Nefs Hakkındadır
Nefs İblîs ile telbîs ehlinden ona tâbi’ olan şeytanların aslı ve menşeidir.
Şiirin Tercümesi:
“Nefs rabbânî bir sırdır. O da zâttan ibârettir. Nefsin zât ile zâtında lezzetleri vardır. Nefs, rubûbiyyet vasfının nûrundan mahlûktur. Bunun için nefste rubûbiyyet ya’nî rabblık eserleri vardır.
Nefs, her türlü büyüklenme ve kibirlenme ile açığa çıkmıştır. Çünkü bunlar nefsin ahlâkı ve sıfatlarıdır. Nefs, üstünden kendi makâmına gelecek men’ edilmeye râzı olamaz. Çünkü men’ edilmede yavaşca yürüme ve hareketten âcizlik vardır.
Üst derecelerde inmiş olan ne kadar nûr var ise, kendilerinde olan özellikleri unutmuşlardır. Buna sebep kendilerinde iniş ile oluşan aldanmaktır.
Bu anlatıldığı şekilde üst dereceden aşağı düşen nurlar, dâima gaflete düşmüşlerdir. Fakat nefs sükût ile beraber gaflete uğramamıştır. Reîsliğini de unutmamıştır. Bu nefste bir sebâttır.”
Cenâb-ı Hak seni ilâhî rûhuyla nûrlandırsın ve seni hiç bir zaman kendinden yana boş kılmasın!
Bilesin ki; Cenâb-ı Hak, Hz.Muhammed (s.a.v)’i kemâlinden halk ederek onu cemâl ve celâline mazhar kılmış ve Hz.Muhammed (s.a.v)’in her hakîkatini, ilâhî isimlerinin ve sıfatlarının hakîkatlerinden bir hakikatten halk etmiş ve Hz.Muhammed (s.a.v)’in nefsini, ilâhî nefsinden yaratmıştır. Bir şeyin nefsi de, o şeyin zâtından başka bir şey değildir.
Biz bu kitâbın daha önceki bölümlerinde ba’zı Muhammedî hakîkatlerin ilâhî hakîkatlerden mahlûk olduğunu beyân etmiştik. O bahisler; akıl, vehim ve benzerlerine âit bölümlerde geçmiştir. Bunlardan başka olan kısmı da ilerleyen bölümlerde gelecektir.
Cenâb-ı Hak Muhammedî nefsi ilâhî nefsinden halk edince Âdem (a.s.)’ın nefsini de Hz.Muhammed (s.a.v)’in nefsinden bir nüshâ olarak halk etti.
Bu hassas ve latîf mes’eleden dolayıdır ki, Âdem (a.s.)’ın nefsi cennette “habbe” yemekten men’ edilince, men’ edilmeyi kabûl etmeyerek bahsedilen bu habbeyi yedi. Çünkü nefs rubûbiyyet ya’nî rabblık zâtından mahlûktur. Men’ edilme altında kalmak ise, rubûbiyyetin ya’nî rabblığın şânından değildir.
Bu men’ edilmeyi kabûl etme mes’elesi, dünyâ yurdundadır; âhiret yurdunda da sürerek Âdem evlâdı üzerinde devâm etti.
Nefs bir şeyden men’ edildi mi, üstteki sebepten dolayı o şeyi yapmaya düşkünlük gösterir. Men’ edildiği şey isterse saâdete, isterse şekâvete sebep olsun, orasını düşünmez. Çünkü nefs, yaptığı işi saâdet yâhud şekâvet talebi için yapmaz.
Belki aslî rubûbiyyetten zâtında bulunan sırdan dolayı yapar.
Nefs, cennette habbeyi yediği zaman kendisini dikkatsizliğe sevk etmiş oldu. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, “ve lâ takrabâ hâzihiş şecerete fe tekûnâ minez zâlimîn” ya’nî “Bu ağaca yaklaşmayın yoksa zâlimlerden olursunuz” (Bakara, 2/35) buyurarak ilahî men’ etmesiyle gerçekleşen ilâhî haberin kendisini daha sonra şekavete sevk edeceğini bildiği halde yine dikkatsizlikten ayrılamadı.
Bu âyet-i kerîmedeki habbe, tabîata âit karanlıktan başka bir şey değildir. Habbeyi yemek de tabîata âit karanlığın gerektirdiği şeyleri getirmekten başka bir şey değildir.
Bundan dolayı ağaçtan hâsıl olan “habbe,” tabîata âit karanlığı temsîl için kullanılmış bir kelimedir.
Cenâb-ı Hak, işte bu mâ’nâda olan habbeyi yemekten men’ etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, habbeyi yemekten vazgeçilmeyerek ilâhî emre karşı isyân edilirse sonucunun tabîat karanlıkları alt derecelerine inmeyi gerektireceğini bilmiştir.
Tabîat karanlığına meyil ise, şekâvetten başka bir şey değildir. Çünkü men’ edilen ağaçtan, Kur’ân’da “şecere-i mel’ûne ya’nî lânetlenmiş ağaç” (İsrâ, 17-60) olarak bahsedilmiştir.
Kim ona meylederse, onun kovulup uzaklaştırılacağı aşikârdır.
Bunun içindir ki, Âdem’in nefsi habbeyi yiyince, ilâhî, rûhî yakınlık derecesinden cismanî uzaklığa atıldı ve indirildi.
Âyetteki inmenin ma’nâsı, bu bahsedilenden başka bir şey değildir. Yâ’nî kayıtlardan ve sınırlanmalardan münezzeh olan ulvî âlemden esâret altında bulunan süflî tabîat âlemine yüz çevirmek demektir.
Fasıl
Nefs bahsedilen bu habbeyi yemekten men’ edildiği zaman, kendisinin zâtî esâsında men’ edilmek mevcûd olmadığı için bu men’ edilmenin ma’nâsını anlamaktan yana ikileme ve şüpheye düştü.
Şundan dolayı şüpheye düşmüş idi ki:
Zâtındaki ilmi rubûbiyyet ya’nî rabblık saâdeti idi ve;
Habbeyi yemenin de şekâvet sebep olacağı sırrı, ilâhî haberlerin gereğinden idi; işte bunun için habbeyi yemekten yana tereddüt etti.
Ancak tereddüt etmiş ise de, habbeyi yemeye muhabbeti olduğunu ilâhî haberlere meyletmeyerek gösterdi ve kendi nefsindeki ilme itimâd etti ve habbeyi yedi.
Bu ikilem, şüphe ve tereddüt öyle mühîm bir şeydir ki, bütün âlimleri hayrete düşürmüş ve şekâvete uğrayan her şakî bu ikilem yüzünden şekâvete uğramıştır.
Çünkü ilk anda olan bu şekâvete düşen, nefstir.
Çeşitli dîn anlayışlarının akıldan yâhût kendine benzeyen insanlardan aldığı ilme i’timâdı ve bu milletlere gönderilen nebîlerin doğruluğu, kesin delîller ve apaçık dosdoğru ilâhî haberlerle sâbit olduğu hâlde, o gelen haberleri terk etmişlerdir. Ve bu terkten dolayı bir çok milletler ve ümmetler helâka uğramıştır.
Bu mes’elenin sırrı şudur ki; Nefs en başta habbeyi yemekten men’ edildiği zaman bu men’ edilmeyi dilemeyerek helâka düştüğü için ve diğer nefslerde “halakaküm min nefsin vâhidetin” ya’nî “Sizi tek bir nefsten halk etti” (Nisâ, 4/1) âyeti gereğince bu bir olan nefsten mahlûk oldukları için fer’in asla tâbî oluşu türünden olarak helâke uğramışlardır.
Selâmete ve kurtuluşa nâil olanlar, ancak diğer ba’zı birlerden ibârettir.
Bu helâk ve kurtuluşun sırrı “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm; Sümme redednâhu esfele sâfilîn; İllellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti” ya’nî “Biz insanı en güzel bir şekilde halk ettik. Sonra aşağıların aşağısına reddettik. (Ve buradan kurtuluş bulanlar), îmân edenler ve sâlih amel işleyenlerdir” (Tîn, 95/4-5-6) âyetinde bulunmaktadır.
Sâlih ameller işleyenler demek, ilâhî haberlere îmân ederek kendi bildiklerini terk edenler ve âsiliği terk ve itaâtli fiiller husûsunda gelmiş olan emirlere uyanlardır.
Bundan dolayı âsilik, tâbîat karanlığının gereklerinden ve itâat de, rûhî nûrların gereklerinden başka bir şey değildir.
Bilesin ki; nefs ayrıntılı bir şekilde anlatılan bu ikileme ancak yemek kandırmacasıyla düşmüştür. Yoksa haberi verenin ilmiyle bir insanın kendi ilmi birbirine aykırı olunca insanın kendi ilmini haberi verenin ilminin önüne geçirmesi câizdir.
Aslında bu mes’elede Cenâb-ı Hakk’ın haber verdiği, nefsin kendi ilmine aykırı değildir. Çünkü nefs habbe ile temsil edilen tabîat karanlığının gerektireceği sırrı, aslî kâbiliyeti ile bilirdi.
Bu şekilde tâbîat zulmetinin rûh arzını karartacağını ve rûhu şekâvete düşüreceğini ve ilâhî tenzîh ve zâtî takdîse göre kirli bir şekâvet olan şeyleri meydana getirmenin, rubûbiyyet şânından olmadığını da biliyordu.
Cenâb-ı Hakk’ın haber verdiği de, nefsin kendisinde bulunan bu ilmin gayrından başka bir şey değildir. Fakat kuvvetli bir şekilde ortaya çıkan kandırmaca, yemek mes’elesinin hakikâtini kendisine şüpheli gösterdi. Ve bahsedilen bu habbeyi yemekten men’ edilmenin, zâtındaki rubûbiyyeti yitirmesine sebep olacağı zannına kapıldı.
Telbîs ya’nî ikilem hakîkatinden mahlûk olan İblîs’in söylediği de, rubûbiyyet sırrını yitirirsin ma’nâsında idi, “Rabb’iniz sizi ağaçtan men’ etmiyor. Belki melek olmaklığınızdan yâhut cennette dâimi kalmaktan sizi men’ ediyor. Oysa meleklik devam ettikçe men’ edilmezsiniz. Eğer men’ edilmeyi kabûl ederseniz, bu men’ edilmenin altına girmiş olursunuz. Bu habbeyi yemekten men’ edilmeyi kabûl etmediğiniz zaman sizi kimse cennetten çıkaramaz. Çünkü rubûbiyyetin gerektirdiği şeyi işlemiş olursunuz” diyerek (A’râf; 7/20) âyetinin ma’nâsını söyledi.
İblîs bu âyetin mânâsını söyledikten sonra “Ve kâsemehumâ innî lekumâ le minen nâsıhîn” ya’nî “Size yemîn ile söylüyorum, ben size nâsihat edenlerdenim” (A’râf; 7/21) âyetinin söyleniş şekliyle de Âdem ile Havvâ’yı iknâ etmeye çalıştı.
Burada yemînden kasıt, iddiâ ettiği şeyi kesin ve doğru delîl ile izâh etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. İblîs de böyle yaptı.
Bu izâhı anladıktan sonra şunu da bil ki; geçmiş ümmetlerin hepsi ve helâka uğrayanların hepsi, nefsânî kandırmacalar ile helâka uğramışlardır. Çünkü kerem sâhibi nebîler ve büyük resûller Sâni’yi san’atkârça yapılanların delîliyle ve iktidârı san’at delîliyle ve kıyâmeti ilk diriliş delîliyle isbât ederek halka mechûl işleri ma’kûl işler ile beyân buyurmuşlardır.
Öldükten sonra tekrâr insanları dirilteceğine dâir Kur’ân’da “Kul yuhyîhellezî enşeehâ evvele merretin” ya’nî “De ki: Onu ilk defa inşâ eden, onu diriltecektir“ (Yâsîn; 36/79) âyeti ve bunun benzeri âyetler gelmiştir.
Kısaca peygamberler kesin mu’cîzeler ve bütün şüpheleri yıkan işâretler göstererek ve söyleyerek mahlûkun ebediyyen güç getiremeyeceği hârikâların bir çok çeşidini halka göstermişlerdir.
Ölüyü diriltmek, anadan doğma körün gözünü açmak, abraj hastalığına tutulmuş olanın bedenini sâfî kılmak, denizi yarmak ve bunlara benzeyen bir çok hârikâlar göstermek ancak ilâhî kudret ile mümkün olup, o da nebîlere mahsûstur.
Ve işte bu şekilde mu’cîzeler gösteren nebîlere boyun eğmekten kaçınmak isyânını doğuran, nefsânî kandırmacalardan başka bir şey değildir.
O nefsî kandırmaca gereğindendir ki;
Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında araplardan ba’zıları:
Hz. İbrâhim (a.s) hakkında, gönderildiği kavim:
Aynu şekilde Şuayb (a.s)’ın gönderildiği ümmet de:
Kısaca, bunların hepsi Hak’tan men’ eden nefsânî kandırmacadır. Yoksa ilâhî haberler onların indinde gizli olan ilme aykırı değildir.
Cenâb-ı Hak da, Kur’ân’da “fe innehüm lâ yukezzibûneke ve lâkinnez zâlimînebi âyâtillâhi yechadûn” ya’nî “Yâ Muhammed! Bunlar seni yalanlamazlar. Fakat zâlimlerin Allâh’ın âyetleriyle cihâd etmesi âdetleridir” (En’âm; 6/33) buyurmuştur.
Özetin özeti, Habbeyi yemekten men’ edilmedeki mes’elenin sırrı, yemek kandırmacasıyla nefsi ikileme düşürmektir. Bu sır, ikilem sırrıdır. Belki ilâhî emrin gerektirdiği şeyin sırrıdır. Belki ilâhî zâtın işinin sırrıdır.
Fasıl
Bilesin ki; Cenâb-ı Hak, Muhammedî nefsi zâtından halk etmiştir.
Hakk’ın zâtı ise, iki zıddı toplamıştır.
Cenâb-ı Hak, âlîn melekleri de cemâl ve hidâyet nûru sıfatları yönünden Muhammedî nefsten yaratmıştır. Buna dâir izâhât daha önce geçmişti.
Cenâb-ı Hak, İblîs ve tebâsını da celâl ve zulmet ve dalâl sıfâtları itibârı ile yine Muhammedî nefsden halk etmiştir.
İblîs’in eski ismi, “Azâzil” idi. Cenâb-ı Hak, mahlûkları yaratmazdan evvel İblîs, binlerce sene Hakk’a ibâdet etti. Hak ona ibâdeti esnâsında:
Cenâb-ı Hak, Âdem (a.s.)’ı yaratıp da meleklere Âdem’e secde etmekle emredince secde mes’elesi, İblîs’i ikileme düşürdü. Zannetti ki, Âdem’e secde ederse, Allah’dan başkasına ibâdet etmiş olacak. Şurasını bilemedi ki, Allah’ın emriyle secde eden yine Allah’a secde etmiş demektir.
İşte bu ikilem, İblîs’in secdeden kaçınmasına sebep oldu. Kendisinde gerçekleşen bu ikilem inceliğinden dolayıdır ki, İblîs’e “İblîs ya’nî ikilemde kalan” denildi. Bunu anla!
Yoksa İblîs’in ismi yukarıda anlatıldığı şekilde “Azâzil” idi. Künyesi de kudret sâhibi mânâsına olarak “Ebû Mirre” idi.
İblîs, secdeden kaçınınca, Cenâb-ı Hak ona:
“Ey İblîs! Benim iki kudret elimle halk ettiğim Âdem’e secde etmekten seni men’ eden nedir? Kibirlendin mi, yoksa âlîn olan meleklerden misin?” (Sâd; 38/75) buyurdu.
Âlîn melekler “Nûn” ismi verilen ve onun benzeri olan melekler gibi ilâhî nurdan mahlûk olan meleklerdir.
Diğer melekler ise latîf unsurlardan mahlûk olup Âdem’e secde ile emr olunan o kısım meleklerdir.
Cenâb-ı Hak İblîs’e üstteki âyetle sorunca İblîs:
Bu cevaptan anlaşılır ki, İblîs ilâhî huzûrda konuşmanın edeblerine ve sorunun inceliğine ve verilecek cevâbın önemine son derecede vâkıf idi. Çünkü Cenâb-ı Hak İblîs’e Âdem’e secde etmekten kendisini men’ eden sebebten sormadı. O sebebi sormuş olsaydı, soruda ifâde tarzı olarak:
İblîs mes’elenin bu sırrına göre cevâba geçti ve:
Demek istedi ki, beni yaratmış olduğun tabîat zulmetinden ibâret olan ateşsel hakîkat, Âdem’in yaratılışının aslı olan balçıksal hakîkatten daha hayırlıdır. İşte buna dayanmaktadır ki, benim Âdem’e secde etmemekliğim hakîkat işinin gereğidir. Çünkü ateş, hakîkatiyle ulvî olmayı; toprak ise hakîkatiyle süflî olmayı gerektirir.
Dikkat et! Yanmış olan mumu eline alıp da baş aşağı çevirirsen, alevi yukarıya doğru çıkar. Oysa toprak böyle değildir. Bir avuç toprak alıp da havaya atsan, yukarı çıkışından daha sür’atli olarak aşağı iner. Ateş ile toprakdaki hakîkatin gereği budur.
İşte buna dayanmaktadır ki, İblîs “Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten onu topraktan yarattın” dedi ve bu sözünün üzerine daha fazla kelime ilâve etmedi. Çünkü biliyordu ki, Cenâb-ı Hak sırrına vâkıftır.
Yine biliyordu ki, merâmını ifâdede makâm, kısa kesme makâmıdır; uzatma makâmı değildir. Eğer makâm, sözü uzatmaya müsâid olsaydı, yukarıdaki sözlerinin üzerine:
Bunu demedi. Çünkü İblîs, makâmın azarlama mahalli olduğunu idrâk etti. Bu azarlanmadan dolayı edeb gösterdi ve secde emrini idrâk etmede ikileme düştüğünü bildi.
İkileme düştüğünü anlaması şundan dolayıdır ki, Hak ona :
İblîs ise, iltibâstan ya’nî ikilemden türemiştir. Bu seslenişten önce kendisine “İblîs” ismiyle seslenme olmamış idi. Anladı ki, ok yaydan çıkmıştır ve yukarıdaki kısa cevâbı verdikten sonra ne feryâd ve figân etti, ne de pişmanlık gösterdi, ne de tevbe etti, ne de mağfiret talep etti. Çünkü İblîs biliyordu ki, Cenâb-ı Hak, irâdesinden başka bir şey işlemez.
Bu mes’elede Hakk’ın irâdesi hakîkatlerin gerektirdiği şeyden başka bir şey değildir. Hakîkatleri başkalaştırmaya ve değiştirmeye de imkân yoktur.
İblîs bahsedilen bu ikileme düştüğü için Cenâb-ı Hak onu ilâhî yakınlık huzûrundan tabîata âit uzaklık çukuruna kovdu.
“Kâle fahruc minhâ fe inneke recîm” ya’nî “Haydi çık oradan! Artık muhakkak sen recm edilmişlerdensin! dedi“ (Sâd; 38/77).
Bu âyetteki “recîm”, “receme”dendir. “Receme” bir şeyi yukarıdan aşağıya salıvermek demektir.
“Ve inne aleyke la’netî ilâ yevmid dîn” ya’nî “Muhakkak kıyâmet gününe kadar lânetim senin üzerinedir“ (Sâd; 38/78) âyetindeki lânet de, dehşete düşürme ve ürkütmek mânâsınadır. Şâirin:
“Bununla bağırtlak kuşunu korkuttum;
Ve bu yerde kurdun eğlenmesini def’ ettim.
Bu yaptığım racul-i laîn gibidir”
beytindeki racul-i laîn, bostan korkuluğu demektir. Bostan korkuluğu, insan şeklinde tarlalara dikilen bir heykel olup, bunu kuşları ve hayvanları ürkütmek için dikerler ve o vâsıta ile tarladaki ve ağaçlardaki meyveler selâmette kalır.
Cenâb-ı Hakk’ın İblîs’e “Ve inne aleyke la’netî ilâ yevmid dîn” ya’nî “Muhakkak kıyâmet gününe kadar lânetim senin üzerinedir“ (Sâd; 38/78) buyurduğu âyette, ma’nâlar ilmi usûlünce sınırlama vardır.
Yani “la’net yalnız senin üzerinedir; başkasına değildir” demektir.
Çünkü nahiv ilmindeki harf-i cerrler ve harf-i nâsibeler ibârede öne geçerse, sınırlamayı ifâde eder. Ya’nî isnâd yalnız muhataba olur. Örneğin “ala zeydin dirhemun” denilse “Para Zeyd’in üzerinedir” demektir.
Aynı şekilde “İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn” (Fâtiha; 1/5) âyetinde de “iyyâke”nin öne çıkarılması, yine sınırlama içindir; “Yalnız Sana ibâdet ederiz ve yalnız Sen’den yardım talep ederiz; başkasından değil” demektir.
Kısaca, “Ve inne aleyke la’netî ilâ yevmid dîn” ya’nî “Muhakkak kıyâmet gününe kadar lânetim senin üzerinedir“ (Sâd; 38/78) âyetindeki lânet yalnız İblîs’e âittir; başkasına değildir.
Kur’ân’ın çeşitli yerlerinde zâlimlere, fâsıklara ve daha başkalarına karşı gerçekleşen lânet, tâbi’ olma yoluyladır. Yani lânet asâlet yoluyla İblîs üzerine, fer’leri olmaları yoluyla da başkalarının üzerinedir.
“Ve inne aleyke la’netî ilâ yevmid dîn” ya’nî “Muhakkak kıyâmet gününe kadar lânetim senin üzerinedir“ (Sâd; 38/78) âyetinde “ilâ” harf-i cerrinin öne çıkarılması da, yine sınırlama içindir. Ya’nî lânet ancak kıyâmet gününe kadardır.
Bundan dolayı kıyâmet kopunca İblîs üzerine lânet yoktur. Çünkü kıyâmet gününde tabîat karanlığı hükmü kalkar. “Yevmü’d-din ya’nî din gününün” tefsîri bu kitâbın kırkıncı bölümünde geçmiş idi.
Bu izâha göre İblîs’in ilâhî hazretten kovulması, kıyâmet gününün gerçekleşmesinden öncesine âittir. Çünkü lânetin aslî gereği, rûhu ilâhî hakîkatlerle tahakkuk etmekten men’ eden tâbîat mânîleridir. Kıyâmet gününün gerçekleşmesinden sonra tabîat mânîleri kemâlât cümlesinden olur. Bundan dolayı ondan sonra lânet yoktur; belki salt yakınlık vardır.
Bu şekilde tâbîat mânîlerî yok olunca İblîs’in daha önce ilâhî nezdindeki yakınlığı ne ise, yine o hâl geri gelir. Bu geri gelme tâbi’ki cehennemin zevâl bulmasından sonradır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın halk ettiği her şey, neticede aslî hakîkati ne ise ona dönmekle nihâyet bulur. Bu bir kat’î emirdir. Bunu anla!
Söylendiğine göre, İblîs lânete uğradığı zaman sevincinin şiddetinden heyecana ve aşka gelip coştu geldi. Hattâ bu hâli âlemi doldurdu. Kendisine:
“Sen ilâhî hazretten kovuldun. Bu yaptığın nedir?” denilince; cevâben:
“Bu bir hil’âttır ki, sevgili Allah’ım bunu bana mahsûs kıldı. Benden başka ne yakın bir melek, ne nebiyy-i mürsel bu hil’âti giymedi” dedi.
Bu sevinçten sonra Cenâb-ı Hakk’a nidâ ederek: “Kâle rabbi fe enzırnî ilâ yevmi yub’asûn” (Sâd; 38/79) “Yâ Rabb’i! Yeniden dirilme gününe kadar bana mühlet ver” dedi.
Çünkü İblis, şu hakîkate vâkıf idi ki, bu mühlet verme mümkündür. Çünkü aslı ve menşei tabîat karanlığı olan lânetlenmişlik hâlinin vücûdda devamlılığı, yeniden dirilme gününe kadardır. Yeniden dirilme günü gerçekleştiğinde tabîat karanlığı rubûbiyyet nûrlarına dönüşür.
İblis bu şekilde kendisine mühlet verilmesini talep edince, Cenâb-ı Hak ona kuvvetli bir şekilde “Kâle fe inneke minel munzarîn; İlâ yevmil vaktil ma’lûm” ya’nî “Öyleyse muhakkak sen, ma’lûm olan vakte kadar mühlet verilenlerdensin“ (Sâd; 38/80-81) buyurdu.
Ma’lûm vakit, varlık işinin Melik-i Ma’bûd hazretine dönüşü zamânıdır.
İblîs mühlet verilme vaadini alınca:
“Kâle fe bi izzetike le ugviyennehüm ecmaîn” ya’nî “Yâ Rabb’i! Senin izzetine yemîn ediyorum ki, kullarının hepsini azdıracağım“ (Sâd; 38/82) dedi.
Çünkü İblîs biliyordu ki, insanların hepsi tabîatın hükmü altındadır. Tabîattan hâsıl olan zulmânî gerekler, nûrânî hazretlere çıkmaya mâni’dir.
Yalnız İblîs, “İllâ ibâdeke minhümül muhlasîn” ya’nî “Ancak muhlis kulların hâriç” (Sâd; 38/83) dedi. “Muhlasîn” demek “tabîat zulmetlerinden ve mânî olucu kesâfetten ibâdetle hâlis olanlar” demektir.
Bu âyette “muhlas” kelimesi ism-i mef’ûl ya’nî edilgen ortaç kipiyle olursa ma’nâsı: ilâhî hakîkatlere nisbet sûretiyledir ve “Cenâb-ı Hak onları kendisine cezbetmekle kurtuluşa nâil etmiştir” demek olur.
“Muhlas” kelimesi ism-i fâil ya’nî kendisinden fiil çıkanın sıfatı kipiyle olursa, ma’nâ kulluksal hakîkate nisbet edilerek düşünülür ve ma’nâ “mücâhede, riyâzet, nefse muhâlefet ve bunlara benzeyen “ağır temiz amellerle kurtuluşa nâil olanlar” demek olur.
İblîs kurtuluşa nâil olanları istisnâ edince, Cenâb-ı Hak ona:
“Le emleenne cehenneme minke ve mimmen tebiake minhüm ecmaîn” ya’nî “Ben hakkı söylerim, hakkı işlerim; kesinlikle cehennemi seninle ve sana tâbi olanlarla dolduracağım” (Sâd; 38/85) âyetiyle cevap verdi.
İblîs’in Hakk’a karşı cevapları hakîkatlerin gereklerine göre olduğu için Cenâb-ı Hakk’ın İblîs’e karşı gerçekleşen cevâbı da ilâhî hikmet bakış açısından gerçekleşti.
Bunun sebebi şudur ki, İblîs’in insanlara musallat oluşu tabîat karanlığı vâsıtasıyla olup, İblîs de bu tabîat karanlığını bildiği için Allah’ın kullarını azdırmaya yemîn etmiştir. Çünkü tabîat karanlığı, onların aynı ve mâhiyeti olup, cehenneme sevke sebeb olan odur. Belki o cehennemin aynıdır. Çünkü karanlık tabîat bir ateştir ki, Allah onu fesâdçıların kalbinin üzerine musallat kılmıştır. Bundan dolayı İblîs’e yalnız kendisinin aldatabildikleri tâbi’ olur. İblîs kimi aldatırsa, o kimse cehenneme dâhil olmuş demektir.
Sen bu âyetlerde ve bu ibârelerdeki ilâhî hikmete iyi bak. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da nasıl ince ibâre ile ilâhî hikmetini ibrâz etmiştir.
İlâhî murâd, bu sözleri işitenler ve bu sözlerin en güzeline tâbi’ olanlar içindir. Bu beyânları eğer anlayanlardan isen anla! Benim işâret ettiğim şeyi akledene nefsim fedâ olsun. Benim işâret ettiğim şeyi bilene kurban olayım!
Fasıl
İblîs’in hakîkati üzerine lâzım gelen sözleri söyledikten sonra İblîs’in görünme yerleri, çeşitleri, kendisine halkı ayartmak için kullandıkları âletleri hakkında da söz söylemek zarûrî oldu, bundan dolayı şeytânların piyâde ve süvâri olarak her türlü askerleri ve evlâdları ve torunları hakkında da lâzım gelen beyânları vereceğiz.
Piyâde ve süvâri olarak askerleri olduğuna dâir Kur’ân’da “Vestefziz menisteta’te minhüm bi savtike ve eclib aleyhim bi haylike ve recilike ve şârikhüm fîl emvâli vel evlâdi vaidhüm, ve mâ yaidühümüş şeytânu illâ gurûrâ” ya’nî “İnsanlar üzerine piyâde ve süvâri olan askerlerinde yaygara yaparak yürü ve insanlara mallarında ve evlâdlarında ortak olmaya çalış ve insanları aldatmak için (yalan şeyler) vaad et! Şeytan ancak aldatmaca vaad eder” (İsra, 24) âyeti gelmiştir.
Bilinsin ki; İblîs’in vücûdda doksan dokuz görünme yeri vardır. Bu bahsedilen görünme yerleri ilâhî esmâ-ı hüsnânın ya’nî güzel isimlerin sayısına eşittir.
Sonra İblîs’in bahsedilen bu görünme yerlerinde o kadar çeşitleri vardır ki, saymak mümkün değildir. Biz İblîsin doksan dokuz görünme yerinden ibâret olan zûhurlarının şerhine âid detaylara girişsek pek uzun olacağından “doksan dokuz görünme yerinin asılları, yedi görünme yeridir” diyerek yetindik.
Nasıl ki, esmâ-i hüsnânın hepsinin hulâsası da yediden ibâret olan zâtî sıfatlarsa, işte aynı şekilde.
Bu görünme yerlerinin esmâ-i hüsnâya ve görünme yerlerinin esâslarının ve isimlerin yediye uygun düşmesi acâîb bir iş ve garîb bir sırdır. Bunun inceliği İblîs’in ilâhî zâttan vücûd bulan nefisten îcâd edilmesi sırrına âittir. Bu işâreti anla! Bu ibâreden gâfil olma!
Bil ki; bahsedilen bu görünme yerleri aşağıda anlatılacağı gibi yedi görünme yerinden ibârettir.
Birinci Görünme Yeri:
Dünyâ ve dünyânın vücûdunun bînâ edilmesine vesîle olan yıldızlar, gezegenler ve unsurlar ve diğerlerindendir.
Şunu da bil ki; İblis bir şeyde ve bir yerde gözükmekle diğer şeyden gâfil olmaz. Ya’nî açığa çıkmasında bir şeye tahsîs edilmişliği yoktur. Şu kadar var ki, genellikle her sınıf için açığa çıkması, aşağıda işâret edeceğimiz şekildedir.
Yine bunun gibi bir sınıfa bir görünme yeriyle açığa çıktığı zaman o sâdece o görünme yeriyle sınırlı olmayıp belki görünme yerlerinin hepsinde çeşitlilik göstermekte dâimdir.
O görünme yerine karşı kaçmasına vesîle olacak hiç bir yol bırakmamak üzere kapıların hepsini kapayıncaya kadar uğraşır.
Bizim İblîs’e âit görünme yerlerinden her zümrede gerçekleşmesi itibâriyle bahsedeceklerimiz, çoğunluk görünme yerlerine göredir. Bunun dışındakileri terk ediyoruz. Çünkü diğer görünme yerlerindeki ayartması da, bu bahsedeceğimiz şeylerden başka bir şey değildir. Bu açıkladığımız şekilde İblîs’in görünme yerlerini anlatmaya başlıyoruz.
Dünyâda şirk ehli üzerine açığa çıkışı, dünyâya bînâ vesîlesi olan unsurlarda, feleklerde ve rükûnlardadır.
İşte kâfirlere ve müşrîklere bahsedilen bu görünme yerlerinde açığa çıkarak önce onları dünyânın süsleriyle ve dünyevî parıldılar ile ayartarak akıllarını alıncaya kadar, kalplerini kör edinceye kadar uğraşır.
Bu şekilde gaflete düşürdükten sonra yıldızların sırlarına ve unsurların esâslarına ve bunlara benzeyen şeylere işâret ederek vücûdda bunların faâl olduğuna dâir nakiller yapar.
Bu şekilde ayartılanlar, feleklere ibâdete başlarlar. Yıldızların hükümlerinden yana az çok sağlıklı haberler verilmesi, güneşin ısısıyla cisimleri çoğaltması, uzun hesâplar üzerine yağmurun yağması gibi şeyler, o ayartılanlara kandırılma vesîlesi olur. İblîs bu usûlü kâfirler ile müşrîklerde sâbit bir meleke hâline getirince, onları hayvanlar gibi gaflet hâlinde terkeder.
Bu çok büyük gafletten sonra o tür insanların yapacağı şey, yemede ve içmede refâha çalışmaktan ve gayretten başka bir şey değildir.
Kıyâmet gününe ve ona âit hallere inanmazlar. Kıyâmet korkusu aradan çıkınca, o gibi insanların birdîğerini öldürmesi ve birdiğerinin mallarını zorla elden alma ve durmadan devâm eden çapulculuklar olur. Bundan dolayı tabîatların karanlığı denizlerinde boğulurlar. Bunlar için ebedlerin ebedi kurtuluş yoktur.
Feleklere ibâdet edenlere yapacağı işte bu şekilde olduğu gibi, unsurların esâslarına inananlara (maddecilere) de der ki;
Unsurların esâslarına îmân eden maddecileri de bu şekilde ayarttıktan sonra onlara da yapacağı yıldızlar ashâbına yapacağından başka bir şey değildir.
Aynı şekilde ateşe tapanlara da der ki:
İkinci Görünme Yeri:
Tabîatta, nefsânî arzûlarda, hayvânî lezzetlerdedir.
İblîs’in bunlarda gözükmesi müslümanların avâmı için olur.
Önce müslümanların avâmını, arzûlu işlere mahbûs, hayvânî lezzetlere rağbet ettirmek, kısaca karanlık tabîatın gereklerine işâret etmek sûretiyle ayartır ve ayarttıklarıyla kalplerini köreltir.
Devâmında onlara dünyâ ile zuhûr ederek, istedikleri işlerin oluşmasına dünyâdan başka vâsıta olmadığını haber verir. Bu ayartmaya kapılanları dünyâ sevgisine düşürerek, dünyâ talebine aralıksız çalıştırır. Onları bu hale getirince, dalâlet hâlinde bırakır. Çünkü berbât etmek için başka ilâca gerek yoktur.
Bu şekilde aldattıkları kendisinin hâlis tebaası olurlar. İblîs’e hiç bir emrinde isyân etmezler. Çünkü dünyâ sevgisinden ibâret olan cehâlet denilen kuvvetli sebeb o kimselerde tamamıyla karar tutmuş olduğundan, İblîs’in emrine muhâlefet edemezler. Hattâ İblîs onlara küfür ile emretse, küfrü kabûl ederler. İblîs Bu hale getirebildiği kimselerin kalplerine girerek âhiret gibi Cenâb-ı Hakk’ın haber verdiği gayba âit işlerde tereddütler, vesveseler îcâd eder.
Bu şekilde kalplerine İblîs giren kimseler dinsizliğe düşünce İblîs’in maksadı tamam olmuş olur.
Üçüncü Görünme Yeri:
Sâlih amel sâhiplerine karşı olan zuhûrudur. Bunların kalbine kendini beğenmeyi sokmak için işledikleri ibâdetleri güzel gösterir.
Bu şekilde nefislerine ve amellerine kendini beğenmeyi sokmaya muvaffak olduklarını, kendilerinde bulunan fazîletin büyüklüğü ile aldatır. Bunun içindir ki, kendini beğenen kimseler hiç bir âlimden nâsîhat kabûl etmezler.
İblîs kendini beğenenleri bu hâle getirince, onlara der ki;
Kendini beğenme ashâbı İblîs’in ayartması ile kendilerinin ahlâklarının fenâlığından ve insanlara karşı kötü zanda bulunmaktan yana gaflet ederek ıstırâhat ve nefsini büyük görmeye alışınca gıybet yolunu tutarlar ve dâima halkı gıybetle meşgûl olurlar.
Ba’zen de İblîs sâlih amel sâhiplerine günahları birer birer telkîn eder. Ve:
Hattâ sâlih amel sâhiplerini bulundukları sâlihlik halinden günahkârlığa sevk etmeye muvaffak olur. Sâlih amel sâhipleri bu gibi hâllere ma’rûz olunca, kendilerine belâ dâhil olmuştur.
Bu hallerden Allah’a sığınmak gerekir. el-İyâz billâhi Teâlâ!
Dördüncü Görünme Yeri:
Niyetlerde ve amellerin fazîletli oluşunda İblîs’in zuhûrudur. Bu zuhûru, keşf ashâbına karşı yapar. Amellerini bozmak için niyetlerini bozar.
Ve o tür kimseler Allah için ibâdet edip dururken kalbine hîle sokmak için bir şeytân salar. O şeytan:
Örneğin bir kimse hayr ile, ibâdetle veyâ Kur’ân okumakla meşgûl ise ona
“Sen hiç gezmez misin? Gez! Yolda istediğini okursun. Hac ile Kur’ân okumanın mükâfatını bir arada yapmış olursun” şeklinde şevklendirmeye başlar. Bu şevk ile yola çıkarsa bu âbide bu sefer:
“Sen de insanlar gibi ol. Çünkü şimdi misâfirsin. Senin için Kur’ân okumaya lüzûm yoktur” diyerek Kur’ân’ı terk ettirir.
Kur’ân okumayı terkin uğursuzluğu ile ilâhî yazılardaki farzları da bırakmaya başlar. Hattâ ba’zısı Ka’be’ye erişemez. Ba’zı âbidleri de haccın bütün vecîbelerinden rızık tedâriki engeliyle meşgûl kılar.
Bu tür ayartmalarla ba’zısını da cimriliğe, kötü huya, gönül darlanmasına uğratır. Bunlara benzeyen bir çok ayartmaları vardır. İblîs âbidi içinde bulunduğu amelden yana bozamazsa, daha başka türlü amel gösterip kalbine girerek birinci amelini terk ettirmeye uğraşır. Onu terk ettirince, ikinci ameli de terk ettirmeye uğraşır.
Beşinci Görünme Yeri:
Bu zuhûr yeri ilimdir. İblîs bu görünme yerinde âlimlere zâhir olur. İblîs için ilim ile ayartmak en kolay bir mes’eledir. Bu konuda İblîs’in şöyle dediği anlatılır:
Çünkü İblîs, îmânı kuvvetli olan ümmîyi ayartmada şaşırmıştır. Fakat âlim böyle değildir. Âlime sâhip olduğu ilmin hak olduğuna dâir ayartma ile delîl gösterir. Bu şekilde kendi işini kolaylaştırır.
Örneğin âlimi ayartmak için şehvet mahallinde ilim ile gelerek der ki:
Bunu yaptırmaya muvaffak olunca, şâyet karı-koca arasında daha sonra anlamazlık olur da eş mihri, nafakayı, kisveyi talebe kalkarsa, onun için karısını râzı etmek husûsunda yemin etmek câizdir.
Buna da muvaffak olursa, erkeğin yalancı vaadinden dolayı eşi hak iddiasına kalkışarak hâkime müracaat ettiği takdirde bu sefer de:
O kişi de yemîn ederek, bu şekilde zâhiren yakasını kurtarır.
Özetle şeytânın ayartmalarının türleri pek çoktur. Saymakla bitmez. İblîs’in ayartmalarından kurtulmuş olan pek azdır. Kurtulanlar sayılabilecek kadardır.
Altıncı Görünme Yeri:
Âdetlerde ve râhatı istemekte zâhir olur. Bunu sâdık müridlere karşı yapar. Âdet ve râhat talebi bakış açısından onları tabîat karanlığına düşürür.
Himmetlerindeki kuvveti, ibâdete rağbetlerinin şiddetini onlardan söküp alınca, onları tam bir gaflete düşürerek diğer ayarttıklarına yaptığı şeyleri bunlara da yapar.
Sâdık müridler üzerine râhat talep etmekten ve âdetlere meyletmekten daha çok korkulacak mühîm ve büyük bir şey yoktur.
Yedinci Görünme Yeri:
İlâhî ma’rifetler ya’nî bilgilerdir. İblîs, ilâhî bilgilerde sâdıklara ve ârif evliyâların üzerine zâhir olur. Onun ayartamayacakları ise Hakk’ın muhâfaza ettiği kimselerdir. Mukarrabîn ya’nî yakınlamış olanlara gelince, İblîs hiç bir zaman onlara varacak bir yol bulamaz.
Evliyâya ilâhî bilgilerde zuhûrunun birinci mertebesi, ilâhî hakîkatlerde olur. Onlara der ki:
İblîs böyle deyince, evliyâ bunu tasdîk eder. İblîs tasdiki görünce:
Bu ayartmaya ma’rûz kalıp sâlih amelleri terk edenlere bu defa da İblîs,
Zinâ ederler, çalıp çırparlar, şarâp içerler. Bu şekilde dalâlet o kadar ilerler ki, zındıklık ve dînsizlik hâsıl olarak, İslâm ve imân çerçevesinden sıyrılıp çıkarlar.
Onlardan ba’zısı ittihâda; ba’zısı ifrâda, yâni tek bir Âdem olduğuna inanırlar. Dalâletin sevkiyle kendilerinden çıkan hatâlardan dolayı kısâs ile talep edildiği zaman yâhut inkâr ettikleri şeylerden ve fiillerinden yana sorgulandıklarında İblîs,
Ba’zı evliyâya da Hak kisvesiyle seslenir. Örneğin birisine,
Bu bahsettiğimiz izâhların hepsinde yanlıştır diye izâh ettiklerimiz, bu mes’elede zuhûr eden İblîs olduğu takdîrdedir. Yoksa, Cenâb-ı Hakk’ın kulu ile kendi arasında bunlardan çok daha büyük husûsiyetleri ve sırları vardır.
Cenâb-ı Hakk’ın verişleri için ehli indinde inkâr edilemeyecek bir takım alâmetler vardır. Eşyâdaki ikilem, o kimse üzerine olur ki, onun eşyânın hakîkatlerine bilgisinin yokluğu ile berâber usûl hakkında da ilmi yoktur. Yoksa, usûl hakkında bilgisi olan kimsenin indinde bu tür şeyler gizli olmaz.
Seyyîdimiz Abdülkâdir Geylanî hazretlerinin hikâyesini gör ki, kendisine bir sahrâda,
“Ey Abdülkâdir Geylânî! Allah benim. Sana haramları mubâh kıldım. İstediğini işle” diye ses geldiği zaman, Abdülkâdir Geylânî hazretleri,
“Yalan söylüyorsun. Sen şeytânsın” diye cevâp verdi. Abdülkâdir’e soruldu:
“Onun şeytân olduğunu ne ile bildin?” denildi. Geylânî cevâpta:
“Muhakkak ki; Allah, kötülüğü emretmez” (A’râf; 7/28) âyetiyle bildim. Bana o lânetlenmiş “haramları mubâh kıldım” deyince bildim ki, şeytandır. Beni ayartmak istiyor.”
Bununla birlikte bunun benzerleri, Hak ile berâber, Allah’ın kullarıyla Hak arasında ba’zen geçerli olur; Bedr ashâbı ve diğerleri hakkında olduğu gibi.
Bu bir makâmdır ki, ben bunu inkâr etmem. Benim sülûkumun başlarında vaktimin bir kısmında bu gibi haller olmuştur. Ben kendimi o hallerde haklı görüyordum. Seyyîdim, şeyhim, dünyâ üstâdı Şerâfeddîn, Seyyidü’l-evliya’il-muhakkikîn Ebû’l-Ma’rûf eş-Şeyh İsmail ibn İbrahim el-Ceberîtî hazretleriyle birlikte Cenâb-ı Hak beni o hallerden nakletti.
Ben o haller içinde iken Şeyh hazretleri, rahmânî nefhâlarda rabbânî inâyet ile desteklenmiş olarak beni o halden çevirmeye özen gösterdi. Nihâyet Hak, hak gözü ile kuluna baktı. Ve beni yanında olanlardan yapmak himmetinde bulundu. O ne güzel fâzıl bir seyyîddir. O ne güzel kâmil şeyhdir! Aşağıdaki kasidem kendileri hakkında söylediğim çeşitli kasîdelerden bir kasîdedir.
Otuz beş beyitli olan kasîdenin geniş olarak tercümesi:
Âşık vefâkârlık etti. Onun için ma’şûku kendisini ziyâret eyledi. Bu ne büyük müjde, bu ne büyük müjde! Âşıkın da isteği bu idi.
Az bir zaman süren hicrândan sonra ma’şûk meclîse teşrîf etti. Bu ne güzel ferâhtır. Tabîb devâ oldu hastaya.
Ey salınarak yürüyen fidan boylu! Bu letâfette mızrak kâmetine benzeyen boy bükülür mü? Yoksa ey ona tâbi’ olan kimse! Sen onun sırdaşı olan yâri misin?
Ma’şûkun misk gibi kokan yüzündeki “ben”i, ittikâdan hayrette bıraktı beni. Ve o “ben” in güzelliği hâlis aşk şarâbına hidâyet etti beni.
Dudakları üzerine parçaları gelen tükrüğü ağzının ak çiçeği; inci misâli latîf ve tâne tâne dizili ağzının mercanı üzerine.
Gece rengindeki saçlarının siyah nûru, sabahın güzelliğini parlatmaktadır. Gündüzün şu’lelerine benzeyen yanağın batar mı hiç söylesene?
O kirpikler, süngü müdür, yahut ok mudur? Kalbime lütfen isâbet etmez misin, yoksa kalbimin nasîbi, “size fedâ olsun” diyerek muhabbet göstermek midir?
Ey yay olmuş kaşları! Bu durgunluk ne zamânâ kadardır? Farz edin ki, hedef benim. Bu hedefe isâbet etmez misiniz?
Ey gammazlar! Ey ağyâr! Bu gammazlıktan ferâgat edin. Ey rakibler! Bilin, ben ma’şûkumun rakiblerine ölüm saçarım.
Sizin yok olmanız Allah içindir. Sizinle mülâkâtın yok olması temennisindeyim. Olmasaydınız sarılırdı âşık, ma’şûkuna
Ey gammazlar! Ey rakibler! Seher vaktini letâfetle dolduran feyiz rüzgarlarını görmüyor musunuz? Seher vakti esince şaşkın âşıkı diriltiyor.
Ben o kimseyim ki, rakîb korkusu olduğu zaman sarılırım cânânıma. Bundan maksâdım, yaklaşmak isteyen kimse girmesin cânânımla arama.
O sabah ki, ben cânânıma feyizlerin bereketiyle ünsiyyet etmiş idim, o sabahı asla unutamam. O sabahın bahşettiği cesârettendir ki, bineğim korkmaz zulmetlerin derinlerine dalmaya.
Mızraklı, kargılı süvâriler bana karşı silahlarını doğrultmuşlar ise de, “Mirre” civârındaki tehlikelerden gelenler, engel olmaz bana.
O süvârilerin soyu pâk olan binekleri, atmak istemişlerse de beni üstlerinden, ben bindiğim soyu ve cinsi pâk olan hayvanın dizginlerini sıkı tuttum, bu başkalarına engel teşkîl etsede.
Ben, saâdet suyunu içtiğim zaman i’tirâz okları öyle yağıyordu ki, Nisan ayındaki şiddetli yağmurlar ve şimşekler gibiydi gerçekten.
İşte böyle tehlikeli hâller içinde maksûdumun menzîline erişerek, bineğime diz çöktürdüm.
O menzîl öyle bir yer idi ki, oraya gelen garibe “ehlen ve sehlen” demekten başka ses yok idi.
Eriştiğim menzîl bir ev idi ki, saadetin acâib şâyân teganni yeri o ev idi. O evin Anka’sı da yüce tabakasında saadetin hem-hali idi.
O bir evdir ki, keremler, yücelikler o evde mevcûttur. Evin etrafı cömertlik ve ni’metler ile dolu doludur.
Bir evdir ki, (Şeyhim) İsmâil o evdedir. İsmâil, semâdan esma yani daha yüce olup, en yüksek olan zâtın, yani Cenâb-ı Ecel ve A’lânın isimleri onun alâmetleri ve nisbetinin şerefidir.
Yüce sıfatların melîki ve zâtın kâmilidir. Onun güzel kokusu ile kuzey ve güney yönleri güzel kokularla dolmuştur.
İlâhî meliklerin meliki, bu zâttır. Hîbe edilmiş ve alınmış olan ve olmayan bunun sancağı altındadır.
Bu bir arslandır ki, arslanların kanı kındır kılıcına. Bu bir “kerkes” denilen yırtıcı kuştur ki, tırnağı girdi kerkeslerin iliğine.
Padişahların başları üzerinde parlayan tâcın incileri, çıkar dalgalarından bu hîbe denizinin.
Bu zât, kutbu’l-hakîkattır. Şerîatın mihveridir, ziyânın aynıdır. Velâyet feleklerinin hem muhiti, hem de nihâyeti olmayan çevresidir.
Mekânet sâhibidir sıfatları i’tibârıyla. Hür olan kimseler, bunun yanında benzer küçük bir köleye.
Ey yüce zât! Sana Hak yapar ancak mükâfâtı. Sen hem elden alan, hem de hîbe edici olan bir meliksin. Senin kurdun hem kanatır, hem himâye eder.
O yüce zât, istediğine saltanatı ihsân ile azîz eder; istediğini de zelîl kılar. Bu işin bu zât kudretli sâhibidir.
Ey İbrâhim’in oğlu! Ey ihsan ve kerem deryâsı! Ey Ceberti tarîkatına mensub olan zât! Ey Üstâd! Ey mahâret sâhibi olan yüce zât!
Kölen olan Abdulkerim el-Cîlî için bir inâyetin yok mudur? Öyle bir inâyet isterim ki, o inâyetin âşıkı ma’şûkun boyasıyla tam şekilde boyasın.
Sen kerîmsin. Bunda şüphe yoktur. Ben de kerîmin kuluyum. Benim kalbimin sevinci ancak senden umulur.
Senin sesini işitenler, seni dışarıda araştıranlar, bunların hepsi senin nimetlerinin cömertliğinin misâfirleridir. Çünkü senin cömertliğinin yağmur gibi yağması umûmî tarzdadır.
Ey pâk toprakta biten ağaç! Sen eğriliğe meyletmişsin. Şu kadar var ki, menekşelerin güzel kokusu sende yayılmıştır.
Mekke’ye, Mekke’deki ziyâret makâmlarına ve bin aşıkın uykularını terk etmeye sebep olan zâta, yani Hz. Resûlullah (s.a.v)’e yemîn ile söylüyorum ki:
Kalbim sizden başkasına muhabbet etmedi hiç bir zaman. Bütün varlığımla söylüyorum; benim matlûbum ancak sizsiniz!
Şimdiye kadar İblîs hakkında verilen izâhlar yeterlidir zannediyorum. İblîs ve İblîs’in görünme yerlerindeki çeşitliliğine dâir bu izâhlar yeterlidir yoksa İblîs’in yukarıda sayılan yedi görünme yerinden sâdece birindeki çeşitliliğini ayrıntılarıyla izâh etmek gerekse, cildler dolusu eser yazmaya ihtiyaç görülür.
Bir görünme yerindekini misâl için söylüyorum. Aşağı derecelerdeki ayartmasından vazgeçerek en üst tabakada ya’nî ârifler tabakasındaki ayartmasını beyân için derim ki;
İblîs’in üst tabakadaki ayartmasının hepsini alt tabakada yapmaya gücü yeter, aksi yoktur. Ârifler tabakasındaki ayartmasına gelelim;
İblis ba’zı âriflere fesâdlığını ilâhî isim bakış açısından, ba’zen ilâhî vasıflar bakış açısından, ba’zen zât, ba’zen arş, ba’zen kürsî, ba’zen levh-i mahfûz, ba’zen kalem, ba’zen ilâhî a’mâ cihetinden, ba’zen ulûhiyyet bakış açısından yapabilir.
Kısaca, her ilâhî görünme yerinde ve her ulvî vasıfta gözükebilir. İblîs’i evliyâdan ferdiyyet derecesine gelenlerden başkası bilemez. Bu dereceye gelerek İblîs’i bilenler, İblîs’in fesâdlığından yana korunaklıdırlar. Onun ayartması bu tür ârifler hakkında dalâlet değil, hidâyet olur. Ve onunla ilâhî hazrete yakınlık hâsıl olur. İblîs evliyâya musallat olduğu zaman mes’eleyi sonuna kadar vardırır.
Eğer velî ilâhî hakîkatler ile tahakkuk ederse, hâsıl ettiği temkînin içinde televvün ya’nî renklenme olsa da, nihâyete varmıştır. O mertebede İblîs’in hükmü kesilir. Velînin bu mertebeye gelmesi veli hakkında “yevmü’d-dîn ya’nî dîn günü”dür. Çünkü dîn gününün mânâsı, kıyâmet gününden başka bir şey değildir.
Ârif üçüncü derecede fenâya kadar ilerler ve bu şekilde beşerî vücûdu mahv olur da, bekâya nâil olursa, onun küçük kıyâmeti kopmuş demektir. O küçük kıyâmet o velî için dîn günü olmuş olur. Bu mes’eleyi izâhda bu kadarla yetiniyoruz. Çünkü bu sırrı ifşâya yol yoktur.
Bilinsin ki; şeytanlar, lânetlenmiş İblîs’in evladlarıdır. Bunun sebebi şudur ki, İblîs tabîata âit nefsde tam bir kudret olduğundan, gönüldeki şehvet ateşini hayvânî âdet ile nikâhlandırmaya gücü yeter. İşte, şeytanların doğumlarına sebeb bu nikâhtır. Bu mes’ele âdetâ ateşten, alevin; topraktan, bitkinin çıkması gibidir.
Kısaca şeytanlar, İblîs’in nesli ve tebâsıdır. Bunların kalbe hâtıra verişi nefsânî hâtıra veriş şeklinde olur ve ayartmayı bu şekilde yaparlar.
Bundan dolayı şeytanlar da İblîs gibi “vesvâs” ve “hannâs”tır. Gelir, çekilir ve tekrar gelir. İşte İblîs’in Âdemoğluna ortaklığı bu şekildedir. Cenâb-ı Hakk’ın Kurân’da “ve şârikhüm fîl emvâli vel evlâdi“ ya’nî “Mallarında ve evlâdlarında onlara ortak ol” (İsrâ; 24) buyurduğu bu ortaklıktır.
Şeytanın fesâdçılığıyla insanda ateşe dönük tabîat gâlib olursa, o kimse unsûrî rûhlara katılır. Yok eğer bitkisel hayvânî tabîat galip olursa, bu fesâdçılığa uğrayan Âdemoğlu sûretinde olur, ancak Âdem gibi görünmekte ise de, salt şeytandır. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da “şeyâtînel insi vel cinni” ya’nî “insan ve cin şeytanları“ (En’âm 112) buyurduğu budur.
İşte bu Âdemoğlu sûretinde görünen şeytânî tebâlar, İblîs’in süvâri alayıdır. Çünkü bu türden olanlar, unsûrî rûhlara katılmış olan şeytanlardan daha güçlüdürler.
Kısaca şeytanlar dünyâda fitnelerin temelleri olup, bu türden olanlar da onların fer’idir. Buna Kur’ân’da “recileke”den “racul” denilmiştir. Yani şeytanın piyâde askerleri demektir. İşte Kur’ân’da “ve eclib aleyhim bi haylike ve recilike” ya’nî “piyâde ve süvâri olan askerlerinle yaygara yaparak onların üzerine yürü” (İsra 24) âyetinin mânâsı budur.
Şurası da bilinmelidir ki; İblîs’in çeşitli âletleri vardır.
En kuvvetli olan âleti “gaflet”tir. Gaflet kılıç gibi olup İblîs onunla istediği gibi keser.
Daha sonra “şehvet”tir. Şehvet, insan öldürmekte kullanılan ok gibidir.
Sonra “reîslik sevgisi”dir. Bu, İblîs’in kalesi gibidir, oraya sığınır işini sağlama alır.
Sonra “cehâlet”tir. Cehâlet, İblîs’in bineğidir. Ona biner, istediği yere sürer gider.
Şâirlik, atma hikâyeler anlatmak, şarâb, oyun ve eğlence ve bunlara benzeyen şeyler de İblîs’in geri kalan savaş âletleridir.
Bahsedilen bu âletlerden başka da İblîs’in âletleri vardır. Çeşitli zamanlar da onun âletleridir. Gece vakti, töhmet mevzi’leri, çekişme anları ve bunlara benzeyen şeyler de bu âletler türündendir.
Kalbi olan veyâhut hakîkati müşâhedeye vesîle olacak işitmesi olan kimseye, bu izâhlarımız yeterlidir.
Fasıl
Bilinsin ki, sûfî terimlerinde nefs beş kısma ayrılmıştır.
Hayvânî nefs,
Emmâre nefs,
Mülhime nefs,
Levvâme nefs,
Mutmainne nefs.
Bunların hepsi rûhun isimlerindendir. Çünkü nefsin hakîkati rûhdan başka bir şey değildir. Rûhun hakikati de, Hak’dan başka bir şey değildir.
1- Hayvânî nefs: Bedeni idâre yönüyle, rûha bu isim verilir. Felsefecilere göre hayvânî nefs damarlarda akan kandan ibârettir. Bizim görüşümüz bu değildir.
2- Emmâre nefs: Hayvânî lezzetlere, şehvete dayalı tabîata dönük gereklere düşkünlük itibârı ile yine rûhun ismi olup, bu emmâre nefsde ilâhî emir ve yasaklara aldırış etmek yoktur.
3- Mülhime nefs: Bu da rûhun ismidir. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın nefse hayra dönük işleri ilhâm etmesi itibârı ile bu isim verilir. Nefsin hayra âit fiilleri, ilâhî ilhâm iledir.
Şerre âit fiilleri de, tabîatı gereği iledir. Tabîî gerek, nefse nisbetle işi yaptırma fiili gibidir. Güyâ, o tabiî gerekleri işlemek için nefse emretmekte olan haller demektir. Bunun içindir ki, nefse şerri emretmesi itibârı ile “emmâre”, ilâhi ilhâm ile emretmesi itibârı ile “mülhime” denilmiştir.
4- Levvâme nefs: Levvâme, levm ya’nî kınama ve ayıplama demektir. Nefs bu mertebede şerlerden vazgeçerek “o helâk edici şeylere niçin daldım”, diye kendisini kınar ve ayıplar. Bunun için “levvâme” denilmiştir.
5- Mutmainne nefs: Mutmainne nefs denilmesi, nefsin Hakk’a karşı sükûn bulması ve mutmain olması itibârı iledir. Bu mutmainlik, zemmedilmiş fiillerin ve zemmedilmiş hâtıraların kesilmesiyle tahakkuk eder.
Zemmedilmiş hâtıralar, henüz kesilmemişse “mutmainne” denilmez; o ancak yine levvâmedir. Zemmedilmiş hâtıralar tam olarak kesilince, nefse, “mutmainne nefs” denilir.
Mutmainne nefsde tayy-i mekân, gayb ilmi ve benzeri gibi rûha dönük eserler cesed üzerinde gözükünce, nefsin rûhdan başka ismi olmaz.
Bu yükselişe nâil olduktan sonra zemmedilmiş hâtıralar kesildiği gibi, övülmüş hâtıralar da kesilip ilâhî vasıflar ile vasıflanma, zâtî hakîkatler ile tahakkuk hâsıl olursa o zaman ârifin ismi ma’rûfun ya’nî kendisine ârif olunanın ismi olur; ârifin sıfatı ma’rûfun sıfatı olur; ârifin zâtı ma’rûfun zâtı olur.
Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.