Hayâl Hakkındadır
Hayâl, bütün âlemlerin heyûlasıdır.
Şiirin Tercümesi:
“Hayâl, âlemin rûhunun hayâtıdır. Hayâl, hayâtın aslı olup onun aslı da Âdemoğludur. Hayâli çok büyük bir kudret olarak bilen kimsenin indinde varlık, hayâlden başka bir şey değildir.
His denilen şey, ortaya çıkışından önce senin için hayâldedir. O his, hükümde uyuyan kimsenin rü’yâ görmesine benzer. Bununla birlikte, hayâlde olanın hissimizde ortaya çıkması zamanında o hissin aslı üzerine bâkî oluşu, gizli olması ile ortaya çıkması arasındaki birlikteliğinin gereğindendir.
His ile gururlanma, o hayâlîdir. Ma’nâya da âlemin tamâmında gururlanma, o da öyledir. Melekût, ceberut, lâhût, nâsut da, âlim olanın yanında böyledir. Hayâlin değerini küçük görme.
Hâkim olan varlık için hakikâtin aynı odur. Lâkin hayâlin aslı ve bütün mevcûdiyeti, kesin keşfe ulaşmış olanlar indinde iki kısımdır:
Birisi, bakâyı tasvîr eder.
Diğeri ise helâkı ve fenâyı tasvîr edici olup, dâim değildir.
Bu mes’eledeki işâretimizi anla ve remizlerini çöz. Fakat hükümleri kâim olan yüceltilmiş kitâbı, yâ’nî Kur’ân’ı asıl kıl ve bu konuda hidâyeti bir kenara atan anlatımdan kaçın!
Nebî-yi Hâşimî’nin getirdiği hükümlerden ayrılma.
Ben hayâlin izâhında yukarıda söylemiş olduğum sözlerimle, Resûl’ün getirmiş olduğu şeyi gizlemeksizin kastetmekteyim.Ve benim bu risâlemdeki esasları binâ etmedeki fikrimin özeti, Hz. Resûl’un dînine hizmetkâr olmaktan başka bir maksada yöneltilmiş değildir.
Şâyet sözlerimden bir şeyi anlamak güç gelirse, yâhut acemî bir kimsenin anlaması gibi bir anlayışa kapılırsan; Onu terk et ve Cenâb-ı Hakk’a ilticâ et ve Ebû’l-Kasım’ın hadîslerinden anlaşılmış olan sünnetler üzerine sâbit ol.
Karanlık olan şüphe gecesini yakîn nûrunun parlatması dâim oldukça, Cenâb- ı Hak o Resûl’e salât etsin.”
Cenâb-ı Hak sana başarı ihsân eylesin;
Bilesin ki, hayâl, vücûdun ya’nî varlığın aslı ve Ma’bûd’un açığa çıkışının kemâlinin kendisinde oluştuğu zâtından ibârettir.
Cenâb-ı Hak hakkındaki ve onun sıfatları ve isimleri hakkındaki inanışların hangi mahâlde oluştuğuna dikkat et!
Hak hakkında gözüken inancının mahâlli, hayâldedir başka yerde değildir. Bunun için biz hayâle “Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin açığa çıkışının kemâli kendisinde olan zâttır” dedik.
Bunu bilince senin için şu belli oldu ki, hayâl âlemlerin hepsinin aslıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak bütün eşyânın aslı olup, eşyânın en kemâlli zuhûrunun da asıl olan mahâlde olmak zarûrîdir. O mahâl de, hayâlden ibârettir.
Bundan şu netîce çıkar ki, hayâl âlemlerin hepsinin aslıdır.
Şuna dikkat et! Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, hissedilir şeylere “uyku”, uykuya da “hayâl” dedi ve hadîs-i şerifte “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” buyurdu. Bu da “dünyâ yurdunda bulundukları hallerin hakîkatleri kendilerine ölümden sonra belli olur ve ölmezden önce uykuda olduklarını bilirler” demektir.
Yoksa bu hadîsin ma’nâsı, ölüm ile tam bir uyanıklık oluşur demek değildir. Çünkü, Cenâb-ı Hak tarafından berzâh ehli, mahşer ehli, ateş ehli ve cennet ehli üzerine gaflet perdesi çekilmiştir. Bilindiği üzere cennet ehlinin Hakk’ı görmek için çıkacakları, “Kesîb” üzerinde Hak tecellî etmedikçe bu gaflet perdesi açılmaz.
Özetle, bu gaflet, bir tür “uyku” demektir. Şu halde âlemlerin hepsinin aslı hayâldir. Bunun içindir ki, hayâl, âlemlerin hepsindeki şahısları kayıtlar.
Ümmetlerden her ümmet, âlemlerdeki hangi âlemde bulunursa bulunsun, hayâl ile kayıtlıdır. Örneğin dünyâ ehli geçimliklerinin hayâliyle, yâhut âhiret işlerinin hayâliyle kayıtlıdır. Bu durumda, ister dünyâya ister âhirete âit olsun, her ikisi de Cenâb-ı Hak ile huzûrdan gaflettir. Bundan dolayı dünyâ ehli de, âhiret ehli de uykudadır. Allah ile hâzır olanlar da, Allah ile huzûrları nispetinde uyanıklık hâsıl ederler.
Aynı şekilde berzâh ehli de uykudadır. Ancak bunların uykusu, dünyâ ehlinden ba’zılarının uykusundan daha hafiftir. Berzâh ehli kendilerinde olan azâb ile yâhut ni’metlenme ile meşgûldürler. Bu meşgûliyet de bir tür uykudur. Çünkü o meşgûliyet, Cenâb-ı Hak’tan gaflet demektir.
Aynı şekilde kıyâmet ehli de uykudadırlar. Çünkü kıyâmet ehli muhâsebe için ilâhî huzûrda durmakta iseler de, onlar da muhâsebe ile meşgûl olduklarından Allah ile berâber değildirler. Bu da bir tür uykudur. Çünkü huzûrdan bir tür gaflettir. Fakat bunların uykuları, berzâh ehlinin uykusundan daha hafiftir.
Aynı şekilde cennet ehli de, ateş ehli de uykudadırlar. Çünkü cennet ehli ni’metleriyle, ateş ehli azâblarıyla meşgûldürler. Bu da Allah’tan bir tür gaflettir, bir tür uykudur, uyanıklık değildir. Şu kadar ki, bunların uykusu mahşer ehlinin uykusundan daha hafiftir. Bunların uykusu, uyuklama türündendir.
Bununla berâber bu âlemlerin hepsi, her ne kadar Hakk’ın her şey ile berâber olması bakış açısına göre Hak ile berâber iseler de, bu berâberlikleri uyku ile, gaflet iledir; uyanıklıkla Hak ile berâber değildirler. Cenâb-ı Hakk’ın bütün varlık ile berâber olması “ve hüve meaküm eyne mâ küntüm” ya’nî “siz nerede iseniz O, sizinle beraberdir” (Hadîd, 57-4) âyetiyle sâbittir.
Özetin özeti: A’râf ehli, yâ’nî ilâhî bilgilere nâil olanlarla, yalnız “Kesîb”de olanlardan başkası için uyanıklık yoktur. Onlar Cenâb-ı Hak ile berâberdirler. Bunlardaki uyanıklık da, kendilerine karşı ihsân edilen ilâhî tecellîlerin miktarına göre olur.
Cennet ehli için “kesîb”de bilâhare gerçekleşmesi gereken şeyi, Cenâb-ı Hak öne geçirerek, bir kimse için o devlet bu dünyâ yurdunda hâsıl olursa Hakk’ın yardım tecellîsiyle Hakk’a ma’rifete nâil olduğu için, o kimse uykuda değildir, uyanıklığa nâil olmuştur. Çünkü tecellî ile, uyanıklık ve irfan hâsıldır.
İşte bu anlatılan izâhlara dayanmaktadır ki, bu makâmlar ehlinin şân sâhibi Efendisi olan Resûlullah (s.a.v) “insanlar uykudadır” buyurmuştur.
Bu izâhlara göre her âlemde mevcût olan hayât sâhibinin uyku ile üzerine hükmedilen olduğunu bilince, âlemlerin hepsi üzerine “hayâldir” diye hükmeyle. Çünkü uyku, hayâl âleminden başka bir şey değildir.
Şiirin Tercümesi:
“Dikkatle şunu bil ki; Vücûd hiç muhâlsiz hayâl içinde hayâl, hayâl içinde hayâldir. Hak ehlinden başka uyanıklığa nâil olan yoktur. Hak ehli, her halde Rahmân ile berâberdir.
Hak ehli arasında farklılık vardır. Ve bu farklılıkta ihtilâf yoktur. Onların uyanıklığı da, kemâlleri miktârına göredir. Ulviyetlerine işâret edilen kimseler işte bu Hak ehlidir. Bunlar için halkın üstünde her türlü yücelik vardır.
Hak ehli, zât ve sıfâtın umûmî devletine nâildirler. Zü’l-celâl olan Cenâb-ı Hakk’ın indinde bunların şe’ni azîmdir. Bunlar, ba’zen ilâhî celâl ile, ba’zen de ilâhî cemâl ile lezzetlenmededirler. İlâhî vasıflarda olan lezzeter, bunlara sirâyet etmiştir. Bunlar için zâtta da yüce lezzetler vardır.”
Bilmece Deryâsında Remiz ve İşâret İncileri:
Rûh, ta’bîr edilen garîb, “Yuh” ta’bîr edilen ulvî âleme sefer ederek, o âleme dâhil oldu. O semâya dâhil olunca hımâ kapısını, yâ’nî, muhâfazalı ve gizli olan o âlemin kapısını çaldı. Ona:
“Ey ilâhî aşkta gark olmuş olan ve bizim kapımızı çalan zât! Sen kimsin?” denildi. Cevâbında dedi ki:
“Ben sizin beldelerinizden çıkarılmış ve sizin ma’mûrenizden uzaklaştırılmış ayrı düşmüş bir âşıkım. Sizden ayrıldıktan sonra, miktârsal kayıtlara, en, boy ve derinlik kayıtlarına tutuldum. Ateş, su, hava, toprak, zindanında hapsedildim. Şimdi o kayıtları kırarak size geldim. İçinde uzun bir müddet kaldığım zindandan kurtulmak isterim.”
“Ey Arab-ı kirâm! Benim üzerime her taraftan hücum gerçekleşti. Siz de, mazlûm olan esiri kurtarmak için yaratılmış insanlarsınız.”
Bu seferi rivâyet eden diyor ki:
Bu bahsettiğim kapıdan sakalı beyazlanmış bir adam çıktı ve şöyle dedi:
“Burası gayb âlemidir. Bunun erleri pek çoktur. Bunların lütufları cemîl, hazırlıkları kuvvetli, yardımları uzun sürelidir. Bunların içine dâhil olmak isteyen kimseye, bunların güzel elbisesiyle süslenmek ve güzel kokularıyla kokulanmak lâzımdır.” Oraya sefer eden garîb dedi ki;
“Ben o elbiseleri nereden bulurum ve o güzel kokular nerede satılır?”
O ihtiyâr dedi ki:
Önce kemâl arzına ve cemâl ma’denine ve ba’zı i’tibârî yönleriyle “hayâl âlemi” denilen yüceler yücesi mevki’ye gittim. Orada bir adama vardım. O zât, çok büyük şân sâhibi, mekânı yüksek, azîz sultân bir zât olup, “cennetlerin rûhu ” ismiyle isimlenmiş ve “cennetlerin rûhu” ta’bîriyle isimlere hâiz idi.
Ona selâm verdim. Huzûrunda durdum. Bana hürmetle mukâbele ederek, “hayâtın uzun, gönlün hoş olsun” dedi. Ve senâ ile “merhaba” diyerek iltîfât etti.
Ona dedim ki: “Efendim! Âdem’den artmış olan ve “Simsime arzı” olarak ta’bîr edilen bu âlem nerededir?
Dedi ki: “O, asla zevâle ma’rûz kalmayan ilâhî bir latîfe olup, onun üstüne günlerin ve gecelerin geçmesi yoktur. Allah, onu Âdem’den artan hamurdan yarattı ve bu habbeyi o yoğrulmuş hamurun parçasından aldı. Ve o latîfeyi her şey üzerine hâkim kıldı ve onu büyükler ve süt emenler için anne saydı.”
Bu kitapta biz, o Simsime’den tercüme ederek, bu bölümü onun için açtık. O latîfede muhaller câiz olup, hayâller his ile görülecek şekilde zâhirdir.
Dedim ki: “Efendim! Bu acâib mahâlle, bu gayb âlemine girebilmek için yol bulabilir miyim?”
Cevapta dedi ki: “Evet, vehmin kemâle gelerek ve tamâm hâsıl ederek, muhâlin câiz oluşunu içine alacak kadar geniş olsun. Hayâlî ma’nâları his ile müşâhede edebilecek kudreti gösterir ve inceliği bilir ve nokta sırrını okursan, senin için o ma’nâlardan elbiseler dokunur. İşte o elbiseleri giydiğin zaman, Simsime arzının kapısı sana açılır.”
Dedim ki: “Efendim! Ben, meşrû iş ile vasıflandım ve sımsıkı bağlı ahd ipi ile vesîkâyı taşıyıcıyım. Keşf ile vücûd ile bildim ki, rûhlar âlemi, zevk ve müşâhedede his âleminden daha kuvvetli ve daha zâhirdir.”
Böyle söyleyince kulağıma fısıldadıktan sonra eliyle işâret etti. Ben kendimi Simsime arzında buldum.
Şiirin Tercümesi:
“Simsime arzı öyle bir yerdir ki, toprağı en güzel miskten yapılmıştır. Rebi’ ve kıba’yı, yâ’nî haveleyi içine alan hânelerin, anbarların kubbeleri cevahirdendir.
Bu arzın ağaçları, dili olan insan gibi konuşudur. Aynı şekilde, evleri de konuşmaya sâhiptir; evet, hattâ evlerinin eşikleri bile.
O arzın yemeğinde her türlü lezzet vardır. Hattâ, o arzın serâbı bile ha-yât suyudur. O arz cemâl ile doludur. O derecede ki, cemâl o arzda sûret olarak müşâhede edilir. O arzın serâbı, nice susuzları suya kandırmıştır.
Bir kimse yeryüzünde bahsedilen bu arzın her şeyi tertemiz olan devletine nâil olursa, cennetü’l-me’vâdan bir nüshâyı görmüş demektir.
Simsime arzı, ma’nevî işleri idrâk eden ve hesabın inceliklerine tâyin edilmiş olan kimse için kâdir olan Cenâb-ı Hakk’ın kudretinden bir sırdır.
Bu bir sihir değildir. Bu bahsedilen arz su, ateş, hava, topraktan ibâret olup, bu bahsedilen esâsların ihtivâ ettiği kudretin fer’i sihirdir. Bu arz sihir ile kudret açığa çıkaranların hitabına cevâba kâdirdir.
Ma’neviyât âleminde kâhirmen olan kimse, murâdını bahsedilen bu arzda çıkartabilir. Ve o arzın üstündeki perdeyi, bakanların gözlerine açabilir. Bu çıkartma, faal himmet kuvvetiyle meydana gelir.Halk arasında bu bahsedilen himmetin sâhipleri için bu kudret verilmiştir.”
Simsime arzı dediğimiz, ma’nevî arzda insanlar iki kısımdır:
Bir kısmı, kurtuluş bulmakla ve isteğine ulaşmakla kurtuluşa sâhiptir. Onların sermâyesi tamâm olarak zekât vermeye kadirdirler.
Bir kısmı da helâkte olup, saâdeti şekâvete satmışlardır. Ve bu alışverişi pek az karşılık ile yaptığı için, kendisini tuzağa düşürmüş ve perdesi artmıştır.
Simsime arzı, Âdem’in çamurundan artık olduğu için,Âdem’in kızkardeşidir. Belki sırrının kızıdır. Beşer arasında ne kadar nesebler var ise, onun nesebine ulaşıcıdır. Neseblerin hepsi fânî olsa da, bahsimiz olan Simsime arzı letâfeti üzerine devâm edip, kudretle hükmü çok geniştir. Simsim arzı, Âdem denilen ağaçtan ortaya çıkmıştır. Bunun habbeleri başka yerde bulunmaz.
Simsime arzı bir şey taleb ederse, insan ona cevâp verir. İnsan bir şey taleb ederse Simsime arzı ona cevâp verir. Bu söylediğim, hayâl değildir, his de değildir. Yukarıdaki izâhlarımdan başka bir şey de değildir. Doğru olan da budur.”
Ben o acâîb azı gördüm. Garîb olan kokularıyla kendime koku sürdüm. O arzdaki acaîblikleri, garîblikleri, tuhaflıkları, zarîf şeyleri, hâtıra gelmeyecek ve hissedilebilir ve hayâl âleminde görülmeyecek bir şekilde gördüm.
Bu görüş oluşunca, vücûdun gayb âlemine yükselmek istedim. Önce kapıyı çaldığım zaman, bana birinci işâreti yapan ihtiyâra geldim. O ihtiyârı o halde buldum ki, ibâdetin çokluğu ile vücûdu o kadar incelmiş ki, adetâ hayâl olmuş. O derece zayıflamış ki, kendisini farz-ı muhâlden zannettim. Fakat kalbi ve himmeti kuvvetli, satvet ve azimeti şiddetli, oturması ve kalkması serî; güyâ dolunay gibi parlak bir halde kendisine selâm verip, selâmımı alıp karşılık verdikten sonra, “Meşrû şart, sımsıkı bağlı ahd ile geldim. Ricâl-i gayb ya’nî gayb erleri arasına girmek isterim” dedim.
Dedi ki: “Girmenin vakti, vusûlün zamanı gelmiştir.”
Kapının halkasını çaldı. Kapı açıldı ve kapandı. Yeri pek acâîb eni ve boyu çok büyük bir şehre dâhil oldum.
Bu şehrin ahâlisi Cenâb-ı Hakk’â âlim olanların en bilgilisi olup, içlerinde gâfil kimse yoktur. O şehrin arazisi beyaz gizli inci, semâsı yeşil zeberceddir.
Sâkinlerinden Arab olanlar, Arab-ı kirâm ve içlerinden emîr olan Hızır’dır. Eşyâmı onun yanma koydum ve önünde diz çöktüm. Ve kendisine selâm verdim.
Bana, yakın bir şahsın hürmeti gibi hürmet etti ve birdiğeriyle habîb ve arkadaş olan kimselerin arkadaşlığı ve dostluğu gibi iltîfât ederek, “makâma âit kelâmı izâh etmek için bana istediğini söyle” dedi.
Dedim ki: “Efendim! Senin yüksek olan şahsından ve idrâki pek güç olan çok büyük işinden, yâ’nî, halkın senin hakkında şüpheye düştüğü husûslardan bana haber ver.”
Cevâben dedi ki:
“Zâhir Mûsâ’nın öğretmeni, evvel ve âhirin noktası, her şeyi toplamış ferd olan kutub yine benim. Parlayan nûrum, ışık saçan dolunayım, kat’eden sözüm, akıllara hayret veren, beni arayanlara maksûd olan yine benim. İnsân-ı kâmilden ve vuslata eren rûhtan başkası bana vâsıl olamaz ve benim sırrıma dâhil olamaz. Benim kudretim, insân-ı kâmilden başkasının üstündedir. Başkası, ne eser görebilir, ne de haber alabilir.
Belki, onlar için zihinlerindeki inanç ba’zı kulların sûretlerine sûret bağlamak derecesinde olur. Benim ismimle isimlenen, benim yanağımdaki alâmeti kendi yüzüne yazmaya çalışır. Bu türden olanlara câhil, gâfil bakarak “Hızır” denilen budur, zanneder. Oysa o nerede ben nerede ve onun kâsesi nerede benim küpüm nerede?
Yalnız denilebilir ki, o benim denizimden bir damla, benim çok uzun zamanımdan az bir zamandır. Çünkü onun hakikâti, benim inceliklerimden bir incelik ve onun yolu benim yolumdan bir yoldur. İşte bu i’tibârla, o “aldatan yıldız”, yine benim demektir.”
Dedim ki: “Sana ulaşanın alâmeti, senin sahana inenin işareti nedir?”
Dedi ki: “Alâmeti, ilim ve kudrette yalnızlık; hakîkatlere ma’rifetle tahakkuk ilmine dürülmüş olmaktır.”
Sonra ona ricâle’l-gaybın ya’nî gayb erlerinin cinslerinden sordum. Cevâben dedi ki:
“İlk kısım; En üstün sınıf, en mükemmel kavim olup; Bunlar evliyâdan ferdâniyet derecesine varanlardır. Bunlar nebîlerin eserlerine tâbi’ ve rahmânî istivâ yeri denilen gayb âleminde olup, varlık âleminden kaybolmuşlardır. Bunlar ne bilinirler ne de vasıfları söylenebilir. Bununla berâber bunlar, Âdemoğludur.”
“İkinci kısım; Ma’nâlar ehli ve vakitlerden ibâret olan sözlerin rûhlarıdırlar. Velî, ma’nâlar ehlini sûretiyle tasavvur eder ve insanlara bâtın ve zâhire âit bunların haberlerini söyler. Bu türden olanlar rûh iseler de, şahıs gibidirler. Yâ’nî bunların rûhu şahıs, şahsı rûhtur. Çünkü bunlarda şehâdet edilen âlemden sefer ederek, vücûdun gayb fezâsına ulaşmış olanların sûretleriyle sûretlenme kudreti vardır. Bundan dolayı bunların gaybı, şehâdeti; Nefesleri, ibâdeti demektir. Yeryüzünün direkleri bunlardır. Allah için sünnet ve farz ile kâim olan yine bunlardır.”
“Üçüncü kısım; İlhâm meleklerinden ibâret olup, evliyânın arkasından yürürler ve esfiyâya dâir sözler söylerler. Bunlar his ve müşâhede âleminde görünmeyip, normal insanlar tarafından bilinmezler.”
“Dördüncü kısım; Münâcât ya’nî yakarış erleridir. Bunlar, âlemlerinden çıka-rak kendilerine mahsûs mevkîlerde görünüp, o mevkîlerden başka yerlerde bulunmazlar. Bunlar, şehâdet âleminde herkes için görülebilir olurlar. Bunların sancağı altına ba’zen safâ ehli de dâhil olarak, gayba âit haberler verirler, gizli olanları açığa çıkarırlar.”
“Beşinci kısım; Issız çöl erleridir. İ’timâd edilmeyecek sözleri vardır. Bunlar da Âdemoğlu cinsinden olup, hutve-i âlem ehlidir. İnsanlara ba’zen görünürler, ba’zen kaybolurlar. İnsanlar ile konuşmaları ve cevaplaşmaları vardır. Bunların ekserisinin meskeni dağlarda, sahrâlarda, vâdîlerde, ırmak kenarlarındadır. İçlerinden mâlî gücü yerinde olanların şehirlerde mesken edindiği de vardır. Bunların en nefîs makâmı dahi, şevk duymaya değer bir şey olmayıp, i’timâda şa’yân değildirler.”
“Altıncı kısım; Vesveseye değil kalbe âit hatırâlara benzeyen kimseler olup, bunlar tefekkür babasıyla, tasavvur anasından doğmuşlardır. Bunların sözleri, iltifâta şa’yân olmayıp, bu gibilerin hâline şevk duymak da uygun değildir. Bunlar hatâ ve doğru arasında olup, ba’zen keşf ehli, ba’zen perde ehlidir.”
Allah hakkı söyler, doğru yola hidâyet eder. Ve ümmü’l-kitâb O’nun indindedir.