bihî men neşâu min ibâdinâ, ve inneke le tehdî ilâ sırâtın mustekîm” ya’nî “Ve işte böylece sana emrimizden rûhu vahyettik. Bundan evvel kitâbın ve îmânın ne olduğunu bilmezdin. Lâkin biz o rûhu nûr kıldık. Kullarımızdan dilediğimizi o nûr ile hidâyet ederiz. Ve muhakkak sen de kesinlikle sırât-ı müstakîme hidâyet edersin” (Şûrâ, 42/52) buyurmuştur.

Âyetin özeti, “bizim emrimizden ibâret olan meleğin vecihlerinden kâmil vechi, senin rûhun için halk ettik” demektir. Çünkü o meleğin ismi “Emrullâh”tır. Buna “kulir rûhu min emri rabbî“ (İsrâ, 17/85) “De ki, rûh Rabb’imin emrindendir” âyetinde işâret vardır. Rûh, o meleğin vecihlerinden bir vecihtir demektir. Bu âyet-i kerîmede geçen “Ve yes’elûneke anir rûhi” ya’nî “Sana rûhtan sorarlar” buyrulmasındaki inceliğe gelince; bu âyetteki bu soruda rûh mutlak olarak zikredilerek soru sorulmuştur. Bundan dolayı cevapta da “kulir rûhu min emri rabbî“ ya’nî “De ki, rûh Rabb’imin emrindendir” denilerek, rûh mutlak olarak zikredilmiştir. “Rabbi’min emrindendir” demek, emrin vecihlerinden bir vecih demektir.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in rûhuna gelince, onda böyle değildir. Onun rûhu hakkında “Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ” ya’nî “Ve işte böylece sana emrimizden rûhu vahyettik” (Şûrâ, 42/52) buyurulmuştur.

Burada rûhun zikredilmesi, rûhâ verilen ehemmiyetten dolayıdır. Rûhun belirsiz olarak beyân olunması da, o vechin yâ’nî o rûhun şânının büyüklüğünden dolayıdır. Bunların ikisi de, Hz. Muhammed (s.a.v)’in kadrinin azâmetine dikkat çekmek içindir.

“Zâlike yevmun mecmûun lehun nâsu” ya’nî “O bir gündür ki, insanlar ona toplanmıştır” (Hûd, 11/103). Bu âyette de “gün” kelimesinin belirsiz olarak îfâde edilmesi, o günün azâmetine binâendir.

Sonra “rûhan min emrinâ” ya’nî “emrimizden rûhu” denilip de, “evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ” ya’nî “Biz vahyettik senin üzerine emrimizden rûhu”denilmemesine sebeb, vücûda getirmeden yana yüce kastın rûh olmasından dolayıdır. Çünkü insan yapısından kasıt, insanî rûhtur.

“Min emrinâ” ya’nî “emrimizden” ta’bîrinin izâfet nûn’u ile getirilmesi, anlattığımız sebebler ile berâber hepsinin, Resûlullah (s.a.v)’in şânının azametini pekiştirmek ve belirtmek için oluşudur.

Şunu da bilesin ki, Cenâb-ı Hakk bu meleği, zâtına ayna olarak halk etmiştir. Cenâb-ı Hakk zâtıyla ancak bu melekte zâhir olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkların hepsinde zuhûru, zâtıyla değil sıfatıyladır. Bundan dolayı o melek, dünyâ âleminin, âhiret âleminin, cennet ehlinin, ateş ehlinin, kesîb cenneti ehlinin, a’râf ehlinin kutbudur.

İlâhî hakîkat, halk ettiği her şeyde bu meleğin bir vechinin bulunmasını subhânî ilminde gerekli kılmıştır. O meleğin her vechi hangi şeyde bulunursa, o mahlûkun feleği o vecih üzerinde döndüğü için, o şey mahlûkun kutbudur. Bu melek, insan ferdlerinden hiç bir kimse için ârif olunan olmayıp, yalnız insân-ı kâmil için ârif olunandır.

Velî, o meleğe ârif olunca o melek velîye gizli şeyleri öğretir. Velî, o şeyler ile tahakkuk edince, vücûd değirmeninin genel yapısında hareketin onun üzerinde döndüğü nokta olan kutbu olur. Fakat bu kutubluk o velîde, o melekten vekâleten vekîl hükmüyledir. Vücûdda o melek için kutubluk, asâlet ve mâlik olma hükmüyle olup, başkalarından vekîllik ve emânet hükmüyle zuhûr eder.

Bu sırrı iyi bil!

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da, “Yevme yekûmur rûhu vel melâiketu saffâ, lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur rahmânu ve kâle sevâbâ” ya’nî “O gün rûh kâim olur ve melekler saf saf. Rahmân’ın kendisine izin verdiğinden başkası söz söyleyemez ve o izin verilen sevâb söyler” (Nebe, 78/38) âyetinde bildirdiği melek, bahsimize konu olan melektir.

Bu âyetin doğrultusunda, rûh denilen bu bahsedilen melek, ilâhî devlet hazretinde kâim olduğu zaman, melekler rûhun önünde ona hizmet için saf olarak dururlar. Bahsedilen bu rûh Hakk’ın ubudiyyetinde kâim ve Allah’ın emrettiği şey ile ilâhî hazrette tasarruf edicidir.

Âyetteki “lâ yetekellemûne“ ya’nî “söz söyleyemez” kelimesi, meleklere dönüktür. Rûh, ilâhî huzûrda mutlak olarak, söz söylemeye izinlidir. Çünkü rûh, ilâhî hazretin en kâmil zuhûr yeri, en üstün tecellî yeridir. İlâhî huzûrda diğer meleklere söz söylemek için izin verilse de, her melek ancak bir kelime söyleyebilir; fazla söylemekten yana takâtları yoktur. Bundan dolayı elbette ve elbette bir sözden fazla söz söylemek, kendileri için mümkün değildir.

Cenâb-ı Hakk’ın emrini ilk olarak alan rûhtur. Sonra emirler, diğer meleklere yöneltilir. Bundan dolayı diğer melekler rûhun askerleri türündendir. Cenâb-ı Hak âlemde bir emrin infâzını emrettiği zaman, o emre uygun bir melek halk eder. Rûh o meleği gönderir, me’mûr olan melek, rûhun emrettiği şeyi yapar.

Bu “âlûn” kısımdan olan meleklerin Âdem’e secde ile me’mûr olmamasındaki hikmet şudur ki; Eğer secde ile me’mûr olsalar idi, o melekleri Âdem’in neslinden gelen her insanın bilmesi lâzım gelirdi. Âdem’e secde ile me’mûr olan melekler benî Âdem üzerine zâhirdirler. Göz sûretiyle olmasa da, uyuyan kimse için Hakk’ın zuhûra çıkaracağı ilâhî misâlleri rü’yada tasavvur sûretiyle bildirirler. Rü’yadaki sûretlerin hepsi, bu tür melek demektir. İnsanlara misâller göstermek için me’mûr olan melek, bu sûretleri uyuyan kimse için tasavvur ederek, gelecekteki işlerine işâret eder. Bunun içindir ki, uyumakta olan kimse rü’yâsında cemâd ile konuşur. Cemâdın rûhu olup da cemâd sûreti ile tasavvur etmemiş olsaydı, konuşmaya kâdir olamazdı. Bunun için Risâlet-meâb Efendimiz, “Sâdık rü’yâ Allah’tan vahiydir” buyurmuştur. Çünkü o rü’yayı insana indiren melektir. Yine Risâlet-meâb Efendimiz, diğer bir hadîste “Sâdık rü’ya nebîliğin kırk altı cüz’inden bir cüz’dür” buyurmuştur.

İblîs de Âdem’e secde etmemiş ise de, secde ile me’mûr olanlardan olduğu için, âlîn meleklerinin sûret peydâ etmeleri gibi, kendi nesli olan şeytanların uyumakta olana tasavvurlarını ya’nî sûret peyda etmelerini emrettiğinden, bu şekilde yalancı rü’yâ meydana gelmiştir.

Bu izâhların hepsinden şu netîceyi elde ederiz ki, âlîn melekler Âdem’e secde ile emrolunmamışlardır. Bunun içindir ki, benî Âdem’den “ilâhiyyûn”dan başkası, o türden olan meleklere ârif olmaya nâil değildirler. İlâhiyyûnun bu ârif olmaya nâil olmaları da, beşerî mânîler demek olan, beşeriyet hükümlerinden kurtulduktan sonra, nâil oldukları ilâhî ni’met vermedir.

Görmüyor musun, İblîs ki, Cenâb-ı Hak onun hakkında;

“Mâ meneake en tescude limâ halaktu bi yedeyye, estekberte em künte minel âlîn” ya’nî ”İki elimle halk ettiğim şeye secdeden seni ne men’ etti? Kibirlendin mi, yoksa âlîn olanlardan mısın?” (Sâd, 38/75) buyurmuştur. Yâ’nî “âlîn” üzerine secde emri olmadığından onlardan mısın?” demektir.

İmâm Muhyiddîn Arâbî hazretleri, Futuhâtü’l-Mekkiye‘sinde bu ma’nâyı zikretmiş ise de, “Alîn”in kimlerden ibâret olduğuna dâir hiç bir açık anlatımda bulunmamıştır. Bununla berâber, bu âyetlerden delîl getirmiştir.

Bahsedilen bu âyet-i kerîmenin ma’nâsını tam olarak anlamak için, şu yönü göz önünde bulundurmalı ki, Cenâb-ı Hak’tan gelen soruları bir şeye cevap alma şeklinde düşünmek doğru olmaz. Cenâb-ı Hak’tan gelen sorular;

İblîs hakkında “Mâ meneake en tescude” ya’nî “Seni ne men’ etti?” diyerek, gerçekleşen soru, tehdit ve dehşete düşürme içindir;

“Estekberte” ya’nî “Kibirlendin?”deki “istifhâm hemzesi- “, isbât ma’nâsınadır. Yâ’nî “Ondan hayırlıyım” demekle kibirlendin” demektir;

“Em künte minel âlîn” ya’nî “yoksa âlîn olanlardan mısın?”daki “em” ya’nî “yoksa” nefiy ya’nî olumsuzluk ma’nâsınadır. Yâ’nî “sen secde ile emrolunmayan âlîn kısmından değilsin” demektir.

Sorunun ünsiyyet ve ma’nânın genişletilmesi için olmasının misâli;

“Ve mâ tilke bi yemînike yâ mûsâ” ya’nî “Yâ Mûsâ, elindeki nedir?” (Tâ-hâ, 20/17) âyet-i kerîmesindeki soru şeklidir. Buradaki istifhâm ya’nî soru şekli, ünsiyyet için olduğundan Mûsâ (a.s);

“Hiye asâye, etevekkeu aleyhâ ve ehuşşu bihâ alâ ganemî ve liye fîhâ meâribu uhrâ” ya’nî “O, benim asâmdır; ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkerim; Benim için onda daha başka menfaatler de vardır” (Tâ-hâ, 20/17) diye cevap vermiştir.

Mûsâ (a.s), Cenâb-ı Hakk’ın bu şekilde sözün genişletilmesini istediğini bildiği için cevâbı tafsilli söylemiştir. Yoksa, cevâbın sâdece “O, benim asâmdır” diyerek söylenmesi lâzım gelirdi.

İşte ilâhî huzûrunda ehlullâhın Allah ile berâber âdeti ve edebi bu şekildedir. İnsân-ı Kâmil, bu hakîkati sana açtı. Okuyucu bunu okusun, gereğiyle amel etsin ve saîdler zümresinden yazılsın arzûsunda bulundu. İnsân-ı Kâmil‘le berâber edebe riâyet et!

İfâdede izâhlar gemisi olan beyânım, açık ifâdelerle beyân denizinde dolaşmaya başladı. Hakîkat sâhiline vararak, açığa çıkarılması lüzûmlu olmayan şeyi açığa çıkaracak dereceye vardı. Bundan dolayı, rûh ismi verilen melek hakkındaki ta’bîre âit olan hakîkatler denizine geri dönüyoruz.

Bilinsin ki, rûh ismi verilen meleğin vecihlerinin sayısına göre bir çok isimleri vardır. Kalem-i a’lâ, rûh-ı Muhammed, Akl- ı evvel, Rûh-ı İlâhî denilir. Bunların hepsi, fer’ ile aslı isimlendirme türündendir. Yoksa, ilâhî hazrette bu meleğin bir ismi vardır; O da “Rûh”tur. Bunun içindir ki, bu bölümün ünvânını “Rûh” ismine tahsîs ettik. Bu meleğin toplamış olduğu acaîblikleri ve garîblikleri detaylan- dırmak lâzım gelse, bir çok ciltler dolusu kitap yazmaya ihtiyaç görünürdü.

Ba’zı ilâhî hazretlerde bu melekle bir araya geldim. Heybetinden eriyecek, güzelliğinden fenâya uğrayacak hâle geldim. Bana kendini bildirdi. Bana selâm verdi. Selâmına karşılık verdim. Selâm ile selâmların îfâ edilmesinden sonra, kelâmı ile bana karşılıklı güzellik ve aşk ve ilâhî muhabbet kadehini devrettirerek ünsiyyet gösterdi. Rütbesinden, kudretinden, makâmından, hazretinden, şehâdet yerinden, aslından, fer’inden, hey’etinden, nev’inden, sıfâtından, isminden, resminden, sûretinden sordum.

Cevâbında “Bu senin güzel bir hitâb ile söylediğin husûs, taleb ettiğin sırlar çok izzetli bir merâm, çok izzetli bir makâmdır. Bunu açıklayarak ifşâ etmek, uygun değildir. Kinâye ve üstü kapalı olarak da anlaşılması güçtür” dedi.

Dedim ki: Üstü kapalı olarak ve kinâye şeklinde lütuf buyurun! İlâhî yardım öne geçmiş ise belki sözlerinizi anlarım.” Dedi ki:

“Makâm ve rütbe ve kudrete gelince;

Bilinsin ki, ben müşâhede edilenin aynı olduğum zaman, gaybde de hükmüm mevcûd idi. O mühürlenmiş hükmü bilmeyi ve üzerine hüküm verilen emir tarafında görmeyi isteyince, Allah’a “Allah” ismiyle nice sene ibâdet ettim.

O ibâdette uyanık değil, uyku ile uyanıklık arasında idim. Cenâb-ı Hak, beni uyandırdı. Ve kendi ismine yemin ederek;

“Kad efleha men zekkâhâ; Ve kad hâbe men dessâhâ” ya’nî “Kim onu tezkiye etmişse felâha ermiştir; ve kim onun kusurlarını örtmeye çalıştıysa hüsrâna uğramıştır “ (Şems, 91/9-10) buyurdu.

İlâhî taksîmde hâzır olduğum ilâhî ismin bana ihsân ettiğini kazanınca, hazret-i Rasûlün lisânıyla, Hakikât-ı Muhammediyye beni tezkiye etti ve temizledi. Bunun içindir ki, Resûlullah (s.a.v) “Allah, Âdem’i kendi sûreti üzere halk etti” buyurmuştur. Bu sözde şek ve şüphe yoktur.”

“Âdem’i Allah kendi sûreti üzerine halk etmiş ise de, o Âdem, benim zuhûr yerlerinden bir zuhûr yeri ve benim zâhirim üzerine bir halîfeden başka bir şey değildir. Bildim ki, Hak, beni, kulları arasından maksûd ve murâd olarak meydana getirdi.”

“İşte bu hâlet içinde iken en büyük makâmdan en kerîm hitâb şu şekilde ulaştı:

“Cemâl feleklerinin etrafında döndüğü kutub sensin!

Kemâl dolunayının ışığından yardım istediği güneş de sensin!

Seni bir ilâhî numûne olarak meydana getirdik.

Ve senin için hakîkat kapısını iç tarafından kuvvetle kapadık.

Hind ile Selmâ ile künyelenen sensin!

Azze ve Esmâ ile îmâ edilen yine sensin!

Ey yüksek vasıflar ve hâlis nitelikler sâhibi! Bunların hepsi senden başka bir şey değildir. İlâhî cemâlsana dehşet vermesin. İlâhî celâl seni titretmesin. Ke- mâlatı ihâtayı uzak görme! Nokta senden ibârettir. Dâire de odur. Rubâyı giyen sensin. O vasıflar ve nitelikler şa’şaalı elbiselerdir.”

Rûh bunları söyledip yine söze başlarken dedim ki:

“Ey büyük efendi, ey haberlilerin en iyi bileni! Senin için Hak’tan destek ve mâsumluk temennî ederim. Bana hikmet incilerinden, rahmet deryâsından haber ver. Neden o incilerin sadefi benden başkası oldu? Oysa o inciler, benim suyumdan başka bir şeyden bağlanmamıştır. Bir de benim kuşuma niçin başkasının ismi verildi? Bu hakîkat mes’elesi niçin gizlendi? Bu hakîkatin aslı ve esâsı niçin bildirilmedi?”

Cevâben Rûh dedi ki:

Bilesin ki, Hak Teâlâ hazretleri, zâtını halka bildirmek için isimlerinin ve sıfatlarının tecellîlerini irâde buyurunca, zâtını mütemeyyiz ya’nî seçkin zuhûr yerlerinde, mütehayyiz ya’nî i’tibarlı bâtınlarda ibrâz etti.

Seçkin zuhûr yerleri, ilâhî mertebelerde tecellî edici olan zâtî mevcûdlardan ibârettir. Bu hakîkat yüz yüze açıktan söylense, bu kulun kayıtları çözülüp de salıverilse, mertebeler mechûl; izâfetler ve bağıntılar bulunamaz olurdu. Çünkü insan, başkasında hakîkati görünce onun hayrını almak ve ona tâbi’ olmak daha kolay olur ve muktedir olabildiği şeyleri, daha kolay alır. Bu hikmete dayalıdır ki, Cenâb-ı Hak kerem sâhibi resûlleri açık kitâb, sağlam hitâbile gönderdi. Bunlar, pek yüce sıfatlara ve ilâhî güzel isimlere tercümânlık yaparlar. Ve onların bu lütfu sâyesinde idrâkten yana ve gayrının kendisine ortak olması ma’rifetinden yanayüce olan ilâhî zât bu şekilde bilinir.”

Bunun içindir ki, Seyyid-i evvâh (çok ah diyen) yâ’nî Risâlet-penâh (s.a.v), “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” buyurmuştur.

İşte şerh edilme sûretiyle ve nebîlerin vâsıta oluşuyla insânî yapıya konulmuş olan sırlar meydana çıkarak, rabbânî gayretin ulviyyeti zâhir, rahmânî mertebenin hakkı âşikâr olur.

Böyle olmakla berâber küllî olarak kavramak sûretiyle ârif olup bilmeye de yol yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak nefsinden haber vererek, “Allah’ın kadrini hakkıyla takdîr edemediler” (En’âm, 6/91) buyurmuştur.

İşte hikmet incileri ve rahmet deryâsı bu izâhtadır.

“Senin suyundan başka bir şeyden bağlanmayan incilerin sadefinin başkası olması” ta’bîri, için üzerine geçirilmiş kabuktan ibârettir. Bunun sırrı, Ümmü’l-Kitâb’a âit hakikâte vâkıf olmayanlar hikmete ve fasl-ı hitâba ya’nî hakkı bâtıldan ayırmaya ve hakîkatleri görmeye yükselmesinler diye te’sîs edilmiş olan yüksek fikirdendir.

“Senin kuşunun başkasının ismiyle isimlendirilmesi”, yine senin hayırlarını ve faydalarını içine alması içindir.

Bu hakîkat mes’elesinin gizlenmesine gelince; bu denize dalmaya herkesde tâkat olmadığı içindir. Çünkü akılların, bunu idrâkten yana kusurlu olduğu ve akılların kayıdlarından çözülmesine imkân olmadığı apaçık bir husûstur.

Bu izâhların, bu ta’bîrlerin hepsi ibâreler şeklinde yapılmış kabuklar olup, işâretlerin kabirleridir. Ehli olmayana perde olması için, hakîkâtin yüzüne “nikâb-peçe” çekilmiştir.

“Eğer sen, hitâbı idrâk edici isen, şurasını anla ki; zâhirde âşikâr olan zâhirî vecih ve i’tibârperdeleri gibi, bâtında örtülmüş olan kimse tarafından daha önce söylenmemiş olanlar da, fikirlerin perdeleridir. Bu bir akseden husûstur ki, fikirler bu mes’elede hayrete düşmüştür.”

Rûh ta’bîr edilen melek ile bir araya gelip konuşmada ve muâmelede, o a’lâ rûhun bana verdiği ma’nevî ve hakîkî şarâbları içmeye devam ettim. O şarâblara ne kadar kanmış isem, eski susuzluğum yine eski hâlinde sürdü durdu, belki eskisinden de daha fazla idi. Bu şekilde bir araya gelip konuşma ve muâmele kadehlerini içerken, iktidâr güneşinindoğarak ve hakîkat isminin sabahı gündüz aydınlığının, pür-nûrlar ile âşikâr olduğu sırada idi. Bu damın üstünde kumru terennüme başladı. Hâlime tercümânlık ediyordu. Rûh ismi verilen melek hakkındaki aşağıdaki beyitleri okudu.

Şiirin Tercümesi:

“O bir hoş mahbûbedir ki, onun güzelliklerinde aralıksız doğuşlar vardır. O doğuşların hepsi, sıfatlarının ma’nâsıdır; Zât da odur. Cemâlin sûretlerinin rûhu odur. O nefyedilmekle beraber, isbâtı da yanındadır.Benim, Hind, Selmâ gibi ta’bîrler ile kinâye ve îmâ ettiğim güzelliğin sûreti odur.Sizin cihetinizden gizli olan bâtın ma’nâlar odur. O ma’nâlar bâtın olmakla berâber, zâhir de odur.

Âlemlerin tamâmı, o mahbûbenin kutub merkezi altındadır. O mahbûbe, âlemlerin kemâlinin toplanma yeridir. Âlemler onun farklı farklı güzellikleridir. Hak ile kinâye yaparak söyledim:

O mahbûbe, ilâhî mahlûkların hakîkatidir. Kelimelerin esâsı, o hakikattir.

O mahbûbe, ilâhî ilimde kadîm olmakla beraber, sıfatlarının gereklerinde istediği gibi tasarruf eden ilâhî zât onu hâdis ya’nî sonradan olarak meydana getirmiştir.Fakat o mahbûbe, ilâhî zâtta kadîm taayyünü olduğu için zuhûrda güzellik ve letâfet hükümleriyle şa’şaalı olmuştur.Omahbûbe örtülü ise de, elbise cemâlini giyerek zuhûrunda gösterdiği güzelliği her güzelliğin üstündedir.

Senin için şöyle demek lâzımdır:

“O mahbûbenin vücûdu öne geçmiş yokluğa gitmekle değildir. Onun vücûda gelişinin ilâvesi de yoktur.O, kemâlini, cemâlini, vasıflarını ayniyle müşâhede için meydana çıkmıştır. Zâtın hakkı ise, dâima gaybı yüce zuhûrlar ile açığa çıkarmaktır.”