Kalb Hakkındadır
Kalb, Resûlullah (s.a.v.)’den İsrâfîl’in makâmıdır.
Kasîdenin Tercümesi:
“Kalb, imkân dahilinde olanların sâhibi olan Allah’ın arşıdır. İnsanda Allah’ın beyt-i ma’mûru ya’nî îmâr edilmiş beyti budur.Hakk’ın kendi nefsi için zuhûru, o kalbdedir. Hakk’ın hakkıyla rahmânî istivâgâhı yine budur.
Allah kalbi, sırrın merkezi ve varlıklar ve hâricteki ayn’lar dâirelerinin muhîti olarak yaratmıştır.Hakîkât sâhiblerinin indinde “a’lâ nazar yeri,” “yüksek tecelli yeri” olarak ta’bîr edilen budur.
Tûr, kitâb-ı mestûr, bahr-ı mescûr, rakk-i menşûr, yüksek bir şe’n olan sakf-ı merfu’ (Tûr, 52/1-6) kalbtedir. Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’inde kalbin nûrunu misâllendirmek için “Nûr” âyetinde “zeyt” ile “misbâh” ile “mişkât” ile;”İnci gibi ışık saçan yıldız” ile “zücâce” ile temsil etmiştir.
Kalb, hem çeviren hem çevrilendir. Yükselmek ve yükselmemek ve ulviyyet ile zıddı kendisinde mevcûttur. Zulmet ondandır. Nûr da ondandır. Kalb nûruyla kâinâtı nûrlandırmaktadır. Resûlullah (sav), kalbinde olan rabbânî makâma nâil olmak için ondan ona, yâ’nî kalbten kalbine gelmiştir.
Kalb taatle, melek; ulviyyetiyle, Rab; kabâhatlarıyla şeytanın hakîkatidir.
“Kalb” ta’bîri bir remizdir. İnsanların hepsi bu remiz ve işârette hayrette kalmışlardır. O hayret içinde ba’zısı kazanır, ba’zısı ziyân eder. Sırların hazînesi, bir zerreden ibârettir. Misâllendirmek lâzım gelirse, o zerre bir muazzam denizdir.Kalb bir beyttir. Bunun kapısı dardır, kilidi büyüktür. Ve kapısının iki kanadı vardır.Kanadın biri seni a’lâ-i illiyyîne ulaştırır. İkinci kanad da cahîme yaklaştırır.Kapının kilidini söker ve kırmaksızın açmaya muvaffak olursan, seni tebrîk ederim.Kemâlâta ve bütün isteklerine nâil oldun ve rahmânın sahâsına nâzil oldun.
Şayet kilidi kırarsan, önüne bir hımâ, yâ’nî koru âşikâr olur. O koruda sultânın mekâneti ya’nî rütbesi ikâmet etmektedir.
İşte kalbin misâli, bu izâhımızdadır. Bu sırrı öğren ve bil. İşte bu sırrı sana belli etmeden belli ediyorum.
Yukarıda “beyt” dediğimiz kalbin sırrıdır. “Kapı” dediğimiz Allah ismidir. Onun vasfı, subhânî vasıftır.”Kilit” dediğimiz, mukaddes olan ilâhî zâttır. “Onu sökmek” dediğimiz, imân ile Hakk’ı bilmektir.”Kapıyı açmak”, kanazadığı hakîkatleri göz bebeğiyle açıktan görerek ayne’l-yakîn müşâhede etmektir.
“Sebeblere ulaşmak” demek, öyle bir kazançlarla tahakkuktur ki, o kazançlara ins ve cin baş eğmiştir.Sonra “ulviyyetle tebrik ederim”, dediğim insandaki rahmânî sahâda ulviyete nâiliyetinden dolayıdır.Hazîne ta’bîr edilen deyyân ya’nî hakkıyla verilen nükteyi elde ettikten sonra, bu ilmi idrâkî hakîkatsûretiyle bilmektedir.
Bu ilmin çok yüksek kadrine hürmeti hakkıyla yerine getiremezsen, o zaman azîz, çok büyük bir zilletile zelîl olarak sükût eder.Hakîkatlerin şiarlarına riâyet etmeyen kimse, kâinatta hiç bir zaman telvînden ya’nî renklenmekten kurtulamaz.
Koruya sırlar ile vâsıl olmak, Hakk’ın zâtına vâsıl olmaktır. Fakat bu vâsıl oluşta güzellik ve güzel yapma akletmeleri, yâ’nî isimlerin ve sıfatların araya girmesi şeklinde tefekkürler yoktur. Şerh edilen usûl yönüyle münîfe nâil olan kimseye meşhûr “Ban” ağacından esen rüzgarın getirdiği güzel kokuları almak pek çabuk umulur.
Bu izahlarıma dikkat et. O kapının iki kanadından birisi rızâdır; ilâhî rızâya ulaştırıcı olur.Öbür kanadı şiddetli gazabtır. Gazâbın genişliği, haddi aşmanın geniş olan meydanıdır.Rızâ ile hareket edenin alâmeti, Rabb’ine itaattir. Gazâb ile hareket edenin alâmeti, isyâna düşkünlüktür.
Tebriğe layık olanın alâmeti, istediğini yapabilmektir.
Kırılmışın, yâ’nî bu konuda maksâda vâsıl olamamakla himmeti kırılmış olanın alâmeti, irfânda noksanıdır.
İşte kalb hakkında sana yazmış olduğum bu izâhlar, kalb, zîfâfhânesinde kurulan irfan çeyiz odasına oturtulmuş bir en güzel gelin demek olan, kalbî vâridâttır.Bunu sana doğru bir şekilde gösterdim. En güzel mahbûbeye onun gözüyle bakarsan, bu konuda ne kadar gizli ma’nâlar varsa, hepsi senin indinde âşikâr olur.”
Cenâb-ı Hakk, seni ilâhî yardımlarına mazhar etsin. Aşağıdaki izâhları iyice öğren. İnsandaki kalb, ezelî nûr, ezelî sır, yâ’nî rabbânî sırdan ibârettir. Cenâb-ı Hak bu sırrı, varlıkların ayn’ına inzâl buyurmuştur. Ve bu inzâl, Cenâb-ı Hakk’ın o sır ile insana nazarı içindir.
Kur’ân’da kalbe, Âdem’in rûhuna üflenen rûhullâh ile ta’bîr olunmuştur. Bunun içindir ki, Kur’ân’da “Ona kendi rûhumdan üfledim” (Hicr, 15/29) buyurulmuştur. Bu nûra “kalb” isminin verilmesinde çeşitli ma’nâlar ve birçok sebebler vardır.
1- Kalb, mahlûkların özeti, yüceleri ve sefilleri dâhil olmak üzere mevcûdların hepsinin özüdür. Bunun için kalbe “kalb” adı verilmiştir. Çünkü bir şeyin kalbi demek, o şeyin özeti ve özü demektir.
2- Kalb, serî olarak dönücüdür. Çünkü kalb, bir noktadan ibârettir ki, isimler ve sıfatlar dâiresi o nokta üzerinde döner. Karşılıklı yüzleşme şartıyla o nokta bir isme yahut bir sıfata karşılık olursa, o ismin, o sıfâtın hükmü o noktada basılmış olur. “Karşılıklı yüzleşme şartıyla” ta’bîrimiz, bir tür kayıtlama içindir. Çünkü kalb, kendi nefsinde Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının tümüyle bizzât karşılıklıdır.
Bu yönelme karşılıklığında, ikinci bir şey daha vardır, o da kalbin yönelmiş olduğu şeyin eserini kabûle isti’dâdlı olmasıdır. Bu şekilde o şey kalbte basılmış olup, o ismin hükmü kalb üzerinde geçerli olur.
İsimlerin hepsinin, kalb üzerinde hükmü geçerli ise de, yukarıda şerh edildiği şekilde özel bir yöneliş olduğu zaman, hâkim olan ismin saltanatı altında diğer isimlerin hükmü örtülüdür. Yâ’nî bu özel isminyönelişi zamanında zaman, o ismin zamanıdır. Kalbte, gereklerine göre tasarruf eder.
Bu izâhı bildikten sonra şunu da bil ki, kalbin yüzü dâi’mâ, fuâd ya’nî gönülde olan nûra yöneliktir. Kendisine yönelinmiş olan o nûra “Hemm” denilir. O “Hemm”, kalbin nazar mahalli, yöneldiği vechidir.
Kalb, bir isme veya sıfata hemmin hizâlanması yönünden hizâlanırsa, onun hükmü kalbte basılmış olup, sonra o isim zâil olarak onu diğer isimta’kîb eder. Ta’kîb eden diğer ismin, önceki ismin cinsinden olması, yâhut cinsinin dışında olması fark etmez. Bu def’a ta’kîb eden ikinci isim ile, önceki ismin cereyânıyönüyle kalbte cereyân eder, işte bu şekilde durmaksızın isimler kalbe birbiri ardınca devâm eder. Ammâ kalbin maverâsı ya’nî arkası cihetinden olursa bunda basılma yoktur.
Şunu da bil ki, kalb için tetkîk ile karar vereceği etrafında dönüş noktası olacak şekilde kafâ yönü ya’nî arkası yoktur. Belki kalbin her tarafı yüzdür. Şu kadar var ki, “hem” mevziine yüz; “ferağ” mevziine kafâ ya’nî arka denilir. Aşağıdaki dâire, bahsettiğimiz husûsları gösterir.
Bunu anla!
Şunu da bil ki, “hemm” diye izâh ettiğimiz şeyin kalbe nisbetle özel bir yönü yoktur. Belki o “hemm” ba’zen yukarı doğru, ba’zen aşağı doğru, ba’zen sağa doğru, ba’zen sola doğru olabilir. Bu hâl, kalb sâhibinin derecesine göredir. Çünkü insanlardan öyle kimseler vardır ki, hemmi ebediyen yukarıya doğrudur; ârif-i billâhlar gibi. İnsanlardan ba’zıları da vardır ki, hemmi ebediyen aşağı doğrudur; ba’zı dünyâ ehli gibi. Yine insanlardan ba’zıları vardır ki, hemmi ebediyen sağa doğrudur; âbidler gibi. İnsanlardan ba’zıları vardır ki, hemmi ebediyen sola doğrudur. “Sol dediğimiz” nefis mevziidir. Çünkü nefsin mahâlli, sol kaburga kemiğidir. Ekseri serserîlerin hemmi, nefsinden başka bir şeye değildir.
Tahkîk ehline gelince; bunlar için hemm olmadığı gibi, kalblerinde kafâ ya’nî arka denilen mevzi de yoktur. Çünkü tahkîk ehli olanlar, bütün mevcûdiyetiyle bütün ilâhî isimlere ve sıfatlara karşılıktırlar. Onların katında bir isme tahsîs olunmakla diğer bir isimden gaflet yoktur. Çünkü tahkîk ehli olanlar zâtîyyûndur, bunlar, dâima isimlerle ve sıfatlarla olmayıp, belki bizzât Hak ile beraberdirler. Bunu anla!
3- Kalbe “kalb” denilmesini îcâb ettiren sebeblerden birisi de, isimler ve sıfatlar kalbe nisbetle kalıplar gibidir. Kalb yönelişini o kalıplara boşaltır ve nûr o kalıblara dökülür. İşte bu boşaltma için kalbe, “kalb” denilmiştir. Bu ma’nâca olan kalb, Arapların, “Gümüşü kal(ı)ba döktüm” kelâmından türemiştir. Yine bu ma’nâca olan kalb masdarı, ism-i mef’ûl yerinde kullanılma türündendir.
4- Kalb, hâdis ya’nî sonradan olanların kalb olunmuşuduryâ’nî aksidir. Yâ’nî hârici mevcûdlar hâdis ya’nî sonradan olduğu halde, kalb bunun aksine olarak ilâhî kadîm nûrdur.
5- Kalb, çıkış mahalli olan ilâhî aslî menbâya inkılâb eder ya’nî döner. Bunun için “kalb” denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun” ya’nî “Muhakkak bunda kalbi olanlara zikr vardır” (Kaf, 50/37) âyet-i kerîmesinde bu ma’nâ zikredilmiştir. Burada kalb, Hakk’a inkılab demektir. Hakk’a inkılab ise, “udve-idünyâ”dan, yâ’nî zâhirlerden ibâret olan alçak tepeden, işlerin hakîkatleri ve bâtıları demek olan “udve-i kusvâ”ya, yâ’nî yüksek tepeye himmet yönünü sarf etmekten ibârettir.
6- Kalb, halk idi, Hakk’a inkılâb edici oldu. Bunun için “kalb” denilmiştir. Yâ’nî “halka dönük şehâdet yerine mensûb olduğu halde, Hakk’a dönük şehâdet yerine inkılâb etti” demektir. Yoksa halk, hiç bir zaman Hakk olmaz. Çünkü, Hakk Hakk’tır, halk da halktır.” Hakîkatler de ise değişme yoktur. Şu kadar var ki, her şeyin aslına dönüşü, zarûrî emirdir. Bunun için Kur’ân’da “ve ileyhi tuklebûn”ya’nî “O’na kalb olunacaksınız ya’nî döndürüleceksiniz“ buyrulmuştur.
7- Kalb, istediği emirleri kalb eder ya’nî çevirir. Onun için “kalb” denilmiştir. Çünkü kalb, Allah’ın halk ettiği aslî fıtratüzerine oldukça, kalb için istediği şekilde emirleri çevirir ve kalb vücûdda istediği gibi tasarruf eder. Cenâb-ı Hakk’ın halk ettiği aslî fıtrat, ilâhî isimler ve sıfatlar demektir.
Buna işâret için Kur’ân’da “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm” ya’nî “Andolsun insanı, ahseni takvîm üzere ya’nî en güzel kıvamda halk ettik“ (Tîn, 95/4) buyurulmuştur. Lâkin insan tabiatla berâber âdet hükmüne ve şehvetlerinden nasîb almaya tenezzül ettiği için, tenezzüli hâli, beşer hükümde gâlib olmuştur. Çünkü beşer, beyaz kumaş gibidir. Üzerine ne vâkî’ olursa, o şeyin rengi kendisinde basılmış olur. Örneğin çocukların ilk olarak aklettiği şey, dünyâ ehlinden gördüğü zâhir hallerdir. Dünyâ ehlinin çeşitli halleri ve âdetlere ve tabîatlara doğru düşkünlük ve inme, çocukların tabiatında basılmış olur. Bundan dolayı çocuklar, dünyâ ehlinin benzeri olan haller ile sûret peydâ eder.
İşte “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” ya’nî “Sonra onu esfel-i sâfiline reddettik” ma’nâsında olan âyet de, bu bahsettiğimiz izâha işârettir. Halk edildikten sonra kesîflikler tabîatına düşen kimseler ilâhî saâdet ehlinden olup da, kendisini üstün rütbelere, pek yüce mertebelere ulaştıran ma’nevî işlerden uzaklaştığını aklederse temizlenmeye, yâ’nî beşerî tortulardan hâsıl olan kir ve paslardan taharet kazanmaya nâil olur. Bu türden olan kimseler, elbisesine dökülen boyayı yıkayıp da temizleyen kimse gibidir.
Bu husûstaki temizlik, tabiatın insanî kalbe yerleşmiş olduğu hallerin derecesine tâbi’dir. Beşeriyetiyle sıradan işlerin hükümleri kendisine iyice yerleşmemiş ise, pek az himmetle temizlenmeye nâil olur. Bu türden olanlar, elbisesindeki lekenin rengi sâbit olmadığından dolayı, su ile yıkamak sûretiyle elbisesi aslî hâline dönen kimse gibidir. Yok eğer tabîat ve sıradan işlerin hükümleri nefsinde iyice karar kılmış ise, o kimse de elbisesinde iyice belli olan boyanın temizlenmesinde ateş ile ve o kiri giderecek diğer ilaçlar ile uğraşmaya mecbûr olan kimse gibidir.
Bunun ma’nâsı, şiddetli bir sülûka, kuvvetli mücâhedeye, nefsine kuvvetli muhâlefete ihtiyaç var demektir. Tarîkatta sülûku kuvvetli, nefsine muhâlefeti devamlı olursa, temizlenmesi ve kalbinin safâ bulması o nisbette olduğu gibi; sâlikliğinin azminde zaaf olursa, temizlenmesinin de o nisbette zayıf olacağı âşikârdır, demektir.
Bu şekilde temizlenmeye nâil olanları, Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “İllellezîne âmenûve amilûs sâlihâti fe lehüm ecrun gayru memnûn” ya’nî “Îmân edenler ve sâlih ameller işleyenler hâriç.İşte onlar için kesintisiz mükâfat vardır“ (Tîn, 95/6) âyet-i kerîmesiyle istisnâ etmiştir.
Burada îmân edenlerle kastedilen, Cenâb-ı Hakk’ınnebîleri üzerine indirmiş olduğu mukaddes kitaplardaki tenbîhler yönüyle kendilerine ilâhî sırlar tevdi’ edilmiş kimseler demektir. Cenâb-ı Hak buyuruyorlar ki; “Bize ve nebîlerimize îmânın hakikati budur.” Yâ’nî bu tür kimseler, tevhîd nüktesi üzerine halk edildiklerinden dolayı îmân edenlerdir demektir. Bu şekilde mü’min olanlar, ilâhî huzûra nâil olmak için sâlih olan fiilleri işlemekte devâm üzere olurlar.
Bu tür fiiller, ya kalbe âit ameller veya madde beden kalıbına âit fiillerdir. Kalbe âit ameller, güzel bir şekilde inanmak, iç âlemini kontroledevamlılık ve benzerleridir. Kalbe âit fiiller, farzları yerine getirmek, Hakk yolunda sülûk ve nefse muhâlefete devam demektir.
İşte “ve amilûs sâlihâti fe lehüm ecrun gayru memnûn” ya’nî “Sâlih ameller işleyenler hâriç.İşte onlar için kesintisiz mükâfat vardır“ (Tîn, 95/6) âyetinin ma’nâsı budur. Yâ’nî bu gibi kimseler, kendilerinin hakedişleri olan şeye nâil oldular demektir. Bunların nâil oldukları hîbe edilmiş değildir ki, kat’ edilmiş olsun. Belki bu gibi kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın fıtratlarının aslında o kimseler için halk etmiş olduğu hakîkatlerin gereklerine göre muzaffer oldular demektir.
Özetle; bu türden olan kimseler, her neye nâil olurlarsa Cenâb-ı Hakk’ın onlar için meydana getirmiş olduğu hakedişin îcâbıdır. Her ne kadar, nâil olduklarının hepsi, ilâhî cömertlik hazînelerinde ise de, zâtî tecellîlere “hîbe edilmiş” denilemez. Belki, zâtî tecellîler ilâhî istihkâka âit işlerdir. İşte bu ma’nâya şeyhimiz Abdülkâdir Geylânî hazretleri, aşağıdaki beyitle işâret etmiştir.
Beyit Tercüme;
“Ma’neviyâtın ulvî meydanlarında yüksele yüksele bir mertebeye vardımki; Omertebe, hîbe türünden olmayıp, zâtî tecellîlerden ve ilâhî istihkâka âit işlerdendir”
8- Kalb, vücûda âit hakîkatlere nisbetle yüze karşı tutulan ayna gibidir. Kalb, vücûdun yansımasıdır. Yâ’nî âlem her nefeste serî olarak değişmekte olduğu için, bunun yansıması kalbde de basılı olarak, o da serî olarak değişmektedir. Bu baskıya, “yansıma” ve “kalb” denilmesi şundan dolayıdır ki, ayna bir şeye karşılık gelince, kendisinde o şeyin aynı değil belki yansıması basılmış olur. Örneğin, yazı sağdan sola yazılmış ise, aynadaki yansıması soldan sağa olur. Hattâ ayna bir sûrete karşılık gelince, o sûretin sağı aynanın soluna karşılıktır. Bu ebediyen ihtilâf etmeyen bir mes’eledir. İşte kalbe, “kalb” denilmesi bundan dolayıdır.
Fakat benim indimde âlem, kalbin aynasıdır. Asıl ve sûret kalbden ibâret olup, fer’ ve ayna âlemdir. Bu izâha göre de kalbe “kalb” denilmesi geçerlidir. Çünkü sûret ile aynadan her birisi, öbürünün kalbi, yâ’nî yansımasıdır. Bunu anla!
Kalbin asıl, âlemin fer’ olmasındaki bizim delîlimiz şudur ki, hadîs-i kudsîde“Ne yerlere ne göklere sığmadım ama mü’min olan kulumun kalbine sığdım“ buyurulmuştur.Eğer âlem asıl olsaydı, genişliğe kalbten daha çok âlemin evlâ olması lâzım gelirdi. Bundan anlaşılmaktadır ki, kalb asıl, âlem fer’dir.
Şunu da bil ki, kalbe âit ma’nevî kapasite üç tür üzerinedir. Bunların hepsi kalbde geçerlidir.
İlk tür; ilmî kapasitedir. İlmî kapasite, Allah’ı bilmek demektir. Cenâb-ı Hakk’ıneserlerini ve hakettiği kemâlatını, lâyık olduğu şekilde kalbten başka vücûdda akleden yoktur. Çünkü kalbten başka ne varsa, kendilerinde bilgi hâsıl olsa da Rabb’lerini bir vecihden bilebilirler. Cenâb-ı Hakk’ı bütün vecihlerinden, kalbten başka bilen bir şey yoktur. İşte bu anlatılan, kalbe âit bir kapasitedir.
İkinci tür; müşâhede genişliğinden ibârettir. Bu da, ilâhî keşif ile kalbin Allah’ın cemâlinin güzelliklerine karşı vâkıf olması demek olup, kalb bu sayede, müşâhede sûretiyle ilâhî isimlerin ve sıfatların lezzetini zevk eder.
Kısaca, Allah için olan feyizleri, kalbten başka mahlûkâttan hiç bir şey zevk edemez. Örneğin kalb, Cenâb-ı Hakk’ın mevcûdlara karşı olan ilmini akleder de, bu ilâhî ilmin sıfatının feleğinde seyrederse, o sıfatın lezzetini zevk etmiş ve bu sıfatın rütbe ve azametini bilmiş olur.
İlâhî kudrethakkında mes’ele aynen böyledir. Bu ilim ve kudret sıfâtlarından başka bütün ilâhî isimler ve sıfatlarda da mes’ele böyledir. Bunlardaki feyizleri de zevk etmek için kalbte genişlik mevcûttur. Ve kalbin bu husûstaki zevki, yukarıdaki bilgiyi, kudreti zevk etmiş gibi olup, ilâhî sıfatlar ve isimler feleklerinde seyrinin netîcesidir.İşte bu bahsettiğimiz de, kalb için ikinçi kapasite olup, ârif-i billâh olanlara mahsûstur.
Kalbin mânevî kapasitesinin üçüncü türü; hilâfet kapasitesidir. Hilâfet kapasitesi, ilâhî isimlerle ve sıfatlarla tahakkuk sûretiyle olur. Sâlik, bu tahakkuk da zâtını, ilâhî zât olarak rü’yet eder ya’nî hem basîret gözüyle hem de baş gözüyle görür. Bundan dolayı;
Hakk’ın hüviyyeti, kulun hüviyyetinin ayn’ı;
Hakk’ın enniyeti ya’nî benliği, kulun benliğinin ayn’ı;
Hakk’ın ismi, kulun isminin ayn’ı; sıfâtı, sıfâtının; zâtı, zâtının ayn’ı olur. Bu feyze mazhar olan kimsenin vücûdda tasarrufu, kendisini halîfe kılanın mülkünde halîfenin, yâ’nî onun makâmına kâim olanın tasarrufu gibidir. İşte tahkîk ehlinden olan kapasite, bundan ibârettir.
Bahsedilen tahakkukun esâslarında ve buna mazhar olan âriflerin mertebelerindeki isimlerinin mahallerine âit bir takım incelikler var ise de, biz onları izâhtan vazgeçtik ve rubûbiyyet sırrının ifşâ edilmesine sebeb olmasın diye, bu kadar beyân ile yetinmeye mecbûr olduk. Bu üçüncü türden ibâret olan hilâfet kapasitesine, ba’zen “istîfâya’nî tamâmını alma kapasitesi” de denilir.
Cenâb-ı Hak, bizi ve seni yardımına mazhar kılsın. Aşağıdaki izâhımızı güzelce öğren! Cenâb-ı Hakk’ı ihâta ve istîfâ ya’nî tamlık sûretiyle idrâk etmek, ne kadîm için ne de hâdis ya’nî sonradan için mümkün değildir.
Kadîme gelince; çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zâtı, sıfatlarından bir sıfâtının altına girmez. Örneğin ilim sıfatı, Cenâb-ı Hakk’ın zâtını ihâta edemez. Yoksa, küllün cüz’de vücûdunun bulunması lâzım gelir. Oysa Cenâb-ı Hakk, küllî oluştan ve cüz’î oluştan yana yücedir. Bundan dolayı ilim sıfatı, zâtını bütün vecihlerden, istîfâ edemez ya’nî tam olarak kapsayamaz. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın kendini bilmemesi mümkün değildir.
“Cenâb-ı Hakk, zâtını lâyık olduğu ma’rifetiyle bilir” diyebiliriz; Fakat
“Cenâb-ı Hakk’ın zâtı, ilmî sıfatının ihâtası altına dâhil olur” denemez.
Aynı şekilde, “Hakk’ın sıfâtının zâtı, kudret sıfâtının altına dâhil olur” da denemez. Cenâb-ı Hak bundan yana da yücedir.
Mes’ele izâh edildiği gibi, kadîmde böyle olunca, mahlûklarda da böyle olması daha münâsib olarak sâbittir. Yâ’nî mahlûkun ihâtası altına girmeyeceği de muhakkaktır.
Şu kadar var ki, bizim “istîfâya âit ya’nî tam alma kapasitesi” olarak ta’bîr ettiğimiz kemâl kapasite, Hakk’tan mahlûka ihsân edilen kemâli istîfâ ya’nî tam olarak alma sûretiyledir. Yoksa Hakk’a mahsûs olan kemâlatı istîfâ ya’nî tam almak demek değildir. Çünkü Hakk için olan kemâlatınsonu yoktur. İşte hadîs-i şerifteki ”Mü’min olan kulumun kalbine sığdım“ ta’bîrinin hakîki ma’nâsı, bizim bu izâhımızdan ibârettir.
Cenâb-ı Hakk, âlemin tamâmını Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in nûrundan halk ettiği için, İsrâfîl’in halk edildiği yer, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kalbi olmuştur. Meleklerin hepsinin ve meleklerin dışındakilerin her birinin nereden halk edildiğine dâir olan bâhiste bunun beyânı gelecektir.İşte açıklandığı şekilde, İsrâfîl Muhammedî kalbin nûrundan mahlûk olduğu için melekût âleminde vüs’at ya’nî genişliği ve kudreti âşikârdır.
İsrâfîl’in zâtında Cenâb-ı Hakk’ın meydana getirdiği ilâhî kuvvetten dolayı İsrâfîl, bir nefhâ ile âlemi öldürmeye, bir nefhâile âlemi diriltmeye kâdirdir. Çünkü İsrâfîl’in makâmı kalbdir. Kalb ise, kendisinde ilâhî zâtî kuvvet bulunduğu için, Allah’ın zâtı için de genişliği vardır. Kısaca İsrâfîl aleyhisselâm Hakk’a nisbetle meleklerin en kuvvetlisi ve en yakını demektir. Meleklerle unsûrî olan melekleri kastediyorum.
Bunu anla!
Allah her şeyin hakîkatini en iyi bilendir.