Akl-ı Evvel(İlk Akıl) Hakkındadır
Akl-ı evvel ya’nî “İlk Akıl”, Cibrîl’in makâmı, esâsının aslı demek olup nisbeti, yine Muhammedî kalbe âittir.
Cenâb-ı Hakk, bizi ve sizi yardımına mazhar ve seni kendi zâtına delâlet ve bu delâletle tahakkuka hidâyet eylesin. Aşağıdaki îzâhı öğren!
Akl-ı evvel ya’nî ilk akıl, vücûdda ilâhî ilmin şekillenme mahâllidir. “Kâlem-i a’lâ” ta’bîr edilen budur. İlâhî ilim, ilk akıldan levh-i mahfûza nâzil olduğu için, ilk akıl, levh-i mahfûzun icmâli, levh-i mahfûz onun tafsîlidir. Belki ilk akıl, ilâhî icmâlî ilmin tafsîli olup, levh-i mahfûz o ilmin taayyün mahalli, tenezzül mahallidir.
Şurası da bir hakikâttir ki, levh-i mahfûzun ihâta edemediği ilâhi sırlar ilk akılda mevcûddur. İlk aklın ihâta edemediği ilâhî sırlar da, ilâhî ilimde mevcûddur. Bundan dolayı;
İlâhî ilim“Ümmü’l-Kitâb”tır;
İlk akıl, imâm-ı mübîn;
Levh-i mahfûz, kitâb-ı mübîndir.
Şu halde levh-i mahfûz, kalem-i a’lâ olarak ta’bîr edilen ilk akla tâbi’dir. İlk akıl olarak ta’bîr edilen kalem, levh-i mahfûz üzerine hâkim olup “Nûn” ta’bîr edilen ilâhî ilim hokkasında toplu halde olan hükümleri tafsîl eder.
İlk akıl, küllî akıl ve akl-ı maaşın aralarındaki farka gelince;
İlk akıl, ilâhî ilim nûrundan ibâret olup, halka dönük taayyün tenezzüllerinin evvelinde zâhir olmuştur. İstersen, “İlâhî icmâl ilmin tafsîlinin ilkidir” de! Bunun için Resûlullah (s.a.v) “Muhakkak Allah Teâlâ ilk önce aklı halk etti” buyurmuştur. Bundan dolayı ilk akıl, halka dönük hakîkatelerin ilâhî hakîkatlere nisbetle en yakın olanıdır.
Küllî akıl ise, istikâmet üzere kıstâs ve tafsîl levhi tepesinde adâlet mîzânıdır. Kısaca küllî akıl, âkileden ibârettir. Yâ’nî “ilk akla tevdî edilmiş olan, ilmî sûretlerin kendisiyle zâhir olduğu nûrânî idrâk kuvveti ” demektir ve mes’elenin hakîkatı budur. Bunu idrâk edemeyen ba’zı kimseler, “küllî akıl her âkile sâhibinden, aklın cinsine âit ferdlerini ihtivâ etmesinden ibârettir”, demişse de, bu ta’rîf bozuktur. Çünkü, akıl için adetlenme yoktur. Çünkü akıl, ferd bir cevherden ibârettir. Onu misâllendirmek lâzım gelirse, insânî ve melekî rûhlar için unsûroluş gibi; hayvânlık düzeyindeki canlıların rûhları için de cinsiyet gibidir” diyebiliriz.
Akl-ı maaşa gelince: Akl-ı maaş, fikirsel kanûnlarla ölçeklenmiş olan nûrdan ibârettir. Akl-ı maaşın idrâki, fikir âletiyledir ve onun idrâki küllî aklın yönlerinden sâdece bir yöne âittir. Akl-ı maaş için, ilk akla ulaşma yolu yoktur. Çünkü ilk akıl, kıyâs ile kayıtlanmaktan, kıstâs ile sınırlanmaktan yana münezzehtir. Belki ilk akıl, nefse âit rûhun merkezine doğru olarak gerçekleşen kudsî vahyin çıkış mahallidir.
Küllî akıl da, tafsîlî işler için adâlet mîzânından ibâret olup, bir kanûna mahsûs olmaktan münezzehtir. Küllî aklın eşyâyı ölçeklemesi, her türlü ölçü üzerine olabilir. Akl-ı maaşın ölçüsü ise tektir. O da fikirden ibârettir. Akl-ı maaşın kefesi de birdir, o da âdetten ibârettir. Akl-ı maaşın tarafı da birdir. O da daha önceden öğrenilmiş şeylerden ibârettir. Akl-ı maaşın ölçüsü de birdir. O da tabîattan ibârettir.
Fakat küllî akıl böyle değildir. Onun kefesi çifttir: Biri hikmet, biri kudrettir. Tarafı da ikidir: Biri ilâhî gerekler; İkincisi tâbiî kuvvetlerdir. Küllî aklın ölçüsü de ikidir: Birisi, ilâhî irâde; diğeri, halka dönük gereklerdir. Küllî aklın başka birçok ölçüleri de vardır. Hatta ölçüsüz olmak da küllî aklın ölçülerinden bir ölçüdür. Bunun içindir ki, küllî akıl istikâmet üzere kıstâstır; eksik tartmaz, zulmetmez ve onu bir şey fevt etmez. Akl-ı maaş böyle değildir. O eksik yapabilir ve kendisini bir çok şeyler fevt edebilir. Çünkü kefesi bir, tarafı da birdir.
Özetle, akl-ı maaşın kıyâsı sıhhat üzerine dayalı değildir. Belki takdîr ve tahmîn sûretiyledir. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “Kutilel harrâsûne” (Zâriyat, 51/10) buyurmuştur. ‘Harrasûn’ demek, ilâhî işleri akıllarıyla ölçekleyenler demektir. Tahmîn ile hareket ederler, çünkü mîzânları yoktur. Onların ölçekleri, tahmînlerinden ibârettir. Hırs da, varsayımsal ve tahminî hareketten ibârettir.
Netîce olarak ilk akıl, güneş gibidir. Küllî akıl, güneşin ışığının içine düştüğü su gibidir. Akl-ı maaş, sudaki ışımanın duvar üzerinde gerçekleşmesi gibidir. Bu benzetmeler birer bağıntıdan ibârettir.
Kısaca; Meselâ suya bakan, güneşin kendine hâs yapısını sıhhatli olarak gördüğü için, nûrunu en âşikâr olarak alır. O derecede ki, güneşi suda görmesiyle gökyüzünde görmesi arasında fark yok gibidir. Şu kadar var ki, doğrudan doğruya güneşe bakan, başını yukarı kaldırır. Su içinde güneşe bakan ise, başını aşağı indirir.
İşte bunun gibi küllî akıl da aynı böyledir. O da ilmini akl-ı evvelden ya’nî ilk akıldan alır. Kalbe âit nûr ile ilâhî ilme doğru başını yukarıya kaldırır. İlmini küllî akıldan alan nûr, kalb ile levh-i mahfûza eğilerek bakar. Varlıklara bağlanan ilimleri oradan alır. Bu şekilde alış, bir ilâhî haddir ki, Cenâb- ı Hakk onu levh-i mahfûza emâmet kılmıştır. Fakat ilk akılböyle değildir. Çünkü akl-ı evvel ya’nî ilk akıl, doğrudan doğruya ilmini Hakk’tan alır.
Bundan başka küllî akıl “kitâb” dediğimiz levh-i mahfûzdan bir şey aldığı zaman, aldığı ilmi ya hikmet kanûnuyla veyâhut kanûn ile veya kanûnsuz olarak kudret ölçüsüyle alır. Küllî aklın bu alışı, her ne kadar bir tafsîlli alış ise desu içindeki güneşe bakar gibi aşağıya doğru bakmaktır. Çünkü halka dönük küllî gereçlerdendir; “hatâdan sâlimdir” denemez. Hatâdan selâmet, Cenâb-ı Hakk’ın zâtı için seçtiği ilme bağlı olan şeylerde olur. Cenâb-ı Hakk ise, bir şeyi vücûda indirmeyi istediği zaman, onu evvelâ akl-ı evvele ya’nî ilk akla inzâl eder. Cenâb-ı Hakk’ın zâtına hasr edilmiş olan ilimlerde tercîh ettiği düstûr, o şeyin levh-i mahfûzda bulunmamasıdır.
Şunu da bil ki, şekâvet ehli küllî akıl ile ba’zen istidrâc gösterir. Kendi hevâ ve heveslerinde olmak ve başka şekilde zuhûr etmemek üzere bunlar, küllî akıl ile fetihlere nâil olurlar. Bu fetihler sâyesinde tabîatlar, felekler, nûr, ışık ve benzeri gibi varlığa bağlı olan şeylerde varlıklar perdesi altında kudret sırlarına muzaffer olurlar ve bu muzaffer oluşları üzerine eşyâya ibâdet zanna kapılırlar. Bu husûs, şekâvet ehli için Cenâb-ı Hakk’tan ilâhî bir hîledir.Bu husûstaki ilâhî hikmet şudur ki, Cenâb-ı Hakk şekâvet ehlinin ibâdet ettikleri bahsedilen eşyâ örtüsünde onlara tecellî eder. Onların bahsedilen eşyâyı idrâki, küllî akıl ile olup, “ilâhlar ve fâil kuvvetler, bahsedilen bu eşyâdır” derler.
Küllî akıl ile idrâkin yokluğu şundan dolayıdır ki, küllî akıl varlıktan öteye geçemez. Bundan dolayı şekâvet ehli, küllî akıl ile Cenâb-ı Hakk’ı bilemezler. Aklın Cenâb-ı Hakk’ı bilmesi, ancak îmân nûru vâsıtasıyladır.
Akıl, ister akl-ı maaş olsun, ister küllî akıl olsun, kendi kıyâsıyla, kendi bakış açısından Hakk’ı bilmelerine ihtimâl yoktur. Bununla berâber sûfî imâmları aklın Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesine sebeblerden olduğunu düşünmüşlerdir. Fakat bu düşünce, delîl getirilmesi için mecâzın genişletilmesi türündendir. Bizim yolumuz da budur.
Şu kadar var ki, netîce akıldan sağlanmış olan bilgiler ve delîller ve eserler ile kayıtlanmış ve bu ikisine hasr edilmiştir. Îmân ile âriflik böyle değildir. Çünkü o, mutlaktır. Îmâna âit âriflik, isimlere ve sıfatlara bağlıdır. Akla âit âriflik ise, delîllere ve eserlere bağlıdır. Akla âit âriflik de bir tür âriflik ise de, fakat ehlullâhın indinde istenmiş olan ârifliktüründen değildir.
Bundan sonra şunu da bil ki, akl-ı maaşın küllî akla nisbeti, bakanın güneşin ışığına bakışı nisbeti gibidir. Işık, yalnız bir yönden olup o ışığa bakan, ışığı doğuran güneşinyapısını ve sûretini göremez. Güneşin suda oluşan nûrunu ve o nûrun uzunluğunu ve genişliğini de bilemez. Belki farz ederek ve tahmînî ve takdîrî olarak hükme kalkışır. Ba’zen de kendi zannınca delîl bularak, bahsedilen nûrun uzunluğunu ba’zen de yine kendi zannınca delîl bularak, o nûrun genişliğini söyleyici olur. Netîce, işin hakîkâtine göre hüküm doğru değildir.
Akl-ı maaş da tıpkı böyledir. Çünkü, onun ışığı da bir yöndendir. O yön, akl-ı maaşın bakış açısı ve fikirdeki kıyâsı ve delîlidir. Tek bir yönden ışık veren akl-ı maaş, Allâh’a ârif olmaya kalkışacak olursa, hatâ edeceği şüphesizdir. Bu izâha dayanmaktadır ki, biz ne zaman “Allah, akıl ile idrâk edilmez” dersek, bu sözle kastımız akl-ı maaştır. Ne zaman da “Allah, akıl ile bilinir” dersek, bununla kastımız akl-ı evvel ya’nî ilk akıldır, işte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîmde “Kutilel harrâsûne” ya’nî “Bâtıla düşkünlük içinde yanılan ve gaflet eden yalancılar, yâ’nî tahmînî hareket edenler, ölsünler“ (Zariyat, 51/10) buyurmuştur.
Bunların öldürülmelerinin arzû edilmesi, tahmînlerinin kesin olduğuna inandıklarından ve hükümlerini bu tahmîn üzerine binâ ettiklerinden dolayıdır. Onun için helâka uğramışlardır. Çünkü kendileri, kendilerini helâk eden şeye kesinlik üzere hükmetmişler ve kendi nûrlarını kendileri söndürmüşlerdir. Onun için öldürülmüşlerdir. Şu halde nefislerinin kâtilleri kendileridir. Çünkü nefislerinin Rabb’i olmadığını tahmîn etmişler ve öldükten sonra nefisleri için hayât olmadığına dâir kesin hüküm vermişler ve kendilerini saâdete doğru sevk eden sâdık haberciye karşı inad etmişler ve ona îmân etmemişlerdir. Bunun için kendilerini helâk etmiş ve kendilerini öldürmüşlerdir. Bundan dolayı nefislerini öldüren, yine nefisleridir ve kendilerini öldüren kendilerindeki tahmînî husûstur.
Bunu anla!
Bundan sonra şunu da bil ki, akl-ı evvel ya’nî ilk akıl, kalem-i a’lâ tek bir nûrdur. O nûra da, kula nisbetle “ilk akıl”, Hakk’a nisbetle “kalem-i a’lâ” denilir.
Resûlullah (s.a.v.)’e mensûb olan ilk akıldan Cenâb-ı Hakk, ezelde Cibrîl’i halk etmiştir. Bundan dolayı Resûlullah (s.a.v), Cibrîl’in babası ve bütün âlemin aslıdır. Eğer bilmek isti’dâdında olanlardan isen, bu sözümü bil!
Bunu akledebilene, cânım fedâ olsun.
Bunu anlayabilene, nefsim fedâ olsun!
Bahsedilen bu îzâhtan dolayıdır ki, Cebrâil (a.s) mi’râcta durmaya mecbûr olmuş, Resûlullah (s.a.v) tek başına ileri gitmiştir. İlk akıl “Rûh-ı emîn” olarak da isimlendirilir. Çünkü Allah ilminin hazînesi ve Allah ilminin emînidir. Cibrîl’e akl-ı evvel ya’nî ilk akıl denilmesi, fer’e aslın ismiyle isim verilmesi türündendir.