58.Bölüm-Muhammedî Musavvire Hakkındadır

Muhammedî Musavvire Hakkındadır

Muhammedî musavvire hakkında olup, cennetin ve cehennemin yaratılmasına sebep olan nûr ve azâb ve ni’metler kendisinde mevcûd olan esas bundan ibârettir.

Şiirin Tercümesi:

“Muhammedî musavvire, güzellik nûrlarından ibâret olup, bunun parıltılarının ortaya çıkışı kalbtedir. O nûrlar gizlidir. Fakat yeni doğmuş güneş gibi parlaktır. Ârif olan kimsenin indinde Hakk’ın zuhûru o nûrlardadır. Tecellîler, o nûrlarda gizli olmayıp, açığa çıkmanın kemâli ile parlayıcıdır.

Kalbte bir takım kuvvetler vardır ki, o kuvvetlere musavvire denilir. Sırları toplamış olarak ihtivâ eden o kuvvetlerdir. O kuvvetler huld cennetlerinden bir parça meydana gelerek tecellî sahasında yükselmiş saray olarak vücûd bulmuş gibidir. O kuvvetler, tatlı ve ekşi olan meyveleri dallarının üstünde kemâle gelmiş olarak ucundan sarkarlar.

Kâinâtın kendisine itaâtkâr olduğu Sâni-i Kâdir’in o kuvvetlerdeki celîl san’atında ihtivâ ettiği sırları, ârif hâkimden başkası bilemez. O kuvvetler mahlûk olmakla berâber halk edicisinin aynasıdır. Hükümde uzak olsa da ma’nen en yakındır. Hakîr olsa da Allah indinde şânı yücedir.

Bu bir sırdır ki, insanların bütün hepsinde müşterektir. Şu kadar var ki, o kuvvetlerin âcizliği mahlûk olduğundan dolayıdır. O kuvvetler, nefsin esâretine baş eğmiş olduğu gibi, nefiste hayât bulur ve nefiste ölür.

Dış görünüşüne göre çeşitli kederlere ma’rûz kalan insanı, o kuvvetler ferahlandırır. Her akıl sâhibi için, o kuvvetlerin süsüyle gururlanmamak ve onlara hırs ile dalmamak lâzımdır.

Eğer bu kuvvetler, ölümden uzak olarak hayât ile mahlûk olsalardı, sen onları görmeye de kâdir olurdun. O kuvvetler, insanlara hem bitişik hem de insanlardan ayrıdır.

O kuvvetler hakkında benim söylediğim bu sözler, bizim nüktemizin üstüne çekilmiş bir perde demektir. Sen, o perdeyi at! O perdelerde menfaât yoktur. Bu mes’elenin nefste olan özü, sadefteki inci gibidir. Yâhut, kendisinden sihir çeşmeleri akan şiir gibidir. Bu sözlerimin içine konulmuş olan hikmetleri tetkîk et! Zâhir en gizli ise de, yine maksad güneş gibi parlaktır.”

Cenâb-ı Hak, seni ma’rifete muvaffak ederek, yakınlığına nâil olanlardan eylesin! Bilesin ki, Cenâb-ı Hak Muhammedî musavvireyi,

İşte o tecellî ânında Muhammedî musavvire iki parçaya bölündü. Sanki iki yarıma ayrıldı.

Cennetlerin yaratılmasına sebep olan kısım, Hakk’ın Mennân isminin baktığı yerdir. Bu latîf tecellînin sırrı olup, Allah indinde her kerîm ve şerefli olanın mahâllidir.

Cehennemin kendisinden yaratıldığı kısım da, Hakk’ın Kâhir isminin baktığı yer olup, Gâfir isminin tecellîsinin sırrı içindir. Gâfir olan Hak Teâlâ, cehennemi örter ve neticede ateş ehlinin âkıbeti hayırda son bulur. Nitekim haberde de ulaşmıştır ki, Nebî-yi Ekrem, cehennem’den haber verirken, “Kâdir-i Cabbâr, ayağını cehennemin üzerine koyar, cehennem “yeter, yeter!” der. Ateş söner yerinde circir otu biter” buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerifin sırrı odur ki, Allah ateş ehli için azâbı yarattığı zaman, onların azâba tahâmmül etmesine vesîle olacak kadar kuvvet yaratır. Eğer böyle olmasaydı, ateş ehlinin helâk olarak yok olup gitmesi ve yok olmakla azâbtan kurtulmaları gerekirdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Hakk’ın ateş ehli için kendilerinin çekeceği azâbı tahâmmül etmeye sebep olacak kuvveti yaratması zarûrîdir. O kuvvet sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın azâblandırmasını tadarlar ve çıkarlar.

İşte, “küllemâ nadicet culûdühüm beddelnâhüm culûden gayrehâ li yezûkûl azâbe” ya’nî “Ateş ehlinin derileri yanıp piştikçe, azâbı tekrar tatsınlar diye onların derilerini değiştiririz” (Nisâ, 4-56) âyet-i kerîmesi bahsettiğimiz yaratılan bu kuvvetin delîlidir.

Cenâb-ı Hakk’ın ateş ehlinin derilerini değiştirmesiyle kendilerinde kuvvet de yenilenir. Ve ne zaman ateş ehlinde yeni kuvvet gözükse, ateş ehli kendi kendilerine “şöyle şöyle yeni bir azâb geliyor” diye söylenirler. Bunu, azâba tahâmmüle kâbiliyyeti olan kuvvetin kendilerinde yeni çıkışından dolayı hissederler. Allah onlarda yeni kuvvet îcâd ettiği zaman, o kuvvet ile azâba ta- hâmmül ederek, kendilerinde azâb devam eder.

Ateş ehlinin nefislerinde böyle bir açılımın gerçekleşmesi, onlara karşı bir azâb müjdesi gibi olup, ihânet üzerine ihânettir. Nitekim cennet ehli de böyledir. Onlar da ni’metlenmenin gerçekleşmesinden önce gerçekleşeceği müjdesiyle müjdelenirler.

İşte açıklandığı şekilde ateş ehlinden azâbın birinin gidip diğerinin gelmesiyle kendilerinden hâsıl olan kuvvetten önceki kuvvetleri de zâil olmaz. Çünkü o kuvvet ilâhî minnet eli ile hîbe edilmiştir. Cenâb-ı Hak ise hîbesinden geriye dönmez.

Oysa onlara gelen azâb, ilâhî kahır eli ile inmektedir. Cenâb-ı Hak onu kaldırıp yerine başkasını ikâme edebilir. İşte bu şekilde kendilerindeki kuvvetlerin terkîbleri ile ilâhî kuvvete nâil olurlar. Kendilerinde ilâhî kuvvet gözükünce, Kâdir-i Mutlak’ın cehennem üzerine ayağını koyması lütfuna nâil olurlar. Çünkü bir kimsede Hakk’ın sıfatlarının açığa çıkmasından sonra, o kimsenin tekrar şekâvete düşmesi mümkün değildir.

Bilesin ki, Cabbâr’ın bahsedilen bu ayağını koyuşu, kendilerinde ortaya çıkan o ilâhî kuvvet bakış açısındandır. Çünkü o kuvvet, ilâhî olduğu için arada münâsebet vardır. Zâten her şeyde sebeb, münâsebet vuslatıdır.

Bu hikmete dayanmaktadır ki, ateş ehlinde ilâhî kuvvet oluşunca, Kâdir-i Cabbâr derhal ayağını ateş üzerine koyar ve ateş zillet ve boyun eğme gösterir.

Bu “yeter, yeter” ta’bîri, izzetin kahrı altında söylenen zillet hâli sözü olup, bu, “yeter, yeter” sözüyle ta’bîr edilmiştir.

Bil ki, ateş vücûdda aslî değildir. Bunun içindir ki, işin nihâyetinde zâil olmuştur. Bu mes’elenin sırrına gelince, ateş için yaratılmasına sebep olan sıfât öncesinde yokluk bulunandır; mesbûktur. Mesbûk ya’nî geride bırakılmış ise sâbıkın ya’nî öne geçmişin fer’idir.

Cenâb- ı Hakk’ın “Rahmetim gazâbımı geçmiştir” buyurması bunun delilidir. Sâbık olan rahmet asıl, mesbûk olan gazâb fer’dir.

Görmüyor musun? Rahmet, asıl olduğu için varlığın evvelinden âhirine kadar süreklidir. Gazâb, böyle değildir. O varlığın nihayetine kadar sürekli olmaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın mahlûku yokluktan vücûda getirmesi, mahlûka rahmetinden dolayıdır. Burada gazâb, düşünülemez. Çünkü yeni olan mahlûktan günah çıkmamıştır ki, gazâb gereksin.

Dikkat et! Cenâb-ı Hak “rahmetî vesiat külle şey’in” ya’nî “Rahmetim her şeyi kuşattı” (A’râf 171) buyurmuştur. “Gazâbım her şeyi kuşattı” buyurmamıştır. Çünkü Hakk’ın eşyâyı vücûda getirmesi, Hak’tan salt rahmettir. İşte bu inceliğe dayanmaktadır ki, gazâb, rahmet gibi varlığın âhirine kadar sürmez.

Bunun sırrına gelince; rahmet, Cenâb-ı Hak için zâtî sıfattır. Gazâb, zâtî sıfat değildir. Yine bak! Cenâb-ı Hakk’a “Rahmân, Rahîm”, denilir. Gazbân, gazûb denilmez. Çünkü gazâb bir sıfattır ki, onu adâlet gerektirmiştir. Adâlet ise iki iş arasında icrâ edilen hikmet netîcesidir. Şu halde Adl ismi, sıfât ismi; Rahmân ismi zât ismidir.

Dikkat et! Gaffâr sıfatı ki, -Rahmân’ın ni’metlere âit görünme yerlerinin ilkidir- bunun hakkında üç çekim gelmiştir. “Gâfir, Gaffâr, Gafûr”, denilir.

Kâhir ismi ki, -Adâletin gerektirdiği cezâlara âit görünme yerlerinin ilkidir-, bunda iki çekim gelmiştir; “Kâhir ve Kahhâr”; “Kahûr” ise gelmiş değildir.

Bunların hepsinin sırrı, rahmetin gazâbı geçmesidir.

Şunu da bil ki, ateş vücûdda geçici bir iş olduğu için zevâli câizdir. Böyle olmasa zevâli muhâl olurdu. Ateşin zevâli demek, kendisindeki yakıcı kuvvetin zevâli demektir. Ateşten yakıcılık kuvvetinin zevâl bulmasıyla birlikte ona me’mûr olan melekler de zevâl bulurlar. Bu meleklerin zevâl bulmasıyla yerlerine nimetlerin melekleri gelir. Nimetlerin meleklerinin gelişiyle ateş mahâllinde “circir otu” biter. Circir yeşil bir ottur. Cennette de en güzel renk, yeşil renktir. İşte bahsedilen bu izâh yönüyle, cehennem zâil olarak, ni’metlere dönüşür. İbrâhîm (a.s.)’ın ateşe atılma kıssasında bildirilen de tıpkı böyledir.

Cenâb-ı Hak, Hz. İbrâhim (a.s)’ın atıldığı ateşe “Kulnâ yâ nâru kûnî berden ve selâmen alâ ibrahîm” ya’nî “Ey ateş! İbrâhim’e soğuk ve selâmet ol! dedik” dedi. Ateş zâil olarak, yerinde reyhânlar bahçeler oluştu. O ateşin mahâlli şu an dahi olduğu gibi yerindedir, fakat ateş yoktur.

İstersen “cehennemin ateşi gitmemiştir, fakat elîm azâbı râhata dönmüştür” diyebilirsin. Kıyâmet gününde cehennem de böyledir, yâ’nî İbrâhim (a.s.) mes’elesi gibidir.

İstersen “Cabbar’ın ayağını koymasıyla mutlaka ateş zâil olur” de;

İstersen “Ateş, hâli üzerine devâm etmektedir. Fakat o ateş ile azâblananların işinin âkibeti rahâta dönmüştür” de.

Dünyâda cehenneme uygun örnek, riyâzet ve mücâhede ile Hakk’a cezbolan ve bu cezboluşla temizlenen ve saflaşan şahıslardaki nefsânî tabîattır. Nefsânî tabîatın zâil oluşunda;

Ehlullâhın mücâhede ve riyâzetle çektiği zorluklar, ateş ehlinin kıyâmet gü-nündeki azâbı ve korkuları ve halleri mesâbesinde demektir. Âhirette azâbın çeşitliliği, az ve çok olması, yine mücâhede ve riyâzet ve nefse muhâlefet kuvvetine nisbet edilerek örneklendirilebilir.

Riyâzât yapanlarda nefsânî tabîat yerleşmişse, çok çok güçlük çekmedikçe zâîl olmaz. Nefsânî tabîat kendisinde tamâmen yerleşmemiş kimse, böyle değildir. Onun zahmeti, meşakkâti azdır. O tür riyâzet sâhipleri, hafif azâb görerek ateşten çıkan ve cennete dâhil olan kimseler gibidir.

Bana bu ilimleri haber veren Rûh haber verdi ki, mücâhede, riyâzet, nefse muhâlefet zorluklarının devâmıyla zâil olan nefsânî işler; “Sizden hiç bir kimse yoktur ki, cehenneme uğramasın. Rabb’in bunu kendi üzerine vâcib gibi kılmıştır” (Meryem; 19-71) âyetinin kat’î gereği olarak, ehlullâhın âhirete bedel, dünyâdaki nasîbleridir.

Ehlullâh, dünyâda mücâhede ve zorlukları gördükten sonra Allah’tan lütuf ve yardım olarak cehennem ateşi üzerinden geçmezler. Çünkü Cenâb-ı Hak, kuluna iki azâb ile azâb etmez ve iki korkuyla korkutmaz. Cenâb-ı Hakk’ın ehlullâha dünyada verdiği o zorluklar, âhiretteki azâba bedel olarak yapılmıştır. Bizim bu iddiâmıza Nebî-yi Ekrem’den rivâyet edilen hadîs de delâlet eder. Nebî-yi Ekrem, “Sıtma denilen hastalık, her mü’minin cehennemden olan nasîbidir” buyurmuştur.

Bu şekilde sıtma, ateş makâmının yerine geçerse, nefs temizliği için her şid-detliden daha şiddetli olarak çekilen mücâhedeler, riyâzetler, nefse muhâlefetler cehennem ateşine bedel olmaz mı?

Bunun içindir ki, Resûlullah (s.a.v) mücâhedeye “büyük savaş” demiş, kılıç ile gerçekleşen savaşa “küçük savaş” demiştir.

Şurası da gizli bir mes’ele değildir ki, hummâ, savaş meydanında düşman ile çarpışmaktan ve silâhlarla vuruşmaktan daha kolaydır. Bunların hepsi ehlullâhın çektiği mücâhede ve riyâzetlerin yanında küçük olarak gösterilmiştir. Mücâhede ve nefse muhâlefet güçlüğü daha büyüktür.

Cenâb-ı Hak ateşi, yâ’nî cehennemi “Kahhâr” isminden yarattığı zaman onu Celâl ismine görünme yeri kıldı ve o ateş üzerine yedi tecellî etti. Bu tecellîlerin ma’nâları, cehennemin kapıları oldu.

İlk tecellî: Bu tecellîde Cenâb-ı Hak cehennem üzerine “Müntakim” ismiyle tecellî etti. Bu tecellîden üçyüz altmışbin alt derece oluştu, bunlar alt altadır. Bu cehenneme “Lezâ” denilir.

Allah, bu vâdinin kapısını âsilik ve günah zulmetinden yaptı. Bu vâdi, âsilik ehlinin mahâllidir. Fakat bu âsilik, o tür âsiliktir ki, onda mahlûkun hakkı yoktur. Yâ’nî Allah ile kulu arasında olan âsilik demektir.

Yalan söylemek, zîna, livâta, şarap içmek, Allah’ın farz kıldığı emirleri terk etmek, haram kıldığı şeyleri mübâh görmek gibi. Bunları yapanlar, mücrimlerdir.

Bunlar hakkında Kur’ân’da şöyle buyrulmuştur;

“Yubassarûnehüm yeveddül mucrimu lev yeftedî min azâbi yevmi izin bi benîh”; Ve sâhıbetihî ve ahîh; Ve fasîletihilletî tu’vîh; Ve men fîl ardı cemî’an sümme yuncîh; Kellâ, innehâ lezâ; Nezzâaten liş şevâ; Ted’û men edbera ve tevellâ; Ve cemea fe ev’â”

“Mücrimler o günün azâbından kurtulmak için; çocuklarını, eşini, kardeşini, mensûb olduğu âileyi ve yeryüzünde bulunan insanların hepsini fedâ etmeye râzıdır. Fakat bu kat’iyyen olamaz. Çünkü o “Lezâ”dır. Kavurmak için insanın a’zâlarını birbirinden ayırır. (Bu lezâ denilen cehennem, Allah’ın itaâtinden ve zikrullâhtan) arkasını dönüp yüz çevirenleri ve bu sûretle günaha gark olanları kendisine da’vet eder” (Meâric; 70/11-18).

Bu cehennem tabakasının azâbı, çok büyüktür. Bunun yanında, bütün şiddetiyle berâber, diğer tabakalardaki azâblara göre hafiftir.

İkinci tecellî: Bu tecellîde Cenâb-ı Hak cehennem üzerine “Adil” ismiyle tecellî etmiştir. Bu tecellîyle açılan cehennem vâdisine “Cahîm” denilir.

Cahîm’in alt alta olmak üzere yediyüz yirmi bin alt derecesi vardır.

Cenâb-ı Hak, bu cehennem vâdisinin kapısını fısk u fücûr, halk üzerine zulüm ve kibirlenme ve hukûku çiğneme husûsunda kendini haklı görme, bâtılı taleb, azgınlık gibi âsiliklerden yaratmıştır.

Yeryüzünde Allah’ın kullarına karşı azgınlık ederek haksız yere mallarını alan, kanlarını döken, kaba sövmelerle ve gıybet ve benzeri sebeplerle, ırz ve nâmuslarını ayak altına alan kimselerin meskeni bu bahsedilen cahîmdir.

Bu cehennem vâdisi, bundan önceki tecellîdeki cehennem vâdisinin altındadır. Ve bunun tabakâları, önceki cehennemin tabakâlarının zayıfıdır.

Cenâb-ı Hak Kur’ân’da bu mücrimler hakkında “Ve innel fuccâre lefî cahîm” ya’nî “Muhakkak ki fâcirler, elbette cahîmdedir” (İnfitâr; 82-14) buyurmuştur.

“Fâcirler” dediklerimiz, îmânında yalancı, halka karşı zâlim, azgınlığa alışmış, insanların hukûkuna tecâvüz edenler demektir.

Özetle, cahîm haksız yere insanlara zulmedenlerin ve insanların hukûkunu haksız yere çiğneyenlerin meskenidir. Bu tabakadaki azâb, bundan evvelkinden çok daha şiddetlidir.

Üçüncü tecellî: Bu tecellîde Cenâb-ı Hak, cehennem üzerine “Şedîd” ismiyle tecellî etmiştir. Bu tecellîden açılan vâdinin ismi “Usra”dır.

Bunun alt dereceleri, bir milyon dörtyüz kırkbindir.

Cenâb-ı Hak, bu cehennem vâdisinin kapısını cimrilikten, haksızlık sûretiyle malı çoğaltma talebinden, kinden, hasedden, şehvetten, dünyâ sevgisinden ve bunlara benzeyen şeylerden yaratmıştır.

Bu “Usra” denilen cehennem, kendisinde sayılan bu hasletlerden bulunan kimselerin meskenidir. Bu cehennem vâdisi de, bundan evvelkinin altındadır. Bunun azâbı, öbüründen kat kat şiddetlidir.

Dördüncü tecellî: Cenâb-ı Hak, bu tecellîde cehennem üzerine “gazâb” sıfâtıyla tecellî etmiştir. Bu tecellîden açılan cehennem vâdisinin ismi, “Hâvîye”dir.

Hâviye cehennem alt derecelerinin en aşağısıdır ve alt dereceleri, iki milyon sekizyüz seksen bindir. Buraya atılan günahkar iki alt derec arasında dünyâ saâtlerine göre senelerce yuvarlandığı halde, ikinci alt dereceye erişemez.

Bu cehennem vâdisinin kapısı, münâfıklık, iki yüzlülük ve yalan yere iddiâlardan ve bunların benzerlerinden yaratılmıştır.

Bahsedilen bu hasletlerden kendisinde bulunan kimselerin ikâmetgâhı, bu vâdidir. Cenâb-ı Hak, bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: “İnnel munâfikîne fîd derkil esfeli minen nâr” ya’nî “Muhakkak münâfıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar” (Nisâ, 4-45).

Bunun için bu cehennem vâdisine “Hâvîye” denilmiştir. Bu tabakaya mahsûs olan azâb da, bundan evvelki tabakalardan kat be kat fazladır.

Beşinci tecellî: Cenâb-ı Hak, bu tecellîde cehennem üzerine “Muzill” ismiyle tecellî etmiştir. Bu tecellîden açılan cehennem vâdisinin ismi “Sekar”dır.

Alt alta olmak üzere bunun alt dereceleri beş milyon yediyüz altmış bindir.

Cenâb-ı Hak, bu vâdinin kapısını kibirlenmekten yarattı ve o vâdide, haksız yere insanların üstüne çıkmak isteyen firavunları ve cebredicileri Allah zelîl kılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak kıskançtır. Sıfâtlarından bir sıfat ile vasıflandığını ve isimlerinden bir isim ile isimlendiğini haksız yere iddia eden kimseye aksiyle muamele eder. Kıyâmet gününde onun iddiâsının tersiyle kendisine azâb eder.

İşte bu şekilde yeryüzünde kibirlenerek Hakk’ın vasfının elbisesini haksız yere giyenlere, Cenâb-ı Hak “Muzill” ismiyle azâb eder.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da bunlar hakkında şöyle buyurmuştur: “İn hâzâ illâ kavlul beşer; Se uslîhi sekar” ya’nî “Bu (Kur’ân) ancak beşer sözüdür, diyenleri, “Sekar” cehennemine atacağım” (el-Müddesir, 74/25-26)

Altıncı tecellî: Cenâb-ı Hak, cehennem üzerine bu tecellîde “Zü’l-bâtş ya’nî şiddetle tutup kapan” ismiyle tecellî etmiştir. Bu tecellîde açılan cehennem vâdisinin ismi “Saîr”dir.

Bunun alt dereceleri onbir milyon beşyüz yirmi bindir. Bu “Saîr”de, dünyâ ehlinin nüfûsu kadar, alt dereceler arasında mesâfeler vardır. Allah, bu “Saîr”in kapısını şeytandan yaratmıştır.

Şeytânlık, tabîat kıvılcımlarıyla alevlenen ve nefiste oluşan ateşin dumanı ile hâsıl olan değersiz hâsletlerden ibârettir. Bu şeytânlıktan fitne, gazâb, şehvet, hîle, Hakk’ı inkâr ve bunlara benzeyen şeyler hâsıl olur.

Bir kimsede bunlardan bir haslet bulunursa, onun meskeni bahsedilen bu “Saîr”dir ve şeytanların meskeni de bu “Saîr” denilen cehennemdir.

“Ve cealnâhâ rucûmen liş şeyâtîni ve a’tednâ lehüm azâbes saîr” ya’nî “Biz, onları şeytanları recm için kıldık; ve onlar için “Saîr”in azâbını hazırladık” (Mülk; 67/5) âyeti bunun delilidir.

Yedinci tecellî: Cenâb-ı Hak, bu tecellîde cehennem üzerine “Zül- ikâb-ı elîm ya’nî elîm azâblandırma sâhibi” ismiyle tecellî etmiştir.

Bu tecellîden açılan cehennem vâdisinin alt dereceleri, yirmi üç milyon kırk bin’dir. Bu alt dereceler arasında senelerce yol vardır. Nihâyetlenmesi, yâ’nî sonuna varılması pek güçtür. Bu alt dereceler arasında sona ulaşma tasavvuru ancak ilâhî kudretle oluşur. Hikmet tertîbi üzerine buna imkân yoktur; belki kudret hesâbıyla mümkün olabilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, sonsuzu sonlu olarak ibrâz etmeye kâdir olduğu gibi, az bir sonu olan şeyi de sonsuz yapmaya kâdirdir.

Kıyâmet hallerinin hemen hemen hepsi, yâhut ekserisi kudret yolundandır. Çünkü dünya hikmet yurdu, âhiret kudret yurdudur. Bu o derecedir ki, ateş ehlinin hallerinden bir hâli ve cennet ehlinin hallerinden bir hâli, bu hâle ma’rûz olan kimse, ezelden ebede kadar devâm ediyor olarak görebilir. Ve görür ki, o hâlin ne evveli ne âhiri vardır. Gördü ki, o hâl ezel ile ebed arasındaki sonsuz miktâra mutâbık oduğu halde, yine bir ândan ve bir vakittem ibâret olup, sayılabilir değildir. Bu şekilde bir ândan ibâret olan hâllerden bir halden dîğer hallere ilâhî irâde yönüyle geçiş yapabilir.

Bu acâîb bir sırdır ki, aklın bunu kabul etmesine imkân yoktur. Belki akıl, buna takât bile getiremez. Çünkü akıl hikmete, keşif kudrete bağlıdır. Bundan dolayı bu sırrı ancak keşf sâhibi bilir.

Bu bahsedilen cehennemin kapısını Cenâb-ı Hak, küfür ve şirkten yarattı.

Cenâb- ı Hak, Kur’ân’da bunlar için “İnnellezîne keferû min ehlil kitâbi velmuşrikîne fî nâri cehenneme hâlidîne fîhâ, ulâike hüm şerrul beriyeh” ya’nî “Muhakkak ki kitap ehlinden inkâr edenler ve müşrikler, cehennem ateşindedirler ve orada devamlı kalacak olanlardır. İşte onlar, onlar halkın şerli olanlarıdır” (Beyyine, 98-6) buyurmuştur. Bunların azâbı da, azâbın en şerli ve şiddetlisidir.

Cehennem öyle bir şeydir ki, azâbın şeklinin bir sonu yoktur. İşte bu, “Biz, kıyâmet gününde cehenneme “doldun mu?” diye sorarız; cehennem, “daha fazlası yok mu?” der” (Kaf 30) âyetinin ma’nâsıdır. Ma’lûmdur ki, bu husûs sonun olmayışından dolayıdır.

Bilesin ki, cehennem tabakalarından her tabakada bulunan, o tabakanın alt derecelerini tamâmı ile görüp çıkmadıkça, o tabakadan kurtulamaz. Cenâb-ı Hak, ba’zılarına bu girip, çıkmayı kolaylaştırır; ba’zılarına zorlaştırır.

Ateşe dâhil olanlar, girdiği vâdinin tabakalarını kat’ ettikten sonra, Kâdir-i Cabbâr ayağını ateşin üzerine koyar. Beyânı, yukarıda bu hadîsin şerhinde geçtiği gibi olur. Yâ’nî, cehennem söner, yerinde circir otu biter.

Burada latîf bir sır daha vardır ki, o sır icâbıyla Cenâb-ı Hakk’ın ayağını koyması, her insan için ayrı ayrı olduğu gibi, her tabaka için de ayrı ayrıdır. Bununla birlikte, bu sayılanların hepsi, bir müddet ve bir gündür. Fakat kudret, tek bir zamânda ateş ehli için bu çoğalmayı açığa çıkarmıştır. Bu bir husustur ki, akıllar bunda hayrettedir. İdrâki, ilâhî keşfe bağlıdır.

Şurasını da bil ki; Cenâb-ı Hak cehennem kapılarının hepsine “Mâlik” isminde bir meleği bekçi ve hizmetkâr yapmıştır. Mâlik, şiddet görünme yeridir. Çünkü onun aslı, “Şedîdü’l-kuvâ” ismidir.

Cehennem üzerine gerçekleşen ilâhî tecellîlere bakarsan, hepsinde şiddet ma’nâsını bulursun. Bunun içindir ki, Mâlik’in cehennem tabakalarının hepsinde saltanatı vardır. Ve hepsinin bekçisidir.

Azâb melekleri, şiddet hakîkâtinin incelikleridir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da:

“aleyhâ melâiketün gılâzun şidâdün“ ya’nî “Cehennem üzerindeki meleklerin hepsi sert ve şiddetlidirler” (Tahrîm, 66-6) buyurmuştur.

Zâten “Mâlik” ismi, şiddet ma’nâsına olan mülkten türemiştir.

Şurası da bilinsin ki, ateş ehli bir tabakadan diğer bir tabakaya geçiş yapabilirler. Azâbın hafiflemesi için üst tabakadan, daha aşağıdaki tabakaya geçer. Ba’zısı da, azâbı yenilensin diye aşağıdan yukarıya nakledilir. Bunların hepsi, azâbı noksan yapmak veyâ fazla yapmak için Hakk’ın irâdesi ne ise ona tâbi’dir. Bundan başka cehennemde sayılamayacak derecede acâîblik vardır.

Biz, cehennem tabakalarının beyânlarını ve her alt derecedeki çeşitliliğini beyâna girişsek;

Yâhut bunlara vekîl olan meleklerin vasıflarını söylesek ve bunların türlerini detaylandırsak;

Yâhut mü’mîn olduğu halde cürümü olmayarak bunların arasına düşen mü’mînleri beyân etsek;

Ve bu konuda “Vettekû fitneten lâ tusîbennellezîne zalemû minküm hâssaten” (Enfâl; 8/25) “Öyle bir fitneden sakınınız ki, sizden sâdece zulmedenlere değil (hepinize isâbet edebilir)“ âyetinin sırrını izâh etsek;

Yâhut dünyâ hayâtında ilâhî hakîkatlerle tahakkuk mes’elesinde mü’minle- rin bile nâil olamadığı devlete cehennem tabakaları ahâlisinden ilâhî kudret ile nâil olanları anlatmaya başlasak, detaylara ve uzun sözlere muhtaç olmak lâzım gelirdi. Oysa bizim maksâdımız, kısa kesmektir.

Zâhir ehlinin kâfir olduğuna inandığı Eflâtun ile ben buluştum. Bu melekût âlemindeki buluşmada Eflatun’u gayb âlemini, nûr ile sevinç ile doldurmuş gördüm. Kendisinde öyle bir kudret müşâhede ettim ki, öyle bir kudret evliyâ ferdlerinden pek azına verilmiştir.

Dedim ki: “Sen kimsin?”

Dedi ki: “Zamânın kutbu, vâhidi olan bir şahsım.”

Bundan başka daha ne kadar acaîblikler garîblikler gördük. Fakat o sırları açığa vurmak, bizim şartımızdan değildir. Bu konuda sana çok sırlar ile remz ettik. Bu sırları başka bir dil ile söylemek mümkün değildir. Sen bu hitâbtaki dış kabuğu at, akıl sâhiplerinden isen içini al. Çünkü bu kitaptaki yapraklar öyle ilimleri toplamıştır ki, onları anladıktan sonra ateş ehlini bilmek husûsunda başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Bundan dolayı azâbın türlerini ve meleklerin mühim hallerini beyâna gerek yoktur. Çünkü kitaplar bu konuda izâhlar ile doludur. Bundan daha fazla söz söylemeye gerek görmüyoruz.

Cehennem ehlinin, cehennemde kendilerine mahsûs lezzeti vardır. Bu lezzet, savaşmak ve döğüşmek için yaratılan kimselerin indindeki savaşmanın ve döğüşmenin lezzetine benzer. Biz bir çok insanlar gördük, savaşmanın ve döğüşmenin elemli bir şey olduğunu bildikleri halde, yine vurup kırmayı ve savaşı severler. Nefislerinde örtülü olan rubûbiyyet ya’nî rabblık, bu tür insanları savaşa ve vurup kırmaya sevk eder.

Bundan başka, cehennem ehlinin bir lezzeti daha vardır. O lezzet, uyuz hastalığına tutulan kimsenin lezzeti gibidir. Uyuz olan kimse, derisini kaşıdığı zaman, derisinden parçalar kopardığı halde bile, bu kaşıntı ile azâb ve lezzet arasında bir tür lezzet duyar.

Cehennem ehlinin başka bir lezzeti daha vardır. Bu lezzet hatâsını bildiği halde kendi görüşüyle gurûrlanan câhilin lezzetine benzer.

Yaşadıklarımdan buna bir örnek veriyorum.

Yediyüz doksan târihinde Hindistan’da “Kuş” denilen beldede idim. Orada bir adam gördüm. Oranın büyüklerinden üç kimseyi öldürmeye kastederek, ayrı ayrı o üç kimseyi öldürdü. Birisini öldürünce, koşarak öbürüne ve diğerine hücûm ederek onları da öldürdü. Sonuçta üçünü de öldürdü. Bu kâtil şahıs, tutuklanıp da boynu vurulmak için meydana getirilince, yanına giderek,

Kendisini büyük göstererek, ömrü boyunca hâsıl edemediği büyük bir lezzete sâhip olduğunu göstermekte idi. Oysa o dakikada dövülecek, bağlanacak kesilmek veyâ asılmak sûretiyle i’dam edileceğini de bilmekte idi. Böyle olduğu halde, kendi nefsinde çok büyük bir lezzet ile lezzetlenmekte idi.

Cehennem ehlinin başka bir lezzeti daha vardır. Bu lezzet, akıllı geçinen birinin kendi aklıyla câhili hatâlı gördüğü zaman oluşturduğu lezzete benzer. Örneğin bir câhil, emeğinin muvâfâkâtı ve gecesinin ve gündüzünün yardımıyla servete nâil olmuştur. Akıllı geçinen o kişi, bu câhil için hâsıl olan işleri beğenmekle berâber, yine o câhilin hâline râzı olmaz ve câhile saâdet sebebi olan iş ne ise, onu işlemeye tenezzül etmez. Belki kendi nefsinin reîsliğine ve aklının fazlalığına güvenerek, şekâvet deryâlarında boğulup kalmayı tercîh eder. Şekâvet denizinde olduğu halde, aklının ve fikrinin gereklerini tercîh ederek câhilin hâlinden tiksinir, kendi hâliyle lezzetlenir.

Bundan başka cehennem ehlinin muhtelif başka lezzetleri de vardır. Hattâ ben cehennemde şiddetli azâb içinde bulunan bir cemaâtle bir araya geldim. O cemaâte cennet arz edildiği halde, o azâb hâli içinde cennetten nefret ettiklerini gördüm. Başka bir grup ile de bir araya geldim. Onlar diğer cemaâtin aksinedir. Bu kısımdan olanlar, cennet nefeslerinden bir nefes almayı veyâhut cennet sularından bir yudum içmeği temenni ettikleri halde kader, onlara muvâfakat etmez.

İşte Cenâb-ı Hak Kur’ân’da bu temennide bulunanlar hakkında “Ey cennet ehli! Bize biraz su ihsân edin, yâhut Cenâb-ı Hakk’ın sizi nimetlendirdiklerinden bize rızık verin” (Araf 50) âyetini buyurmuştur. Âyette cennet ehli cevâb olarak, “Allah sizin istediğiniz iki şeyi kâfirlere haram kılmıştır” demiştir.

Şunu da bil ki, bâlâda zikrettiklerimizin kâffesi, ehl-i cahîm üzerine mümted değildir. Bâlâda zikrettiklerimiz, ahvâl-i câhîme âit enva’ ve ecnâstan ibârettir.

Özetle: Cehennem ehlinin azâbı, cidden garîb olan bir husûstur.

“Şunlar cehennemliktir, onlara ehemmiyet vermem şunlar da cennetliktir, onlara da ehemmiyet vermem” hadîs-i kudsîsinin sırrı, ateş ehlinin hallerini anlatmaktadır.

Şunu da bil ki, cehennem ehlinden öyle kimseler vardır ki, cennet ehlinin çoğundan fâziletlidir. Cenâb-ı Hak, bu türden olanları şekâvet yurduna kendileri üzerine tecellî etmek için dâhil etmiştir. Bu tür şakîlerden olanlar, Cenâb-ı Hakk’ın bakış mahâllidir. Bu bir garîb sır, acâîb iştir.

Allah, istediğini işler ve neyi murâd ederse onunla hükmeder.

Fasıl:

Bu fasılda Muhammedî musavvirenin halk edilen ikinci kısmı anlatılacaktır.

Muhammedî musavvirenin bu kısmına Cenâb-ı Hak, “Mennân ya’nî Çok Ni’metlendiren” ismiyle bakmış, ve cennet türlerini ondan yaratmıştır. Sonra o cennetler üzerine “Latîf” ismiyle tecellî etmiş ve o cennetleri kendi indinde kerem sâhibi ve şerefli olan her şahsa ikâmetgâh eylemiştir.

Bilesin ki, cennetler sekiz tabakadır. Her tabakada da, çeşitli cennetler, her cennette de sayılması mümkün olmayan dereceler vardır.

Birinci Tabaka:

“Selâm cenneti” ve “karşılık cenneti” diye isimlendirilen cennettir.

Cenâb-ı Hak bu cennetin kapısını sâlih amellerden yaratmıştır. Ve bu cennete girenlere “Hâsib ya’nî Hesap Görücü” ismiyle tecellî etmiştir.

Bundan dolayı bu cennet, sırf mükâfâttır. Resûlullah (s.a.v)Efendimiz’in “Hiç kimse ameliyle cennete giremez”, diye buyurduğu hadîs-i şerîf ile kastedilen cennet, bu cennet değil, “hîbeler cenneti”dir.

Bu mükâfât cennetleri, sâlih ameller karşılığıdır. Cenâb-ı Hak bu cennet ehli hakkında “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ; Ve enne sa’yehu sevfe yurâ; Sümme yuczâhul cezâel evfâ” (Necm, 53/39-41) “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve insan çalışmasının eserlerini mutlaka görecektir ve sonra onun karşılığı eksiksiz verilecektir “ buyurmuştur.

Bu cennete, ancak sâlih ameller ile girilir. Sâlih ameli olmayan kimse bu cennete giremez. Bu cennete “Yüsrâ cenneti” de denilmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da “Fe emmâ men a’tâ vettekâ; Ve saddeka bil hüsnâ; Fe senuyessiruhu lil yusrâ” (Leyl; 92/5-7) ya’nî “Artık kim (Fukaranın hakkı olan zekâtı veya sadakayı) verirse ve sakınırsa ve hüsnâyı tasdîk ederse; o zaman biz ona “Yüsrâ” için kolaylık veririz” âyeti bu cennet hakkındadır.

Buna “Yüsrâ” denilmesinin sebebi, makbûl amellerden az bir şey ile elde edilebileceğinden dolayıdır. Bu “Yüsrâ” denilen cennet, Cenâb-ı Hakk’ın kolaylaştırdıklarına kolaydır.

İkinci Tabaka:

Burası birinci tabakanın üstünde olup, ondan a’lâdır. Buna “Huld cenneti”, “Mekâsib ya’nî kazançlar cenneti” denilir.

Kazançlar cenneti ile karşılıklar cennetinin arasındaki fark şudur ki;

Karşılıklar cenneti amelin miktârına göredir; yâ’nî güzel amellerin tamâmı ile karşılığıdır. Kazançlar cenneti ise, salt kazançtan ibârettir. Çünkü kazançlar cenneti, Cenâb-ı Hakk’a karşı güzel inanışların ve zanların netîceleridir. Bunda beden ile yapılan fiillere bağlanacak karşılıktan, yâ’nî mükâfâttan bir şey yoktur.

Cenâb-ı Hak, bu cennet ahâlisi üzerine “Bedî” ismiyle tecellî etmiştir.

Bunun içindir ki, güzel inanç sâhipleri için ümît etmedikleri şeyler bu cennette ilâhi ibdâ ile ya’nî ilâhî benzersiz bir îcâd ile oluşur.

Bu cennetin kapısı, Cenâb-ı Hakk’a karşı güzel inanışlardan ve zanlardan ve ümîtten mahlûktur. Kendisinde bahsedilen bu hasletlerden bir şey bulunan kimse, bu cennete girer; bulunmayanlar, bu cennete dâhil olamazlar.

Bu cennete “kazançlar cenneti” denilmesinin sebebi şudur ki, bu cennetin zıddı hüsrân cehennemidir. Hüsrân da, Cenâb-ı Hakk’a karşı fenâ ve kötü zanların netîceleridir.

Cenâb-ı Hak, kötü zan sâhipleri hakkında ”Ve zâliküm zannukümüllezî zanentüm bi rabbiküm erdâküm fe asbahtüm minel hâsirîn” ya’nî “Ve işte sizin Rabb’iniz hakkındaki bu zannınız, sizi helâke sürükledi; böylece hüsrâna uğrayanlardan oldunuz” (Fussilet 23) buyurmuştur.

Kısaca kötü zan sâhipleri, hüsrân ateşinde; güzel zan sâhipleri, kazançlar cennetindedir.

Üçüncü Tabaka:

Cennetin üçüncü tabakasına “mevâhib ya’nî hîbe olunanlar cenneti” denilir. Bu tabaka, bundan önceki iki tabakadan daha yüksektir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ın hîbe ettiklerine bir son yoktur. Cenâb-ı Hak isterse, ameli ve inanışı olmayan kimseye, istediği kadar bahşişler ve ni’metler verir. O bahşişler, amelleri ve inanışları çok olan kimselere verilen lütuftan daha fazla olabilir. Ben bu cennette Âdemoğullarının cinslerinden olmak üzere her cinsten ve her milletten insanlar gördüm.

Bu hîbe verilenler cennetinin feyizleri o şekildedir ki, Cenâb-ı Hak, inanç sâhiplerine, sâlih amel sâhiplerine hîbe edilenler türünden ihsânda bulunup da, onlar bu cennete girdikleri vâkitte onların üzerine “Vehhâb” ismiyle tecellî eder.

Bu üçüncü tabaka dediğimiz cennete, hîbe edilenlere nâil olmayan kimse giremez. Burası o cennettir ki, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, bunun hakkında:

Bu hîbeler cenneti, cennetlerin en büyüğü ve en genişidir. Bu cennet “ve rahmetî vesiat külle şey’in” ya’nî “Rahmetim herşeyi kuşatmıştır” (A’râf, 7-156) âyet-i kerîmesinin sırrıdır.

Bu ilâhî hîbeler o derecededir ki, insanî türden hiç bir kimse geriye kalmamak üzere günlerden bir günde bu cennetten nasîbinin olmasını hakîkatler câiz kılmaktadır ve hakîkatlerin bu bahsedilen câiz kılışı, hîbe etmeye âit imkân türündendir.

Bizim keşf ile olan müşâhedemizde bizim bu cennette bulduklarımız dîn ve mezheb anlayışları ehlinden her türe âit ise de, o milletlerin ya’nî dîn anlayışlarındakilerin hepsi veyâhut ekserisi olmayıp, belki her milletten bir sınıfa mahsûstur. Karşılıklar cenneti ise böyle değildir; O, sâlih amel sâhiplerine mahsûstur. Ona yalnız ehli olanlar girer.

Kazançlar cenneti, karşılıklar cennetinden daha geniştir. Çünkü kazanç, karşılığa pek yakındır. Kazancı elde etmeye sebep olacak sermâyeye kesinlikle ihtiyaç vardır. Kazançlar cenneti ahâlisinin sermâyesi, Cenâb-ı Hakk’a karşı olan güzel inançları ve zanlarıdır.

Ammâ konumuz olan bu hîbeler cenneti, cennetlerin hepsinden daha geniştir. Hattâ kendisinin üstünde olan tabakalardaki cennetlerden de geniştir.

Bu cennete Kur’ân-ı Kerîm’de “Emmellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe lehum cennâtul me’vâ nuzulen bi mâ kânû ya’melûn” (Secde 32) ya’nî “Ammâ îmân edip de, sâlih amel işleyenler için Me’vâ cenneti vardır. Ve (bu Me’vâ cenneti), yaptıkları dolayısıyla onlara Cenâb-ı Hakk’ın nuzulüdür” buyurulmuştur.

Burada Cenâb-ı Hak, “nuzul” buyurdu, “cezâ ya’nî karşılık” buyurmadı. Bunun hikmeti, Me’vâ cennetine girenlerin, kazançlar cennetine ve karşılıklar cennetine girenler gibi olmadığına dikkat çekmek içindir.

Me’vâ cenneti, “nuzul”, ya’nî, Hak’tan verişler ve bahşişlerdir. Ve cömertlik hazînelerinden, vücûddan ve hîbelerden ni’metlerdir, sâlih amel işleyen yere âit bir husûs değildir.

Dördüncü Tabaka:

“İstihkak ya’nî Hakediş cenneti, naîm cenneti, fıtrat” denilen cennettir.

Bu cennet, bir takım kavimlere mahsûstur ki, onların yaratılışlarında Cenab-ı Hakk’ın emânet kıldığı hakîkatler, onların bu cennete aslî hakediş ile girmelerini gerektirmiştir. Bu cennete dâhil olanlar Allah’ın kullarından öyleleridir ki, dünyâdan ayrıldıkları zaman rûhları aslî fıtrâtı üzerinde kalmıştır.

Bunlardan ba’zıları, dünyâda da aslî fıtratları üzerine yaşarlar; meczûblar, mecnûnlar, çocuklar gibi.

Bu cennet ehlinin ba’zıları da, sâlih ameller, mücâhede, riyâzet ve Cenâb-ı Hak ile güzel muâmelede bulunarak temizlenenlerden ve saflaşanlardan olup, rûhları beşeriyet çukurundan, aslî fıtratına âit zirvesine yükselir.

Aslî fıtrat, Kur’ân’da, Cenâb-ı Hakk’ın “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm” ya’nî “Andolsun ki biz insanı en güzel sûrette halk ettik” (Tîn, 95/4) âyetinde buyurduğudur.

Beşeriyetin kirliliği de Kur’ân’da “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” ya’nî “Sonra aşağıların aşağısına gönderdik” (Tîn, 95/5) âyetiyle bildirilmiştir.

Temizlenmek sûretiyle yükselenler “İllellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe lehüm ecrun gayru memnûn” ya’nî “Onlar ki îmân eden ve sâlih ameller işle-diler; işte onlar için kesintisiz mükâfat vardır” ayetiyle açıklanmıştır. “Gayru memnûn”, kesintisiz demektir.

İşte bu bahsedilen sınıf, “istihkak ya’nî hakediş cenneti” olarak isimlendirilen cennete girerler. O cennet, bunların hakkıdır. Hîbe, kazanç, sâlih ameller yâhut karşılık yoluyla değildir.

Bu cennete dâhil olanlardan temizlenme sûretiyle aslî fıtrâtına dönenler Kur’ân’da “İnnel ebrâre lefî naîm” ya’nî “Muhakkak ki ebrâr, elbette ni’metler içindedir“ (İnfitâr; 82/13) âyeti tasdîğince “ebrâr” olarak isimlendirilmiştir.

Bu cennete istihkâk ya’nî hakediş cenneti denilmesinin sırrı şudur ki;

Cenâb-ı Hak, bu cennete girenlere “Hak” ismiyle tecellî etmiştir. Bundan dolayı, asâlet ve aslî fıtrat yoluyla bu cennete girmeyi hakedenlerden başkasının girmesi imkânsızdır.

Bu cennete girenlerden ba’zıları dünyadan çıkar çıkmaz, doğru bu cennete dâhil olur. Ba’zıları da ateşle arındırılıp, rûhî pislikleri giderilmiş olarak aslî fıtrata dönmekle, bu cennete girmeye hakediş sûretiyle dâhil olur. Onların bu cennete girişi, ateşle arındırıldıktan sonradır.

Bu cennetin çatısı arştır. Bundan önceki cennetler böyle değildir. Onlardan her birinde üstteki, alttakinin çatısıdır.

Beşinci Tabaka:

“Firdevs” denilen cennettir. Buna “maârif cenneti” de denilir. Bunun zemîni, son derece geniştir. İnsan bu cennette irtifa’ kazandıkça cennet daralır.

Hattâ o derecede ki, bu cennetin üstü iğne deliğinden daha dardır. O dar mahalde ağaçlar, nehirler, saraylar, âhu gözlü hûriler bulunmaz.

Şu kadar var ki, bu cennette bulunanlar alt taraftaki cennetlere bakınca, oralarda ağaçlar, nehirler, saraylar ve âhu gözlü hûriler ve vildân görürler. Fakat maârif cennetinde bunlardan bir şey bulunmaz. Bu cennetin üstündeki cennetlerde de aynı şekilde bu bahsedilen şeyler mevcûd değildir.

Bu cennet arşın kapısı üzerindedir. Bu cennetin çatısı, arş kapısının çatısıdır. Bu cennette bulunanlar, Cenâb-ı Hakk’ı dâimi müşâhededirler.Bunlar şâhidlerdir; yâ’nî, ilâhî cemâlin ve güzelliğin şâhidleridir. Nefslerini “fenâ” kılıcıyla fânî ederek, Allah muhabbetinde ölmüşlerdir. Mahbûblarından başkasını görmezler.

Bu cennete “vesîle” de denilir. Çünkü ilâhî maârif, ârifin ma’rûfa ya’nî ârif olunana kavuşması için vesîledir. Bu cennette bulunanlar, bundan önceki cennetlerde bulunanlardan çok azdır. Çünkü cennette tabakalar yükseldikçe, sâkinlerinin az olması, emr-i vâki’dir.

Altıncı Tabaka:

“Fazîlet cenneti” denilen cennettir. Bu cennete dâhil olanlara “sıddîkûn ya’nî sıddîk olanlar” derler. Bunları Cenâb-ı Hak, ”Fî mak’adi sıdkın inde melîkin muktedir” ya’nî “muktedir Melîk’in indinde sıddîklar makâmında” (Kamer, 54/55) âyet-i kerîmesiyle övmüştür.

Bu cennet, esmâ ya’nî isimler cennetidir. Arşın dereceleri üzerine yayılmıştır. Bu cennete dâhil olanlardan her sınıf, arşın derecelerinden bir derece üzerindedir.

Bu cennette bulunanlar da, maârif cennetinde bulunanlardan daha azdır. Fakat bunların ilâhî ilimdeki mertebesi, daha yüksektir. Bunlar, “ilâhî lezzet sâhipleri”, olarak vasfedilmişlerdir.

Yedinci Tabaka:

“Derece-i refîa ya’nî yüksek derece'” denilen cennettir. Bu cennet,

Bunun zemîni, arşın bâtınıdır. Buna girenlere, “ilâhî hakîkatler ile tahakkuk edenler” denilir. Buna dâhil olanların sayısı, daha önce bahsedilen tabakalara girenlerin sayısından daha azdır. Buna dâhil olanlar, ilâhî hilâfete nâil olan mukarrebîn ya’nî yakınlaşmış olanlardır. Bunlar, ilâhî tahkîkde azîm sâhipleri olan kudret ashâbıdır.

İbrâhîm (a.s.)’ı bu cennetin sağ tarafına dikilmiş olarak, ortasına doğru bakmakta olduğunu gördüm. Nebîlerden ve evliyâdan bir sınıfı da, bu cennetin sol tarafına dikilmişler, bu cennetin ortasına gözlerini dikmiş oldukları halde gördüm.

Resûlullah (s.a.v.)’i de, bu cennetin ortasında, gözlerini arşın çatısına doğru dikerek, Hakk’ın vaad ettiği makâm-ı Mahmûd’u talep eder olarak gördüm.

Sekizinci Tabaka:

Makâm-ı Mahmûd’dur. Buna, “lezzetler cenneti” denilir. Bunun zemîni, arşın çatısıdır. Hiç kimse için bu makâma ulaşmaya yol yoktur.

Şu kadar var ki, sıfatlar cennetinde bulunanlardan her biri, bu makâma ulaş-maya tâlib olup, o makâmın kendisine verildiğinin ve başkasına verilmediğinin zannındadır. Hepsinin de zanları, doğrudur. Lâkin o makâm, Resûlullah (s.a.v.)’e mahsûstur. Çünkü Resûlullah (s.a.v), “Cennette en yüksek makâm olan makâm-ı Mahmûd, cennet ahâlisinden bir kimseye mahsûstur. Ümîd ederim ki, o şahıs benim” ma’nâsında olan bir hadîs-i şerîf buyurmuşlardır. Sonra da Cenâb-ı Hakk’ın o makâmı kendisine vaad ettiğini haber vermiştir.

Bundan dolayı biz nebî-yi zî-şa’n’ın söylediğine imân eder ve tasdîk ederiz. Çünkü söylediği hevâdan değil, mutlaka ilâhî vahiydir.

Fasıl:

Şurası da bilinsin ki, Cenab-ı Hak Muhammedî musavvireden cenneti ve cehennemi ve bunlarda bulunan:

Âdem (a.s), cennette nefsinde her neyi tasavvur ederse, o şeyi hissinde mevcûd bulurdu. Bu kudret hali, cennete giren her kimsede mevcûddur. Âdem (a.s), dünyâ yurduna inince bu hâl kendinde devâm etmedi. Çünkü cennetteki musavvire ya’nî tasvîr etme hayâtı, nefsi ile idi. Dünyâda hayâtı, rûhu iledir. Cennetteki hayâta âit kudret, dünyâ ehli için fenâ bulmuş ve ölmüş demektir.

Cenâb-ı Hak, dünyâ yurdunda bir kimseyi ebedî hayâtıyla dirildir ve kendi zâtına nazar ettiği gibi o kimseye de nazar eder ve isimleri ve sıfatlarıyla o kimseyi tahakkuk ettirmeye inâyet buyurursa, âhiret yurdunda cennet ehli için mevcûd olan kudret, dünyâ yurdunda da bulunabilir. Bu devlete nâil olan kimse, nefsinde her ne tasavvur ederse, hissinde onu mevcûd olarak bulur.

Bizim bu konuda sana işâret ettiğimiz şeyi anla! Çünkü kim olursa olsun, bizim bu konudaki remzimizi hallederse, yüce varlığın saklayıp gizlediği sırlar, o kimse indinde açık olur.

Allah, hakkı söyler ve isbât eder, nefyetmez.