56.Bölüm-Fikir Hakkındadır

Fikir Hakkındadır

Fikir, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’den mahlûk olan diğer meleklerin aslıdır.

Şiirin Tercümesi:

“Fikir âfâkta ya’nî dışarıda değil, enfüs ya’nî iç âlemlerin karanlıklarında olan bir nûrdur. Zekî olan kimsenin kalbi, bu nûr ile doğruluğu bulur. Bununla birlikte fikrin sürçmeleri, yağmur tanelerinden ve otsuz ve susuz çöllerin kumlarından daha çoktur.

Fikir için usûl vardır.

Yiğit olan kimse, bu usûle riâyet ederse, o usûl kendisini aklî noksanlıklarda hatânın ona üstün gelmesinden muhâfaza eder. Bahsedilen bu usûlün çeşitleri ve türleri çok olmakla berâber, esâsen iki kısma ayrılması mümkündür. Ve bu şekilde, hîlekâr olmayan kimse, bu iki kısımdaki usûlü muhâfaza eder.

O iki kısımdan birisi akıldır, diğeri nakildir.

Akıl; zarûrî aklın ve tecrübelerin netîcesinden hâsıl olan kazanılmış akla ayrılmıştır.

Nakle gelince; bu bir îmândır ki, gayb olanlara bağlanır ve bu îmân ve o îmânın kandilinin sönmemiş olması lâzımdır.

Bu akıl ve nakil kısımları, zekî kişiler için fikrin aslı olup, bu ikisinin kıyasları ile hareket etmeyen fikrî karanlığa düşmüş olur.

Lâkin, akıl sâhipleri büyük aklın hükmü ile geçerli kabûl ettikleri bakış açısını esâs tutmuşlardır. Bunlar, îmânın aslına önem vermezler. Bundan dolayı onların fikirlerinin ışığı sabah vakti parlayan güneşin ışığı gibi değildir. Îmânın aslına önem vermeyip, sırf akıl ile hareket ettikleri için hatâya düşmüşlerdir. Ve her makbûl olan husûsu ve doğruluk esâsını, kendilerini yitirmişlerdir.”

Cenâb-ı Hakk, seni doğruluk yoluna muvaffak kılsın ve sana hikmet ve fasl-ı hitâbı ya’nî hak ile bâtılı ayırmayı öğretsin! Şunu da bil ki, fikrî incelikler gayb anahtarlarından bir anahtardır.

Ma’lûmdur ki, gayb anahtarlarının hakîkatini Cenâb-ı Hakk’tan başka kimse bilmez. Çünkü gaybın anahtarları iki türdür. Bir türü Hakk’a, bir türü halka âittir.

Fikir ise, şüphesiz kalbe âit yönlerden bir yöndür. Bundan dolayı fikir gayb anahtarlarından bir anahtardır. Lâkin o fikir, bir nûrdur. O anahtarı almaya delâlet sebebi olacak, öyle parlak bir nûr nerededir!

Gökleri ve yeri değil, bunların halk ediliş şeklini düşün!

Bu söylediğim sözlerin, ma’nâları latîf yâ’nî incelikler taşıyan işâretlerdir. O ma’nâlar, bahsedilen bu işâretlerin gizli noktalarında gizlenmişlerdir.

İnsan, fikrî sûretlerde yükselerek bu husûstaki göklerin son haddine erişirse, o kimse rûhânî sûretleri hisler âlemine indirmeye ve gizli işleri hesapsız şekilde çıkarmaya kâdir olur. Bu yükselişle semâvâta yükselerek, lisânlarındaki ihtilâflarla berâber meleklerle hitâblaşmaya nâil olur.

Bu semâvâta yükseliş iki türdür.

İlk türü; Rahmânî yoldur. Bu istikâmette olan yol üzerinden yükselen kimse, fikrin azamet merkezindeki noktaya erişir ve onun istikâmet ve doğru hattının düzlüğünde dolaşmaya başlar. “Kitâb-ı meknûn”da (Vâkıa, 56-78) ya’ni gizlenmiş kitapta “dürr-i musavvire ya’nî tasvîr edilmiş inci” olarak ta’bîr edilen yüce tecellîye muzaffer olur. O bir tecellîdir ki, varlıksal alâkaların paslarından yana “tâhir edilmeyenler, buna dokunamazlar” (Vâkıa, 56-79).

Bu tecellînin ismi, “Kâf ile Nûn arasında gizlenmiş olan”, müsemmâsı ya’nî kendisiyle isimlendirileni ise “İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kün fe yekûn” ya’nî “Bir şeyi irâde ettiği zaman O’nun emri, sadece ona: “Ol!” demektir. O, hemen olur” (Yâsîn, 36/82) âyetinden ibârettir. Bu fikrî inceliklere yükselmek için olan sır merdiveni, şerîât sırrı ve hakîkât sırrıdır.

İkinci türü; Hayâl ve tasvîrde emânet olan kızıl sihir ve bâtıl ve söze yalan karıştırma perdeleriyle Hakk’tan örtülü yükselişten ibâret olan hüsrân mi’râcıdır; yalnızlık istivâgâhına düşmek için yapılmış, şeytanî yoldur.

“Bu, bir sahrada serâp gibi olup, susuz olan kimse onu su zanneder. Yanına varınca orada hiç bir şey bulamaz” (Nûr, 24/39). Nûru ateşe, kararı helâka döner.

Cenâb-ı Hakk, bu ma’kûs işe uğrayan kimsenin elini tutar, rabbânî desteğinin latîfesiyle onu meydana çıkarırsa, o kimse için ikinci bir mi’râc câiz olur. İşte o zaman Hakk’ı bu mi’râcta bulabilir. Hakk’a varacağı yeri, Hakk’ın sığınağını bilir. Bâtıl yoldan ve bâtıl yola girenlerden ayrılarak, ilâhî sadâkat minderinde ayırt ediciliğe nâil olur. İlâhî emir o kimseyi kuvvetlendirerek, hesâbını doğru şekilde tesviye eder.

Eğer, o mahvolma yerinde ve önceki o kararda kalan kimseye ilâhî lütuf erişmezse, o kimsenin ateşi tabîatları elbisesinin üstünde fışkırarak tabîatlarını helâk ettiği zaman, bu ateşin dumanı yüksek rûhunun burnuna ulaşarak onu öldürür. Artık bir daha doğru yola geri dönmesine imkân yoktur. Ümmü’l-kitâbın ma’nâsını hiç bir zaman anlayamaz.

Böyle bir hâle ma’rûz olan kimseye cemâle âit ma’nâlardan ve kemâle âit çeşitlenmelerden her ne kadar telkînler yapılırsa yapılsın, o kimse dalâlet ya’nî sapma sıfatından başka bir yola gitmez.

Bu şekilde bize göre muhâl olan inkâr edilmiş işlerin halleri onda meydana çıkar. O kimsenin bir daha Hakk’a geri dönmesine imkân yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’de “Ellezîne dalle sa’yuhüm fîl hayâtid dünyâ ve hüm yahsebûne ennehüm yuhsinûne sun’â” ya’nî “Onlar dünyâ hayâtında mesâileri dalâlete uğrayan kimselerdir. Bunlar, gaflet ve dalâl ile fenâ yaptıklarını iyi yaptık zannederler” (Kehf; 18-104) âyeti bunlar hakkında gelmiştir.

Ben bu derin denize dalmış ve o denizin tehlikeli olan dibinde dalgaların beni helâk etmesine yaklaşmıştım. Ve o sırada yedi yüz doksan dokuz yılında Yemen’in Zebid şehrinde semâ’da idim. Ve bu semâ’, kardeşimiz Şeyh Ârif Şehabeddîn Ahmed ed-Redâd’ın evinde idi. Şeyhim, dünyâ üstâdı, kâmil kutub, tahkîk ehli, fazıl Ebû’l-Ma’rûf Şerâfeddîn İsmail b. İbrahim el-Ceberitî hazretleri de bu semâ’da hâzır idi. En yüksek ses ile:

Hz. Şeyh, o semâ’da tam bir konsantrasyon ile bakanlar gibi beni tetkîk bakışında tutuyordu. Onun bereketleriyle Cenâb-ı Hak beni sırât-ı müstakim olan kavîm mi’râcına nakil buyurdu. O sırât-ı müstakim, yerde ve gökte ne kadar mevcûdlar varsa, hepsi kendisinin kudret elinde olan Cenâb-ı Hakk’ın istikâmet üzere olan yoludur, “e lâ ilâllâhi tesîrul umûr” (Şûrâ, 42/53) “Bütün işler netîcede Cenâb-ı Hakk’a seyreder.”

Bu bahsettiğimiz iki mi’râc arasında o kadar ince bir nokta vardır ki, o incelik çok çok büyük ve çok şereflidir. Onun beyânına başlasam, veyâhut irfânı olmadığı için geriye dönen zavallının hâlinden bahsetsem, veyâhut bu denizlerde helâk olan evliyânın nûrunun ateşine nasıl tâb’ edildiğini açıklamaya girişsem, çok ayrıntılara muhtaç olmak kaçınılmazdır. Oysa bizim kastımız sözü uzatmak olmayıp, kısa kesmektir. Bundan dolayı izâhâtında olduğumuz fikir hakkındaki açıklamalarımıza geri dönüyoruz.

Bilesin ki, Cenâb-ı Hak Muhammedî FİKR’i;

Bahsedilen bu fikre âit nûr, bu sayılmış olan altı esmâ-i hüsnânın sırlarını içine alarak, bu âlemde yüce sıfatlar elbisesiyle ortaya çıktı.

Bu içine alış ve ortaya çıkış üzerine Cenâb-ı Hak, Resûlullah (s.a.v)’in fikrinden göklerde ve yerde olan meleklerin ruhlarını yarattı. Ve bu melekleri aşağıların ve yukarıların muhafazasına me’mûr etti. Bu meleklerin bakışları devam ettikçe, âlemler muhafaza edilmekte devam etmektedir.

O âlemlerin belirlenmiş olan bilinen eceli oluştuğunda ve mühürlenmiş emrin zamanına âlem ulaşınca, Cenâb-ı Hak o meleklerin ruhlarını kabzeder. Ve o melekleri gayb âlemine nakleder. İşte o zaman âlem işlerinin ba’zısı ba’zısına katılır ve gökler bütün mevcûdlarıyla yerin üzerine düşüp, dünyâ işleri âhiret işlerine nakledilir. Bu intikâl, zâhir sözlerin bâtın olan ma’nâlarına intikâli gibidir.

Bu işâretleri anla! Bu ibârelerin bilmecelerini çöz. Gizlenen sırlara vâkıf olma devletine nâil olarak, vehmedilmiş perdelerin örtülerini kaldır.

Bahsedilen bu sırlara vâkıf olarak bu nûrların ışığında yürümeye başladığın zaman, o sırları gizli ibâreler altında muhafaza et ve işâretlerin mühürleriyle damgalanan sırları sakla! O sırları açığa vurma! Çünkü, ifşâ hiyânettir. O hiyâneti, her kim yapmaya girişirse, emâneti saklamanın gerektirdiği mükâfâtından mahrûm olur. Ve melâike-i kirâm derecesine eriştikten sonra, avâm mertebesine geri döner. Bunu iyi belle!

Bununla birlikte, sırları açığa vurmak, işitenleri dalâlete ve muhatabı kayıtlanmaya sevketmekten başka bir şeye yaramaz.

Allah, hakkı söyler, doğru yolu gösterir.