1.Bölüm-Zât Hakkındadır

Ey hakîkat tâlibi bil! Mutlak zât, isimlerin ve sıfatların vücûdda değil, belki taayyünde aslı ve kendisine dayandığı şeydir. Her isim yâhud sıfat ki, bir şeye istinâd etmiştir, işte o şey Zât’tır. İsterse Ankâ gibi yok, isterse mevcûd olsun.

Mevcûd iki türlüdür. Biri salt mevcûddur, o da Zât-ı Bârî’den ibârettir; diğeri yokluğa karışık olan mevcûddur, bu da mahlûk olan zâttan ibârettir.

Mukaddes ve yüce olan Hakk’ın Zâtına gelince: O, kendinin ulu varlığı olan nefsinden ibârettir. Çünkü Allâh’ın zâtı, kendi nefsi ile kâimdir. Hüviyetiyle isimlere ve sıfatlara hak kazanan o Zât’tır. Kendindeki her bir kudsî ma’nâ ile gereken her sûretle sûretlenir.

Demek istiyorum ki, her niteliğinin gerektirdiği her vasıf ile vasıflanmıştır. Kemâlinin gerektirdiği her mefhûma işâret eden her isim, O’nun varlığı için istihkâk arz etmiştir. Son bulmaktan berî olması ve idrâki kaldırmakla vasıflanmak, hep kemâlâtındandır. Bundan dolayı bu kemâlâtın idrâk olunamaması ile hükmedilmiştir. O kemâlâtı idrâk eden, kendi zât’ıdır; çünkü kendisinde cehâletin varlığı mümkün değildir. Bu ma’nâda, aşağıdaki beyitleri söyledim:

Manzûmenin Tercümesi

“Ey sıfatlarının hepsini toplamış olan Allah’ım! haber ver. Zât’ının hepsini, toplu veyâ ayrıntılı olarak ihâta ettin mi?

Yoksa Zât’ının özü ihâta olunmaktan yüce olduğu için Zât’ının Zât’ının özünü ihâta edemediğini mi ihâta ettin?

Senin sonunun olmasından seni tenzîh ederim ve senin kendine câhil olmaktan da seni tenzîh ederim. Âh bu hayret tecellîlerindeki hayretten âh!”

Ey hakîkat tâlibi yine bil! Allah Teâlâ hazretlerinin Zât’ı, ahadiyyet’in gaybıdır. O ahadiyyet bir şeydir ki, onun üstünde olan ibârelerin hepsinin oluşu bir yöndendir. O ibârelerin ahadiyyet ma’nâsını tam anlamıyla ifâde edememesi ise, çoklukları yönündendir. Birçok noktalardan ma’nâsını tam olarak ifâde etmek mümkün olmadığından, ahadiyyeti îzâha âit ibârelerin hepsi tam olarak ifâde etmenin dışında bir şekilde olmuştur. Bundan dolayı zâtî ahadiyyet ne bir ibârenin ifâde tarzıyla, ne de bir işâretin bilinmesiyle idrâk olunabilir; çünkü bir şeyi bilmek, ya ona uygun olan bir münâsibi veyâhud ona aykırı olan bir zıddı sebebiyle olur. Oysa ilâhî Zât’ın vücûdda ne münâsibi, ne uygunu, ne aykırısı, ne de zıddı vardır.

Bundan dolayı, terimler ile ifâde bakış açısından onun ma’nâsı için söz ve ifâde yoktur. Bunun içindir ki, halk için onu idrâk etmek zarûrî olarak kalkmıştır.

Allâh’ın zâtı hakkında söyleyici olan sessiz;

Harekete geçen, sâkin;

Bakan, hayrettedir.

Akılların ve anlayışların onu idrâke kudreti pek azdır ve idrâk ve fikirlerin Allâh’ın zâtında dolaşması celîlin en celîlidir. Özüne sonradan olan ilim ve kadîm ilim bağlanamaz. En küçük ve en büyük ta’rifler onu toplayıcı olamaz. Kudsî kuş, bu bomboş boşluğun fezâsında uçtu ve bu yüce feleğin hevâsında bütün varlığı ile yüzdü. Onun için var edilmişlerden gâib oldu. Tahkîk ve ayân olmakla, isimler ve sıfatları yırttı. Sonra yokluk avucunda o kudsî kuş uçarak halkalar oluşturdu. Sonradan olma ve kadîm olma mesâfelerini kat’ etti. Allâh’ın vücûdunun zorunlu olup, vücûdunun câiz olmadığını ve gâib olanın gâib olmadığını da anladı.

Bahsedilen bu kuş, san’at eseri âleme dönmeyi murâd edince, kendisinde bir alâmetin hâsıl olmasını istedi. O güvercinin kanadı üzerine şu şekilde yazıldı:

“Ey zât ve isim ve gölge ve resim ve rûh ve cisim ve vasıf ve nitelik ve alâmet olmayan tılsım! Varlık ve yokluk senin içindir. Sonradan olmaklık ve kadîm olmaklık da senindir. Zâtın için yoksun, nefsinde mevcûdsun; niteliğinle bilinen, cinsinle gâipsin. Sanki sen, ancak ayar, ölçü olarak hálk edildin; gûyâ sen haberlerden ibâretsin. Açık bir söz ile zâtından delîl göster! Ben seni Hayy, Âlim, Mürîd, Kâdir, Mütekellim, Semî’, Basîr olarak buldum. Sen cemâli ihtivâ edicisin, celâli hâizsin. Nefsinle türlü kemâli içine almışsın. Senden başka mevcûdu isbât etmeyi düşündüğüm zaman, başka hiçbir mevcûd bulmuyorum. Senin her güzelliğin üzerinde olan güzelliğin, en mükemmelin en mükemmelidir.

Bu ayrıntıdan sonra bu sözlerle muhâtab olan o tılsımdır. Belki benim, belki sensin. Ey tılsım! Seni, yok olduğun yerde mevcûd bulduk.

Kasîde (Tercüme)

“Bu tılsımı idrâk noktaları pek incedir; Âlemleri gaybdadır, tehlikeleri çok büyüktür, kılıçları insanı kımıldatmadan öldürür.

Göz onu görmez, hudûd onu ihâta edemez; Vasıf o vasıflananı hâzır edemez. Böyle olan şeye kim arkadaş olabilir?

İbâreler kusurlu, işâretler kayıp; Bununla çarpışan kalbin rükûnları yıkılmıştır. Âlîdir, felek değil; rûhdur, melek değil; Melikdir, mülkü vardır; Buna mahrem olanlar pek nâdir varlıktır.

Gözdür, görme değil; ilimdir, haber değil; fiildir, eser değil. Âlemleri gaybdadır, Felek üzerinde kutubdur; Yıldızların yollarını nurlandıran güneştir.

Sokaklarda tâvûsdur; ziynetlerinin intizâmı aşikârdır. Yazılmış numûnedir; terimler ile sirâyet etmiştir. Varlıksal vücûddan pâktır. Rûhum onun âlemleridir. Renkli bûkalemûndur.

Var edilmiş ve ziynetlenmiş san’at eseri incidir. Derlenip toparlanmış nefes, ya’nî hayâttır. Kanı, dâima akmakta olan ölüdür.

Zâtı, tekildir, nitelikleri müferreddir. Ya’nî latîf sesler ile terennüm edilmiştir. Alâmetleri güzel bir edâ ile söylenmiştir. Onu yazan okuyabilir; salt vücûd onundur. Kaldırma da, kendine şâmildir.

Sıfatlarının açığa çıktığı günden beri bilinir ve bilinmez. Kaldırmadır, aynı zamanda isbâttır. Gereksizliktir, aynı zamanda îcâbdır. İşârettir, aynı zamanda perdelenmiştir.

Güzel kokuyu toplayan ve yayan odur. Onu idrâki arzûlama! Harem dâiresine ulaşamazsın. Emînlik bulmak istiyorsan, söylediklerim ganimettir.

Batı Ankâ’sıdır. Bununla murâd sensin! Kendine mülâyim olan şeylerden teşbîhli tenzîhdir. Coşup taşması fazla olan dalgalardır. Tehlikeli olan denizdir.

Ateştir; alevi çok, alevi arttıran aşkındır. Mechûldür, fakat vasıfları söylendi. Belirli olan belirsizdir. Ülfet etmiş vahşîdir, kalb ile barışı vardır.

Eğer “biliyorsun” desem, ma’rifette i’tidâle riâyet edemezsin. ”Bilmiyorsun’’ desem, oysa sen onu biliyorsun. Benim sırrım, onun hüviyetidir. Rûhum benliğidir. Kalbim onun ziynet kürsîsidir. Cismim onun hizmetkârıdır.

Ben onu aklediyorum. Bununla beraber ona karşı câhilim. Onu kim elde edebilir? Meâliyâtı, ganimetleri insanı men’ etmiştir.

Âlî olur, onu gizlerim. Yaklaşır, onu anlarım. O kalbimi doldurur, ben onu yazarım. Bunu idrâk eden, senin fikrine azamet nakleder.

Onu tenzîh ettim, soyutlandı; teşbih ettim, eşyâya sirâyet etti. Cisimlendirdim, mukâvemet edemediğim eşya ârız oldu. Yaklaştırmak istedim imtinâ etti. Güzel tavırları yağmaladı.

Ona ancak intisâb etmekle kavuşabilirsin. Rûhu sarsan şeyler kirpiklerindedir. Sicili yanaklarındadır, ateşi alevlidir. Sürmesi göz kapaklarındadır. Kapaklarının kirpiği te’sîr mızrağıdır.

Tükrüğünde bal vardır. Boyu fidan şeklindedir. Kıvırcık saçları salınmıştır; Dişlerinin parlaklığı zâlimdir. Bilekleri nakış ile esmerdir. Saçları siyâhdır.

Bedenin latîfliğindeki çirkinlikleri beyâzdır. İçine çekilesi dudakları, kırmızıdır. Bakışlarını atfetmesi sihirdir. Lâtîfeleri vehimdir.

Bu hallerine hayret zarûrîdir.

Mechûldür, vasf edildi; inkâr olunmuştur, bilindi; vahşîdir, ülfet edildi. Kalbim onunla söyleşir.

Yırtmak san’atıdır; öldürmek hasletidir; hicrân ziynetidir. Lezzetleri acılıkla doludur. Birleşiktir, basît oldu; kayıtlıdır, çözüldü; Sûrettir, bilmeceli; Zulmetleri salt nûrdur.

Arazın cevheri değil, hastalığın sıhhati değil. Oktur, hedefi de odur. Bu okla taksîm yapanlar hayrette kalmıştır.

Ferddir, adedi çok; cem’dir, neferi yok. Önümüz ve arkamız hepsi onun âlemidir. Cehildir, ilim de o; Harbdir, sulh da o; Adalettir, zulüm de o.

Helâk edicileri kabarmıştır. Ağlatır, ferah verir; sarhoş eder, ayıklık verir; Sudan kurtarır, suya gark eder.

Onunla muhâkeme olmak isterim. Ba’zen benimle eğlenir, ba’zen sohbet eder. Ba’zen yabancı olur, ba’zen benimle söyleşir. Ba’zen dostluk gösterir, ba’zen vuslat gösterir; Ba’zen benimle muhâlif ve muhâkeme olmak için karşıma geçer.

Eğer ferahlandı desem, gazablı olarak görünür; Iztırâblı oldu desem, metânetleri buna aykırıdır. Vahşîdir, ülfet etmedi; mechûldür, bilinmedi; zâttır, vasfedilmedi.

Düstûrları gayet ulvîdir.

Güneştir parladı; şimşektir çaktı; güvercindir, terennüm etti. O hammâmeler benim üstümdedir.

İki zıd kendisinde bir araya geldi. Bununla berâber bu bir arada oluşta mümkün olmadı. Kaynaktır kaynadı; dalgaları heyecanlandı.

Tadan için zehirdir; koklayan için miskdir. İçinde gark olanların alâmetini de gâib eden denizdir.”

Sonra o yeşil kuşun kanatları üzerine kibrît-i ahmer mürekkebi kalemiyle aşağıdaki sözler yazıldı:

“Azamet ateştir; ilim sudur; kuvvetler havâdır; hikmet topraktır. Bunlar öyle unsurlardır ki, ferd ya’nî tek olan cevherimiz bunlarla tahakkuk eder ve o cevherin iki arazı vardır:

Biri ezel, biri ebed.

İki sıfatı vardır: Biri Hak, biri halk.

İki niteliği vardır: Biri kadîm oluş, biri sonradan oluş.

İki ismi vardır: Biri Rab, biri kul.

İki yönü vardır: Biri zâhir, ya’nî dünyâ, biri bâtın, ya’nî âhiret.

İki hükmü vardır: Biri zorunlu oluş, biri imkân dâhilinde oluş.

İki i’tibârı vardır: Birincisi nefsi için gayr-ı mevcûd, gayrı için mevcûd olmak; İkincisi gayrı için gayr-ı mevcûd, nefsi için mevcûd olmak.

O cevher, ma’rifette ya’nî kendisine ârif olunmaklıkta iki türlüdür: Biri önce zorunlu oluşu, sonra selbiyeti; İkincisi önce selbiyeti, sonra zorunlu oluşu. O cevher için bir nokta vardır: o anlayış noktasının hatâları, ibârelerin o noktadan sapması, işâretlerin o noktanın ma’nâsından başka yönlere dağılması vardır. Ya’nî gerek ibâre, gerek işâret, o noktayı îzâha yeterli değildir.

Ey kuş! Başkasının okuması câiz olmayan bu kitâbı muhâfazada son derecede tedbîrli ol.

Bahsedilen kuş o feleklerde, ölümde hayât içinde, helakte bakâ içinde olarak uçtu. Nihâyette topladığı kanatlarını açtı; yumduğu gözünü açtı. Bu hâlet içinde nefsinden çıkmadığını, cinsinin gayrısına gitmediğini buldu, bildi. Denizden hâriç olarak denize dâhil oldu. O denizin hem “suya kanan”ı, hem “susamış”ı oldu. Hiçbir şey söylemedi ve o denizden hiçbir şey gâib etmedi. Mutlak kemâli, nefsinden ve zâtından ibâret olduğunu muhakkak sûrette buldu. Bununla berâber, onun sıfatlarından hiç bir sıfatın tamâmına da sâhip olmadı.

İsimler, zât ve sıfatlara hakkıyla vasıflanmış olduğu halde, ittifâk ve ihtilâf hükümlerinde kendisini zabtedecek bir yuları da bulunmadı. Sıfatlarıyla temkînin ya’nî mekân tutmanın kemâli üzerine tasarrufa kâdir olduğu halde, kemâlini ta’yînde bir şeye de sâhip olamadı.

Bahsedilen kuşun mahallinde ve âleminde uçmasının kemâli vardır. Bununla berâber uçuşu da, menzillere ve âlemlere sınırlıdır. Dolunayın kemâlini nefsinde muhakkak olarak görür; bununla berâber güneşinin tutulmasını engellemeye gücü yetemez. Ârifi olduğu şeyin hem ârifi, hem câhilidir. Mahallinden başka yere göç eder, oysa mahallinde vâkıftır. Lisansız kelâm kendisi için hem câiz, hem câiz değildir. İrfânında istikâmet vardır; bozukluk ve eksiklik yoktur. Âlem içinde irfâna en önce dâhil olan odur. Beyân i’tibârı ile o irfândan en uzak olan yine odur.

Sâhasında insanlara nispetle en uzak olan o olduğu gibi, o sâhaya en yakın olan da odur. Kelâmı okunmaz, ma’nâsı anlaşılmaz ve bilinmez; kelâmındaki harf üstünde bir vehmî nokta vardır. Dâire onun üstünde döner. O noktanın kendi zâtında bir âlemi vardır. O âlem, yuvarlak dâirenin tamâmı üzerindedir. Bahsedilen noktanın üstü yine o dâireden bir noktadır. O dâire de o noktanın bütün parçalarından bir parçadır. Dâirenin hepsi, o noktanın basîtlikleri etrâfından bir taraftadır. O nokta nefsi i’tibâriyle basît, tamâmı i’tibârı ile birleşiktir.

Zâtı yönünden ferddir; vasfı i’tibârı ile nûrdur. İlmin onun üzerine gerçekleşmesi tamâm olmadığından, zulmettir.

Bu yukarıdaki sözlerin hiç birisi, yüce Zât’ın hakîkatı üzerine vâki’ değildir.

Yüce Zât’ta lisanlar suskun; zamân onu ihâtadan mahsûrdur. Allah azîmü’ş-şân, âlî, refî’us-sultân ve azîzü’d-deyyândır.

Beyitler;

“Hind’in mahallesindeki hânelerin eşikleri ölümle döşeli olduğundan, kimse yanaşamaz.

O mahallenin mekâneti, şan ve şerefi âlî, kapılarının derecesi yüksektir.

O mahallenin alt tarafında boyunlar vurulur ve halkın kâdir olamadığı şeyler yapılır.

O mahalle yönünden bir rüzgâr eserse, ya’nî saldırı gerçekleşirse, akılları götürür ve kalbleri dehşete salar.”