55.Bölüm-Himmet Hakkındadır

Himmet Hakkındadır

Himmet, Resûlullah (s.a.v)’den mahlûk olan Mikâil’in aslı ve esâsıdır.

Şiirin Tercümesi:

“Bizim için ulviyyet tepelerinde mukaddes bir cömert, yâ’nî küheylân vardır.O mukaddes cömert ile yüce yükseklikler tarafına yükseliriz.O mukaddes cömert, ulviyyetlere çıkmaya mahsûs olan âriflerin burâkı olarak isimlendirilir.

Rûhun hakîkât tarafına yükselmesi, o burâkın üstünde olur.O burâk için, ilâhî nûrdan halk edilmiş ve sürmelenmiş iki göz vardır. Birisi te’sîr sihri ya’nî itâat ettirmesi, diğeri kudrettir.Bu burâkın iki kanadı vardır. Birisi saâdete doğru uçar, diğeri şekâvetin derinliğine doğru aşağı çeker.

Bunda şaşılacak bir şey yoktur.O burâk, her hangi şeyi güç görürse, en güzel san’atla derhal ona ulaşarak o zorlukları kolaylaştırır.Burâkın gözleri nereye erişir ve bakarsa, derhal tırnağının bastığı yer,bir adımda erişmek için gözünün düştüğü o uzak mahâl olur.Dikkat et, bu ilâhî nûrlardan indirilmiş bir nûrdur. İnsan için “himmet” ismi altında gizlenmiştir.”

Cenâb-ı Hak, bizi ve seni başarılı kılsın ve kendisine ulaştıran yola delîl olsun ve hidâyet buyursun!

Bil ki, himmet, Cenâb-ı Hakk’ın insana vaad ettiği en kıymetli şeydir. Bunun sebebi, Cenâb-ı Hakk nûrları ezelde halk ettiği zaman azamet huzûrunda tuttu ve o nûrlara birer birer baktı. O nûrların hepsini kendi kendilerinin nefsiyle meşgûl, yalnız himmeti Allah ile meşgûl olarak gördü. Himmete dedi ki:

“Azîmetime, celâlime yemîn ederek söylüyorum, seni nûrların en yükseği kılacağım. Halktan senin devletine sâdıkların şereflilerinden başkası nâil olamaz. Kim bana vuslata niyetlenirse, senin iznin olmadıkça o bana yaklaşamaz. Sen, mürîdlerin mi’râcı, âriflerin burakı, vuslat erbâbının müsâbaka meydanı olduğun gibi, bu meydanda müsâbaka edenlerin müsâbakası ve bana katılanların katılması seninledir. Tahkîk ehlinin ferahlığı, pâklığı, mukarriblerin ya’nî yakınlaştıranların yüceliği sende ve seninle oluşmaktadır” buyurdu.

Ondan sonra himmet üzerine “Karîb ya’nî Çok Yakın” ismiyle tecellî edip, “seriü’l-mucîb” ya’nî “icâbette serî olma” ismiyle baktı ve bu şekilde himmete kalblerden her uzak olanı yaklaştırabilme tecellîsini giydirdi. Bu bahsedilen ilâhî bakış, himmet vâsıtasıyla talep edilenin hâsıl olmasının sür’âtinde himmete faydalı oldu. Bunun içindir ki, himmet, bir şeyi kasteder ve hâsıl olması için paçaları sıvayıp özen gösterirse, talep ettiğine uygun olarak ona nâil olur.

Himmetin paçaları sıvamasında iki belirti vardır. Biri hâle âit diğeri fiile âittir.

Hâle âit; Belirlenmiş olan talep edilen bu işin oluşmasından yana yakînin kat’î olması ya’nî olacağını kesin olarak bilmesidir.

Fiile âit ise; Himmet sâhibinin hareketlerinin ve sükûnlarının hepsinde kastedilen ve himmet edilen şeye lâyık ve uygun olması demektir. Himmet sâhibi bu şekilde olmazsa, ona “himmet sâhibi” denilmez. Belki yalancı emeller sâhibi, yutucu istekler sâhibidir.

Bu şekilde himmeti noksan olanlar, memleketin i’mârı kastında olduğu halde, mezbeleden ayrılmayan kimseler gibidir. Bu türden olanlar, isteklerine nâil, mahbûbuna muzaffer olamazlar. Çünkü, bu türden olanlar, hitâb etme ve yazma usûlünü bilmedikleri halde kalemsiz, mürekkebsiz yazı yazmak isteyen kimseler gibidirler. Bu sözde mürekkeb sözü, himmetin bir şeyeyönelmesi gibidir. Kalem de talep edilen şeyin oluşmasına yakînlik ya’nî kesin olarak olacağını bilmek gibidir. Hitâb etme usûlü, ma’rifette yönelinen işe uygun olanfiiller ve hareketler gibidir.

Bahsedilen vasıf içerisinde olmayan himmet sâhibi himmetin ne olduğunu bilmez. Çünkü onun yanında himmetten eser yoktur. Bundan dolayı haberinin olmaması da kaçınılmazdır. Fakat, taleb ettiği şeyin fiillerine ve hareketlerine uygun olan böyle değildir. Özellikle hareketlerinde ciddiyet ve gayretli çalışma tamâm olursa, bunların en sür’âtli vâsıl olacağı şey, murâd ettiklerine ulaşmaktır.Bir fakîrin hâline dâir olmak üzere bize söylenen hikâyeyi burada aktarıyorum:

Bir fakîr bir gün şeyhinden “bir kimse bir şeye kasteder de tâm bir gayretle hareket ederse, isteğine nâil olur” sözünü işitti. Bu sözü işitir işitmez yemîn ederek dedi ki, “melikin kızını nikâh ile almak üzere isteyeceğim ve bu maksâda ulaşmak için varımla yoğumla çalışacağım.” Sonra doğru melike gitti ve kızını istedi. Melik, akıllı, ârif, zekî bir zât idi. Fakîri aşağılamak veyâhut “benim kızımın dengi değilsin” demek istemedi.Dedi ki: “Ey fakîr, benim kızımın mehiri “Behirmân” denilen bir cevher türüdür. Bu yâ, Kisrâ’nın veyâ Nûşîrevan’ın hazînelerinde bulunabilir.” Fakîr:

“Efendim, bu cevherin ma’denineresidir?” dedi.Melik:

“Bunun aslî ma’deni Seylan denizidir. Eğer bu istenen mehiri getirirsen, talep ettiğin nikâh mümkün olur” dedi.

Fakîr doğru Seylan’a giderek orada eline geçirdiği bir kab ile denizin suyundan alıp karaya dökmeye başladı. Yemedi içmedi, bu harekette devam etti. Gece ve gündüz meşgûliyeti bu idi. Fakîrin sadâkatle suyu tüketmeye çalışması, balıkların kalbine denizin bitmesi korkusunu düşürdü. Balıklar Cenâb-ı Hakk’a şikâyet ettiler. Cenâb-ı Hakk, o denize vekîl tâyin edilmiş olan meleğe emretti. “Gidip, bu fakîrin ne istediğini sor ve yerine getir” dedi. Melek, fakîrin ne istediğini anlayınca denize dalgalanıp coşarak içindeki cevherlerini karaya atmasını emretti. Denizin kenârı cevherler ile doldu. Fakîr, o cevherleri yüklenerek melike götürdü ve kızıyla evlendi.

Kardeşim, bu hikâyeye bak! Fakîrin himmeti neler yaptı? Bunu garîb bir iş, acâîb bir şey zannetme. Sana yemîn ile söylüyorum. Biz kendi nefsimizde bundan daha mühim olayların cereyân ettiğini gördük. O derecede ki, sayılmasına ve hissedilmesine imkân bile yoktur ve bizim bu konudaki sözümüze Cenâb-ı Hakk şahittir.

Yemîn etmemin sebebi de, inkârcıların sataşmasıyla, kalbinden yakîn hâlini bozarak hidâyet basamağından ve sırlara mi’râcdan düşmenden korktuğum içindir. Çünkü vesvese veren İblîs, kalbinde dolaşmaya başlarsa kalbe vesvese elbisesini giydirir ve ümitsizlik sahralarında dolaşma dertlerine uğratır ve insanı şüphe zulmetiyle yakîn nurundan mahrûm eder.

Cenâb-ı Hakk seni muvaffak kılsın; Şunu da bil ki, himmet kadehi dolmadan önce, ona muhalif olan her taş parçası onu kırabilir. O kadehe aykırı olan her şey, onu dökebilir. Fakat himmet kadehi dolup da, kadeh kemâle gelirse, onu ne şiddetli fırtınalar yerinden oynatabilir, ne de büyük çekiçler ve kırıcı âletler onu kırabilir. Azminde sâbit olan isâbet etmiş akıllı ve ârif kişi, işe başlayınca ve bir denize dalmak isteyince, yolunda görülen tehlikelere iltîfât etmemesi ve bu yolda ortaya çıkacak güçlüklere önem vermemesi gerekir. Çünkü ilerlediği yolda göreceği ve karşılaşacağı her hangi bir zorluk, düşman olan şeytanın bozgunculuğundan başka bir şey değildir. Onu Sultân’ın hazretine dâhil olmaktan engellemek ister. Şeytanın vesvesesine önem vermekten kaçınmalı, yolda hâsıl olan veyâhut yitirilen şeye önem vermemelidir.

Çünkü hakîkat bir yoldur ki, âfetleri pek çoktur. Yol da yol kesiciler dolu olup, yol engeller ile örtülmüştür. O yolun eserleri karanlıklardır. Hânelerinin eserlerinin bakiyyesi bile yıkılmıştır. Geceleri çok uzundur. Bu yol, sırât-ı müstakim ise de buna sülûk edenler, elîm azâbı uzûbet ya’nî tatlılık olarak görenlerdir. Bu hakîkate sabredenlerden başkası ve bu hakîkate nasîbi büyük olanlardan başkası kavuşamaz ve nâil olamaz.Cenâb-ı Hakk seni muvaffak kılsın!

Şunu da bil ki, himmet ilk makâmında ve en fâziletli şehâdet yerinde Cenâb-ı İlâhî’den başka bir şeye bağlanmaz. Çünkü himmet, o kitâb-ı meknûnun ya’nî örtülü kitâbın bir nüshâsı, o hazînede gizlenen sırrın anahtarıdır. Onun için başkasına iltîfât etmez ve Cenâb-ı İlâhiyye’den başkasına iştiyâk göstermez. Çünkü her şeyin dönüşü, ancak aslına olur. Hurma çekirdeği ekilirse, ondan bitecek ancak hurma ağacıdır.

Varlıklara az da olsa bağlantısı olan her kimsenin bu bağlantısına, himmet değil; belki, “hem” denilir. Bu sözü söylememin faydası şudur ki, himmetin kendinde makâmı pek yücedir. Süflî şeylere hiç bir zaman yakınlığı yoktur. Bundan dolayı zü’l-celâl ve’l-ikrâm olan Hakk’ıntarafından başkasına bağlanmaz. Fakat “hem” böyle değildir. Çünkü “hem”, kalbin umûmîyönelişinin ismidir. O yöneliş, herhangi bir mahalle olabilir. Uzağa da yakına da bağlantısı vardır.

Bu ibâre ile işâret edilen şeyi ve bu işâretle ta’bîr edilen fikri anladınsa, himmetin neden ibâret olduğunu anlamış oldun.

Şimdi şunu da bil ki, himmetin mekânı ne kadar yüce, şânı ne kadar büyük olsa, yine himmet, üzerine duran kimse için perdedir. Bunu terk etmedikçe, daha yukarıya yükselemez. Bahtiyâr o kimsedir ki, himmetin sırlarını bilmezden evvel ve meyvelerinin lezzetini tadmazdan evvel himmetten yukarıya doğru yükselir. Çünkü himmet, ma’nevî bir engeldir. Şunu demek istiyorum ki, himmetten hâsıl olan şey ile yetinirse, yâhut himmetin meyvelerini erişmezden evvel düşürürse, himmet onun için engel olur.

Ne demek istediğimi biraz daha izâh edeyim: Bu yolda sâlikin yolu mutlaka himmete uğrar, başka geçecek yolu yoktur. Bununla berâber durulacak bir makâm değildir. Belki bu mecâz köprüsünü kat’ ederek, ileriye geçmek lâzımdır. Hakîkat himmetin ötesinde, tarîkat onun fezâsındadır. Çünkü himmet, ne kadar ulvî olsa da kendisinde sınır bulunması zarûrîdir. Allah ise sınırdan ve hadden münezzeh, keşf ve örtünmeden yana mukaddestir.

Sen ulu’l-elbâbtan isen şunu anlamaklığın lâzımdır ki, Resûlullah (s.a.v) “Ümmü’l-Kitâb” olup, bu konudaki hitâb ilebizzât kastedilen odur. Cenâb-ı Hakk, âlemin tamâmını Resûlullah (s.a.v)’den halk etmiştir. Resûlullah (s.a.v)’den her incelik, varlıkların hakîkatlerinden bir hakîkâtin aslıdır.

Resûlullah (s.a.v) küllî toplayıcılığıyla Rahmân’ınküllî toplayıcılığına mazhardır. Bunun için genişliği, ilâhî rahmetin genişliği kadar olan Muhammedî himmet nûrundan bir rûh halk eylemiş ve o rûhu melek yapmış ve kâbiliyyet ve isti’dâdların mikdârını o melek için felek edindirmiştir. Ve o meleğe her rızık sâhibine rızkını ulaştırmayı ve her hak sâhibine hakkını vermeyi emretmiştir. Çünkü o melek, ahadiyyet hakîkatinden mahlûk olan Muhammedî incelikten ibârettir.

Bahsedilen bu melek, vekîllik makâmına oturarak, tartı ve ölçüyle haksızlık yapmayan kimse gibi, her hak sâhibine hakkını vermede adâlet gösterince, celîl makâmdan, ilk hitâbile o rûhâ “Mikâîl” ismi verilmiştir. Mikâîl, ezelden ebede kadar takdîr edilenleri içine alır ve sayar ve adetlerinin hepsini bilir ve yardımı hak edenlere yardım eder. Bunun için Cenâb-ı Hakk Mikâîl’i, beşinci feleğin üstünde fasl minberiüzerine oturtmuş ve kendisine adâlet ölçüsünü ve ölçeklerin kânûnunu ihsân etmiştir. Fasl minberi, karşılıklı feyzden adâlet mîzânı kâbiliyetlerinin hakedici olduğu şeyden kinâyedir.

Bu ibârelerin remizlerini düşün. İşaret definelerinde gizlenmiş olan şeyi çıkar, hikmet ve fasl-ı hitâb ya’nî hak ile bâtılı ayıran söz ile devlete nâil olursun.

Allah, hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eder.