Vehim Hakkındadır
Vehim, Resûlullah (s.a.v)’den mahlûk olan Azrâîl’in aslı ve esâsıdır.
Şiir Tercüme:
“Vehim, felekü’l-Atlas’ın üstünde olan melekût üzerindeki nûrdan ibârettir. Âfâka değil, enfüse nisbetle o nûra “vehim” ta’bîr edilmiştir.Bu nûr, Rahmân’ın alâmetidir. Fakat ma’nevî sûreti i’tibârı ile bu sûrette Rahmân, en zarîf cemâl ile tecellî etmiştir.Bu nûr, Rahmân’ın kahrı, Rahmân’ın ilmi, Rahmân’ın hükmü, Rahmân’ın zâtıdır.
O nûr, her reîs olan şeydir. O nûr Rahmân’ın fiili, vasfı ve ismidir.En nefîs olan her güzelliğin tecellî yeri o nûrdandır.Yine o nûr kudret ve kahır hâlinin noktasıdır.Halk edilişinde himmeti kusurlu olmayanlar için bu, bir nev’i “kudret” olmak üzere ta’bîr edilmiştir.
Bu noktanın kudreti, ma’nevî kabuğu olan kısımdan ibârettir. O ma’nevî kabuk, güzel mahbûbe, güzel hûrî üzerine atlas gibi nefis bir perdedir.
Bunu tercîh et, hayrette kalma. Bu, dehşet değildir.
Şu kadar var ki, karanlık gecenin karanlığı gibidir.”
Cenâb-ı Hakk, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in vehmini “Kâmil” isminin nûrundan halk etti. Azrâîl’i de Resûlullah (s.a.v)’in vehim nûrundan halk etti.
Cenâb-ı Hakk, Resûlullah (s.a.v)’in vehmini Kâmil isminin nûrundan halk edince, bu nûru vücûd âleminde “kahır” elbisesiyle açığa çıkardı. Bundan dolayı insanda en kuvvetli olan şey vehim kuvvetidir.
Vehme âit kuvvet, akla, fikre, sûretlendirmeye, idrake üstün gelir; insanda her kuvvetli olan şey, vehme nisbetle kahır altındadır. Böyle bir kahredici kuvvetten halk edildiği için de Azrâîl meleklerin en kuvvetlisidir.
Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakk Âdem’i halk etmek için yerden bir avuç toprak alınmasını meleklere emrettiği zaman Azrâil’den başkası o topraktan bir avuç almaya kâdir olamadı.O bir avuç toprağı almak için önce Cibrîl yere inince yer ona bu bir avuç toprağı almaması için yemînle ricâ etti. Cibrîl bıraktı gitti. Sonra Mikâîl indi, sonra İsrâfîl indi, sonra yakınlaşmış meleklerin hepsi indi. Bunlardan hiç birisi, yerin yemîn ile olan ricâsına karşı topraktan bir avuç almaya kâdir olamadılar. Azrâîl indiği zaman zaman da yer, yine yemîn ile ricâ etmiş ise de Azrâîl, yerin yemînini istidrâca atfederek, “İlâhî emri dinlemezsen, günâh işlersin” diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği topraktan bir avucu aldı.
O toprağa âit bir avuç, yerin rûhu demektir. İşte o yerin rûhundan Cenâb-ı Hakk, Âdem’in cesedini halk etti. Azrâîl, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine emânet kıldığı ve üstün kahır tecellî yerinde tecellî ettirdiği kemâlî kuvvetten dolayı ve toprağa âit bir avucu almada ilk kabzedici olduğundan dolayı, rûhlarını kabzetmeye de Cenâb-ı Hakk onu me’mûr etti.
Bundan başka Azrâîl denilen melek, rûhlarını kabzedeceği rûh sâhiplerinin hallerine dâir o kadar bilgiye sâhiptir ki, bunun şerhi ve tafsîli mümkün değildir. Her cins için bir tür sûretle tasavvur ederek gelir. Hatta ba’zı şahıslara sûretsiz olarak basît bir şekilde zuhûr eder. Rûha yalnız karşılaşmasıyla rûh bedenden çıkmak ister. Rûh ile cesed arasında geçmiş olan âşıklığa binâen, cesed de rûhu bırakmak istemez. Azrâîl’in câzibesiyle rûhun ceseddeki âşıklığı arasında çekişme oluşur. Bu çekişmede Azrâîl’e âit câzibe üstün gelerek, rûh cesedden çıkar. Rûhun bu şekilde bedenden çıkması, pek acâîb bir hâldir.
Şurası da bilinmelidir ki, aslında rûh cesede dâhil olmakla ve cesede girmekle aslî mekânından ayrılmaz. Rûh aslî mahâllinde olmakla berâber cesede bakıcıdır. Baktıkları mevzi’ye girmek, rûhların âdetindendir. Rûhun hangi mahâlle bakışı gerçekleşirse, aslî merkezinden ayrılmaksızın o mahâlle rûh girer. Bu bir esâstır ki, akıl bunu muhâl görür ve bu esâs, ancak keşif ile bilinir.
Anlatılan bu îzâh yönüyle rûh, cisme birleşme bakışıyla bakınca ve bir şeyin kendi hüviyyetine girişi türünden olarak bedene girince, ilk anda bu giriş ile cismî sûrete âit halleri kazanır. Ve rûh bedene baktıkça, bu kazanım da dâimdir: Yarâzı olunan ahlâkı kazanarak illiyyîne yükselir ve yüksekliğe nâil olur, veyâhut arza âit hayvânî canlıların ahlâkını kazanarak, o ahlâk ile siccîne iner.
Rûhun illiyyîne yükselmesi demek, şu insanî sûretteki tasavvuru hâliyle berâber, melekût âlemine yükselmeye kudreti demektir. Çünkü sûret, rûhlara sikletini ve kendi hallerini giydirir. Bunun içindir ki, rûh, cesedin sûretiyle sûretlenînce cesede âit olan sikleti sınırlanmayı, aczi ve buna benzeyen şeyleri kendine mâl eder. O zaman rûh, aslındaki hafiflikten ve yayılımdan ve letâfetten uzaklaşır. Fakat bu uzaklaşma, olduğu yerden uzaklaşma değil, bitişme uzaklaşmasıdır. Zîrâ, rûh o zamanda aslî sıfatlarının hepsiyle vasıflıdır. Şu kadar var ki, fiilî işleri isbâta kâdir değildir. Bundan dolayı aslî vasıfları kendisinde bilkuvve ya’nî potansiyel olarak mevcûd olup, bilfiil değildir. Bunun içindir ki, biz bahsedilen uzaklaşmaya “olduğu yerden uzaklaşma değil, bitişme uzaklaşmasıdır” dedik.
Cismin sâhibi melekî ahlâkı kullanarak, sâfîlik peydâ ederse, rûhu kuvvetlenir. Üstünden cisme âit ağırlığı kaldırır. Bu şekilde yükselişte dâim olursa, cesede üstün gelerek, cesed kendi nefsinde rûh gibi olur. İşte, su üzerinde yürümek, havada uçabilmek, böyle bir yükseliş zamanına özeldir. Bunun izâhı, bu kitabın üst kısımlarında geçmişti.
Eğer böyle olmayıp da, cismin sâhibi beşerî ahlâkı, yeryüzüne âit gerekleri kullanırsa rûh üzerindeki tortuların hükmü ve yere âit ağırlığının artışı kuvvetlenir. Siccînde mahsûr kalır, yarın siccînde haşrolunur.
Bundan sonra şu da bilinsin ki, rûh cesede cesed de rûha aşık olduğu için, cesedin sıhhâti normal oldukça, rûhun cesede bakışı dâimdir. Cesedde hastalık olur ve hastalık yüzünden elem hâsıl olursa rûh, bakışını rûhî âleme doğru kaydırmaya başlar. Çünkü rûhun ferâhı, kendi âlemindedir. Rûh, cesedden ayrılmayı istememekle berâber, cesed âleminden kendi âlemine bu şekilde bakışını yavaş yavaş kaydırması, dar bir yerden genişliğe doğru kaçan kimsenin hâli gibidir. Dar mahâlde bulunan kimsenin o zindanda çok az genişlikten daha fazla genişliğe doğru firârı, kendisinde zarûrî bir hâldir.
İşte rûh da, böyle hasta olan bedenden yavaş yavaş bakışını kaydırarak, mühürlenmiş ecel,bilinen ömür sona ulaşınca, Azrâîl denilen melek ona gelir. Azrâîl’in canını vermekte olana gelmesi, onun Cenâb-ı Hakk indindeki hâline uygun bir sûrette olur. Canını verecek olanın Allah indindeki hâlinin güzel olması, yaşadığı hayât süresindeki inanışlarına, fiillerine, ahlâkına ve diğer hallerine göredir. Hâlinin çirkin olması da, yine bu yaşadığı hayât hallerinin çirkin olmasına dayalı olup, Azrâil’in o sûrette gelmesi, o hâline uygun bir şekilde olur. Örneğin zâlim olan kimseye, hükümet me’mûrlarından intikâm almak sıfatıyla kendisine gelen kimse sûretindedir; veyâhut kendisini büyük görene nefret edilen bir sûrette olarak, emîrin veya hükümet reîsinin adamlarından birisinin sıfatı üzerine gelir. Salâh ve takvâ ehline en sevgili ve güzel bir sûrette olarak zuhûr eder. Hatta ba’zen Azrâîl salâh ehlinden olanlara Resûlullah (s.a.v)’in sûretiyle sûretlenerek gelir. Can vermekte olanlar, o sûreti görünce rûhları bedenden çıkar.
Azrâil ile birlikle yakın meleklerden olanlar için Resûlullah (s.a.v)’in sûretiyle sûretlenmek câizdir. Çünkü bunlar, rûhânî kuvvetlerden halk edilmişlerdir. Çünkü bahsedilen bu meleklerin kimi Resûlullah (s.a.v)’in kalbinden, kimisi aklından, kimisi hayâlinden, kimisi bunlara benzeyen şeylerden mahlûktur.
Bunu anla!
Bahsedilen bu melekler için bu şekilde sûretlenmenin mümkün olması, yukarda açıklandığı şekilde Resûlullah (s.a.v)’den mahlûk oldukları içindir. Aradaki münâsebetten dolayı, onun sûretiyle sûretlenebilirler. Bahsedilen bu meleklerin Nebî (s.a.v)’in sûreti ile sûretlenmeleri, bir şahsın rûhunun kendi cesediyle sûretlenmesi gibidir. Şu hâlde Muhammed sûreti ile sûretlenen, Muhammed’in kendi rûhundan başka bir şey değildir. İblîs, (lânet üzerine olsun) ile onun tebâsı böyle değildir. Çünkü bunlar, Resûlullah (s.a.v)’in beşeriyetinden mahlûkturlar. Oysa Resûlullah (s.a.v), nebî olduktan sonra kendisinde beşeriyetten hiç bir eser kalmamıştır.Bu konuda ulaşan bir hadîs-i şerîf meâline bakarak, Resûlullah (s.a.v)’e bir melek gelmiş, kalbini yarmış, kalbinden kan çıkarmış ve kalbini temizlemiştir. İşte o kan, beşeriyet nefsidir. Şeytanın mahâlli de odur. Bahsedilen bu melek tarafından gerçekleştirilen ameliyattan sonra, şeytanın Resûlullah (s.a.v)’den bağı kesilmiştir. Bundan dolayı şeytanlardan hiç birisi, Nebî (s.a.v) ile sûretlenmeye kâdir olamaz. Çünkü arada münâsebet yoktur.
Bundan sonra şunu da bil ki, Azrâil’in itâat ehli için ve zulmet ve isyân ehli için sûretlenmesi, sâdece bu türle sınırlı olmayıp, belki can verecek olanın hâline, makâmına, tabîatının gereklerine göremuhtelif çeşitlenmeleri vardır. Bunların her birisi, can verecek olanın amel defterinde yazılmış olan hallere göredir. Hattâ vahşi hayvanlardan yırtıcı olanlarına, öldürmekten yana yırtıcı olanların âdeti ne ise o şekilde olarak; arslan, kaplan, kurt, sûretlerinde sûretlenir. Aynı şekilde kuşlarda da avcı veyâhut karakuş veya doğan şeklinde gelir.
Kısaca Azrâîl’in sûretlenmesindeki her halde can verenin hâline bir uygunluk şekli zarûrîdir. Yalnız terkîb edilmemiş bir sûrette, görülmeden gelirse, böyle değildir. O zaman uygunluğa lüzûm yoktur. O zaman şahsı, kokusuyla helâk eder. O koku, güzel veyâ çirkin olabilir. Bunda da, şahsın sonlanma hâlinde bulunduğu hâlin kokuda te’sîri vardır. Ba’zen can veren, kokuyu da idrâk etmez. Belki hâlinin dehşetinden dolayı üstünden geçen şeyi idrâk edemez. Ölmüş olan o geçen şeye bakarak âşıklık oluşur. Cesedden bütünüyle çekilir ve kesilir ve “rûhu çıktı” denilir. Oysa hakîkâtte ne çıkış, ne giriş vardır. Eğer dâhil olmaksızın giriş geçerli olmadığı için rûhun bakışının bedene girişi hakikâtte dâhil olma sayılırsa, o zaman bakışın kaymasına çıkış denilebilir.
Bundan sonra şunu da bil ki, rûh cesedden çıktıktan sonra cesede âit sûretten aslâ ayrılmaz. Rûh için bir zaman vardır ki, o zamanda bedende sâkindir. Âdetâ rûh, o zaman uykuya dalıp da, rü’yasında bir şey görmeyen kimse gibidir.
Bu mes’elede ba’zıları “Her uyuyan kimsenin, elbette rü’ya görmesi zarûrîdir; ba’zıları o rü’yayı hâtırlar, ba’zıları unutur” demişse de, bu söz geçerli bir söz değildir. Bu sözde bakış açısı vardır. Çünkü biz, ilâhî keşf ile idrâk ettik ki, bir kimse bir gün iki gün yâhut daha fazla uyur ve uykusunda bir şey görmez. O kimsenin uykusu, göz açıp kapama zamanı kadar bir müddetin Cenâb-ı Hakk tarafından uzatılması gibidir. Bunun gibi bir kimse gözünü yumar, sonra açar; Cenâb-ı Hakk, o kimse için o çok kısa sürede birçok günler uzatmış ve o bir çok günler içinde başkaları yaşamıştır.
Nitekim Cenâb-ı Hak bir şahıs için bir ânı genişletir. Gündüz saâtlerinden bir saâtten daha az olan o müddet içinde o kimse, bir çok iş işlemiş, ömür sürmüş, evlenmiş, kendisi için olan hâsıl olmuştur. Oysa bu şeyler başkasının yanında, belki dünyâ ehlinin hiç birinin yanında gerçekleşmemişir. Yâ’nî başkaları bundan habersizdir. Bu bir husûstur ki, bizde gerçekleşerek biz bunu idrâk ettik. Buna, bizden nasîbi olan kimseden başkası inanamaz.
İşte, bu şekilde bedenden çıktıktan sonra yine bedenden rûhun ayrılmasına, yâ’nî bu rûhî sükûnete “rûhların ölümü” denilir.
Görmüyor musun? Resûlullah (s.a.v), “zikrin kesilmesini” melekler için ölüm ile ta’bîr etti. Bunun hakîkâtını keşfeden Resûlullah (s.a.v)’in işâret ettiği şeyi anlar. Açıklandığı şekilde,rûhun “rûhların ölümü” olarak ta’bîr edilen bu sükûneti geçirdikten sonra intikâli berzâh âleminedir.
Berzâhın beyânı, inşaallahû Teâlâ,özel bir bölümde gelecektir.
Kalemin cömertliği, âlem, yâ’nî büyük efendi olan rûhun beyânında haddi aştı. Biz, yine Cenâb-ı Hakk’ın kemâl güneşinden halk edip, vücûdda kendisine celâl şuâsı giydirdiği vehim nurunun hallerini açıklamaya geri dönüyoruz.
Bilesin ki, Cenâb-ı Hakk, vehim nurunu nefsine ayna, kudsîliğine tecellî yeri kılmıştır. İdrâk ve kahır ve üstünlük bakış noktasından, âlemde vehimden daha sürâtli bir şey yoktur. Vehim nûru için, bütün mevcûdlarda tasarruf vardır. Âlem, Cenâb-ı Hakk’a onunla ibâdet etmiş ve o nûr ile Cenâb-ı Hak Âdem’e bakmıştır. Su üzerinde yürüyen, bununla yürümüş, havada uçan bununla uçmuştur. Vehim nûru, yakîn nûru, yükselmenin ve rütbenin aslı demektir. Bu nûr bir kimseye itâat edici olur da, o kimse bu vehim nûruna hâkim olursa, o kimse için ulvî ve süflî mevcûdlarda tasarruf mümkün olur. Fakat vehmin saltanatı bir kimse üzerine hâkim olursa, vehim onun işlerini oyuna döndürür. Vehmin nûruyla hayret zulmetleri içinde hayrette kalır.
Cenâb-ı Hak îmânını muhâfaza etsin ve seni ihsân ehlinden eylesin!
Şunu da bil ki, Cenâb-ı Hakk vehmi halk ettiği zaman vehme “Taklîd ehli için senden başka bir yerde tecellî etmem ve âlem için senin korkunç yerlerinden başka yerlerde zâhir olmam. Sen taklîd ehlini bana doğru ne kadar yükseltirsen, onları bana karşı o kadar delâlette bırakmış olursun; ve taklîd ehlinin nûrlarına bakarak benden ne kadar yüz çevirirsen, onların helâkine o derecede sebep olursun” diye yemîn etti.
Vehim cevâben dedi ki: Yâ Rabbi! Zât’ın çeyiz odasına ulaşmaya sebeb olsun diye, isimler ve sıfatlar ile merdiven ikâme et!”
Cenâb-ı Hakk nurlu bir numûne ikâme etti. Onun duvarına heybet ve takdîr ile yazıldı ve Hakk’a kulluk orada muhkem oldu. Numûneyi gören vehim, Rabbinin ismiyle nefsinden yemîn ederek:
“Bu ağır anahtarlarla şu kilidi açmaya devam edeceğim. O dereceye kadar ki, cemâl iğnelerinin deliğinden benim devem geçecektir. Bu sûretle kemâl sahrâsının kazâsına ulaşacağım. O kazâda Yüce Cenâb-ı Hakk’a ibâdet edeceğim.” dedi.
Cenâb-ı Hak da onun yemîni üzerine, kendisine yakınlık elbiselerini giydirip, “Ey edebli felek, güzel yaptın!” dedi.
Sonra Cenâb-ı Hak o vehme iki elbise giydirdi;
Birinci elbise, yeşil nûrdan olup, ziynetlerinin kenârlarına kibrit-i ahmer ile “Er rahmân; Allemel kur’ân; Halakal insân; Allemehul beyân” ya’nî “O Rahmân; Kur’ân tâlim etti; İnsanı halk etti; Ona beyânı öğretti” (Rahmân, 55/1-4) yazılmıştır.
İkinci elbise, insanı hem yakınlaştıran, hem uzaklaştıran elbisedir. Bu elbise, azgınlık zulmetinden dokunmuş, süsleri üzerine rezillik kalemiyle “İnnel insâne le fî husr” ya’nî “Muhakkak insan hüsrandadır” (Asr, 103/2) yazılmıştır.
Bu vehim nûru, imkân âlemine inerek zuhûr âleminde görününce, Allah onun zuhûrundan “habbe”yi halk etti. Âdem o habbeyi yedi ve ondan dolayı cennetten çıktı.
Bu izâhlarda olan vasıfları, işâretleri, ilâhî emânetleri yüklenmiş olan ibâreleri iyiden iyiye düşün. Sözlerin zâhiri kabuğundan dışarı çık, büyük olan incileri elde etmek devletine nâil olursun.
Allah, hak söyler ve doğru yolu gösterir.