İnsân-ı Kâmil Hakkındadır
İnsân-ı kâmil Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’den ibârettir. İnsân-ı kâmil, Hakk’a ve halka mukâbildir.
Bilesin ki, bu bölüm bu kitâpta mevcût olan bölümlerin hepsinin özetidir. Belki kitâbın başından sonuna kadar, ne kadar izâhlar varsa, bunların hepsi bu bölümün şerhidir. Bu hitâbı anla!
Şimdi bilesin ki;
İnsânî türün ferdlerinden her ferd, bütün kemâliyle diğer insânî ferdlerin nüshâsıdır. Birisinde bulunan şeyin, diğerinde de bulunmak zarûrîdir. Elinin ayağının kesilmesi ve benzeri gibi veyâ anne rahminde bir ârızadan dolayı a’mâ olmak ve benzeri gibi ârızalar bulunmadıkça, bahsedilen kurala aykırı insan bulunmaz. Bu açıklandığı şekilde ârıza bulunmadığı takdirde, insân ferdlerinden iki insânî ferd birdiğerine karşılık birer aynadır. Birinci aynada bulunan, ötekinde de bulunur. Şu kadar var eşyâ, ba’zı insanlarda bi’l-kuvve ya’nî potansiyel, ba’zılarında bi’l- fiil mevcûttur.
Eşyâ kendilerinde bi’l-fiil bulunan zâtlar, nebîlerden ve evliyâdan kâmil olanlardır. Bunlardaki kemâlde de yine aralarında farklılık vardır. Ba’zıları kâmil, ba’zıları daha kâmildir.
Vücûd âleminde Resûlullah (s.a.v) Efendimiz kadar kemâliyle taayyün eden başka hiç bir kimse açığa çıkmamıştır. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kemâlâttaki ferdliğine ahlâkı, halleri, fiilleri, sözleri şâhid ve delîldir.
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, insân-ı kâmildir. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’den başka kâmil olan nebîler ve evliyâ, kâmilin daha kâmile ve üstünün daha üstün olana katılması gibi, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e katılmıştır. Ben yazdığım eserlerde insân-ı kâmil sözünü söylediğim zaman, kastım Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’dir. Onun yüce makâmına, en kâmil göz kamaştıran mahalline öyle riâyet etmek farz olunduğundan, kastımın bu olacağından yana şüphe yoktur.
Bununla birlikte, benim “insân” kelimesi ile yaptığım isimlendirmelerde de mutlak “insân-ı kâmil” makâmına işâretim ve tenbîhlerim de vardır. O tenbîhe âit ibârelerin de Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’den başkasına nisbet edilmesi câiz değildir. Çünkü ittifâk ile insân-ı kâmil, odur. Mahlûklar ve mahlûkların Hâlık’ı indinde Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e mahsûs olan fâzilet bir kâmilde mevcût değildir, “ed- Dürretü’l-vâhide fi’l-lüccet-i’s-sâide ya’ni Saadet Ummânında Eşsiz İnci” ismini verdiğim aşağıdaki kasîdeyi ben Resûlullah (s.a.v) Efendimiz hakkında söyledim.
Kasîdenin Tercümesi:
Bir kalp ki, içinde bulunan vecd ateşi tamamıyla rûha itaat etmiştir ve o kalbin sırrı ve konuşmanın sırrı olan dili, o kalbi kınayanlara isyân etmiştir.
İşte o kalb, Medine’de “Akik” denilen mahalli ve o mahaldeki ahbâbı kaybettiğinden dolayı gözlerinden döktüğü yaşları “akîk” olmuştur.
O kalb, aşk ve hasretle uykusuzluğa ülfet etti ve Medine’yi unutamadı. Kirpiklerinin üstünde tuttuğu yaşlarla Sühâ yıldızına nazîre teşkîl etti.
O kalb, sevdiklerine uzak düştüğünden dolayı ağlamaktadır. Sen o kalpten Medine’de “Seli” denilen dağının hallerini sor. O dağdan akan sular, nice susuzları sulamıştır.
O kalbin iniltisi, gök gürlemesi; ağlama ve inlemenin ateşe benzer zuhûru, şimşek gibidir. Medine’deki “Münhani” tepesi üzerindeki bulutlar da, gözlerinin kapaklarıdır.
Göz yaşıyla oluşan ummân, incilerini dışarı atarak o incileri sonlandırmış ise de, nihâyette o ummânın mercânları ortaya çıkmıştır. Yâni göz yaşı bitmiş ve yerine kan akmaya başlamıştır.
Benim bu hasret ateşimin arasından bir kuş çıkar da, sık ormanın üstünde ötme davasına kalkışırsa, benim kalbimin güvercini o sadâya, o hafakana, o heyecâna inilti ile cevâp verir.
Hele kervan geçmesi ve o kervanın sadâsı mutlaka kalbimin gamını arttırır. Kervanın ormana doğru eteklerini sürüyerek giden güzeller gibi süvârileriyle dalışı, o hüznümü dahada şiddetlendirir.
Ey gece yürüyüşünü kasteden ve beyazları kumrallığa meyilli deve kervânının reîsi bulunan zât! Sizi sevk-i bâis olan, benim kederlerimin nağmeleridir. Yâni kervanın “hâdî”si, benim kederimdir. İşte bu kederlerimin aşkı için, bir dakika dur da beni dinle!
Kesilmeksizin akan göz yaşlarımın rivâyet ve size haber ettiği hallerimi beyân eden sözleri Medine’ye eriştir.
Benim za’f hâlimi göz yaşlarımın yoğun akışına âit doğru bir şekilde gördüğünüz halleri, göz bebeklerimden dökülen bu yaşları, bedenimin za’f hallerini ve a’zâlarımın gösterdiği ateşleri, rûhumun hallerini, kederini, elem vermekte olan kalbe âit hâtıralarımı, kalbimin ihtiva ettiği aşkımı, muhabbete dâir Medine’deki ihvân ile geçen kadîm ahdimi, “benim rûhum” demek olan Medîne sâkinlerine karşı iştiyâkımı Medîne’ye ulaştır.
Ey selâmette olan kervan reîsi! Medine’deki ahbâba sor! Bu miskine, bu fakîre âit olan lütûfları, hâlâ yerinde midir? Sultanların yanında bu lütuflar el’ân bâkî midir?
Ey kervan reîsi! Hicrân ateşi içinde zamanları ziyân olup giden bu miskîne, rahmet ederek Medine’deki Arab-ı kirâmın lütuflarından yardım dile.
Şâyet bu sâkinler, sana izzet ve ulviyyet gösterirlerse ürkme. O izzet, o ulviyyet, o diyâr sâkinlerine birer vatanî emânettir.
Ey kervan reisi! Sakın muhabbete dâir olan sözlerimi unutma! Aşk ve muhabbete dâir olan kıssaların Kur’ân’ı gönlümden gitmemiş olup, kalbimde dâima parlamaktadır.
Onlar, beni vaktiyle kavuşmadan yana ümîdsiz bırakmamışlar ve benimle kardeşmişler gibi yakınlık göstermişlerdi.
Ben, o kadîm muhabbete âit olan ahdi, şu an dahi muhâfaza etmekteyim. Ne olurdu bilseydim? Acaba onlar bu ahidden caydılar mı?
Mahbûbun şânı, ahdi unutmak ise de; ben oradaki sevdiklerimi ahde hiyânetten tenzîh ederim.
Cenâb-ı Hak, oradaki dostlarımı uzun ömürle yaşatsın ve Medine’ye feyiz yağmurlarını yağdıran celîl olan zâtın, âb-ı hayât feyzinden istifâde etsinler.
O feyizli toprağı, Hakk’ın ebedî yaşatacağından emînim. İşte o hayâttır ki, okumu ağaçlarının yaprakları sallanan şen bahçelere gönderir.
Hz. Ahmed’in Nisan yağmuru gibi feyizler yağdırdığı bir yerde, senelerin kıtlığa ma’rûz kalması mümkün müdür? Hz. Ahmed, o yerin Nisan’ı olduğu halde, o yerde ikâmet edenlere kıtlığı düşünmek ehemmiyet verir mi? Ona ehemmiyet verirlerse bu çok acâib olur.
Yâhut öyle bir yer ki, sürekli gelen dalgalarının dâimi heyecânıyla inciler saçan bir deniz mevcûttur. O yerin sâkinlerinin, susuz kalmasmı düşünür mü?
“Feyizlerin Nisan’ı” dediğim Hz. Ahmed, kemâl kutbu üzerinde ışıklar saçan kemâlât güneşidir. Ulvî felekler üzerinde seyreden tam bir dolunay meâlîdir.
O celîl zât azâmetin meâlidir ki, zirve noktasında izzet merkezidir. Ulviyyet felekleri, onun etrâfında döner.
O bir yükseklikler pâdişâhıdır ki, yüce hazretin üstünde arş-ı mekîn üzerinde mekâneti sâbit ve dâimdir.
Kâinât bütün herşeyiyle tahkîk ve tetkîk edilirse, bütün mevcûdların Hz. Muhammed’e âit olan fâzilet küplerinden dökülen suyun kabarcıklarından başka bir şey olmadığı anlaşılır.
Mevcûdların tamâmı ondadır ve ondandır ve onun yanındadır. Asırlar fenâya uğrar, onun zamanları zevâle uğramaz.
“Elâ lehu’l-halk ve’l-emr” (7/54) âyetinin işâreti yönüyle halk, onun ulviyyet semâsı altında hardal tanesi gibidir. “Emr”i de, onun lisânından zuhûr ile halkı isteği şekilde çevirir.
Kâinât bütün fer’leriyle, onun parmağına geçirilmiş bir yüzük gibidir. Evet! Varlıklar onun varlıklarıdır. Belki, onun varlıkları bu vasıflandırmanın daha üstündedir.
Mülk, melekût onun dalgaları arasında damlalar gibidir. Belki onun mekânı bu vasıflandırmanın daha üstündedir.
Semâvâtın üstünden melekler, onun emrine itaât eder. Levh-i mahfûz ise, onun parmaklarının hükmettiği şeyi infâz eder.
Kaç defa, dili olmayan hurma ağacını çağırdı. O ağaç da köklerinden sökülerek ve huzûruna gelerek itaât etti. Tıpkı bunun gibi, nice ceylanlar nübüvvet huzûruna ta’zîme geldi.
Parmağıyla dolunayı ikiye ayırması sana kâfidir. Oysa, ayın parçalarının birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir şeydir.
Kâinât, onun kudretine şehâdet etmiştir. Ve şahidin kâinât olması, hayırlı bir beyyinedir ve parlak bir delildir.
Tahkîkin noktası, yâni merkezi, muhiti odur. Şerîatın da aynı şekilde, merkezi ve muhiti yine odur.
O, ulûhiyyet deryâsının incisi, aynıyla o incilerin muazzam denizidir. Kulluk arzının kılıcı ve o arzın nasrolunmuşu yine odur.
O ulûhiyetin “Hâ”sıdır, “Vâv”ı, “Yâ”sı odur. O, vücûd aynının “ayn”ının aynı, belki göz bebeği.
O, yâni Hz. Muhammed, ulûhiyyetin “Kâf”ı, “Nûn”u, “Tâ”sı, “nâr”ı, “nûr”u ve nûrun zıddı.
İslâm sancağı Hz. Muhammed’le ve onun medh ve senâsıyla inci gerdanlık gibi asılmıştır. Dehr, onun dehri ve zaman onun zamanıdır.
Hz. Muhammed için Hakk’a hidâyete vâsıta vardır. O, insan için rahmet vesîlesinin aynıdır. İnsana rahmânî tecellî, onun vâsıtasıyla tecellî eder.
Makâm onundur; o makâm, şânı bilinmeyen makâm-ı nahmûddur. Allah onun şânını yüce eylesin.
Mikâil, onun feyizler denizinin dalgalarından bir tas dolusu su demektir. Rûh-ı emin de, rûh-ı emân da böyledir.
Başka melekler de onun suyundandır. Güyâ o melekler, rüzgârın şiddetiyle teşekkül eden kar gibidir.
Arş, Kürsî, Sidre-i müntehâ onun tecellîgâhı, kemâlât mahalli, feyizler mekânıdır.
Gece vakti sefer eden kervanın yolları sür’atle alışı gibi, dürdüğü gibi, yüce semâvâta mi’racında tayy-i mekân etmiştir.
O hazret, geçmişten ve gelecekten haber vererek esrâr perdelerini açmış ve delîllerini pek parlak göstermiştir.
Nübüvvetteki kudret elleri, Rûm kayserinin mülklerini parçalamıştır. Kisrâ’nın sarayı onun nübüvvetiyle yıkılmıştır.
Onun için öyle bir yüce huy vardır ki, o huyun nûru her yeri aydınlatmış ve o nûru zikrederek âkil olanlar değil, hayrân olanlar bile hidâyet hediye etmeye muktedir olmuşlardır.
Tezkiyede, kalpleri tasvîyede, ma’nevî temizlikte o kadar yükselmiştir ki, müşâhedesi imkân altında olmayan yüce derecelere erişmiştir.
Sırları âşikâr olarak haber vermiş, bununla beraber halk için ilân ettiği sırları ifşâ etmemiştir.
Hâdîs-i şerîfesi, altına saçılarak dizilmiş inci gerdanlıkları gibi olup bir kısmı, örtülü; bir kısmı, açıktır.
Hâinlerin bozmasına, inkârına mahâl bırakmayarak emâneti hakkıyla teblîğ etmiştir.
Allah’a yemîn ederim; Hz. Muhammmed’deki kemâlin nihâyeti yoktur. Onun çok büyük ve yüce medhini bize Kur’ân-ı azimü’ş-şân getirmiştir.
Hz. Ahmed için bir son ve nihâyet olmaktan yana o hazreti tenzîh ederim. Çünkü akılların en son mertebeleri o hazretin kemâlinin başlangıcıdır.
Letâfeti meşhûr olan Sorgun ağacı üstünde yâni ale’l-ıtlâk insân ağacı üstündeki terennümler ve teganniler devâm ettikçe Cenâb-ı Hak;
Hz. Muhammed’e, âline, ashâbına, yüce sülâlesine ve ulviyyetinde kendilerini ihvânından saydığı kutublara salât ve selâm etsin.
Cenâb-ı Hak seni korusun. Bilesin ki;
İnsân-ı kâmil demek, evvelinden âhirine kadar vücûd feleklerinin ve vücûda âit mertebelerin kendi üstünde döndüğü “kutb” demektir.
Bu ma’nâya göre insân-ı kâmil, vücûdun evveli olmayan zamanından ebedlerin ebedine kadar uzayıp gitmek üzere vâhid ya’nî bir şeydir.
Şunu da bil ki; İnsân-ı kâmil için çeşitli elbiseler vardır. Bu çeşitli elbiselerde açığa çıkar. Açığa çıktığı bir elbise i’tibârı ile kendisine verilen isim, diğer açığa çıktığı elbise i’tibârı ile kendisine verilmez. O elbise i’tibârı ile, ayrıca ismi vardır.
İnsân-ı kâmilin aslî ismi, Muhammed’dir;
Künyesi, Ebu’l-Kâsım’dır;
Vasfı, Abdullah’dır;
Lakâbı, Şemse’d-dîn’dir.
Başka açığa çıktığı elbiseler itibârı ile de başka isimleri vardır. Her zamanda o zamanın elbisesine göre kendisine isim verilir.
Ben onunla bir araya geldim. Şerefüddîn İsmâil el-Ceberîtî sûretinde idi.
(Ben bilmiyordum ki, o gördüğüm nebiy-yi zî-şândı. Ben onu şeyhim diye biliyordum.)
Bu müşâhede Yemen’in “Zebid” şehrinde Hicrî 796 târihinde oldu. Bu mes’elenin sırrı odur ki;
Resûlullah (s.a.v) her sûretle tasavvura kâdirdir. Edeb sâhibi olan kimse onu yaşamış olduğu Muhammedî sûrette görürse, kendisine o zamandaki ismi verir. Başka sûretlerden bir sûrette görüp de onun Resûlullah (s.a.v) olduğunu bilse dahi ancak o sûretin ismiyle isimlendirir.
Ve o ismi yine hakîkât-i Muhammediyyeden başka bir şey üzerine gitmez. Dikkat et! Resûlullah (s.a.v), Şiblî sûretinde gözükünce Şeyh Şiblî talebesine;
Talebe keşif sâhibi idi, hakîkate vâkıf oldu.
Bu inkâr edilemeyecek bir mes’eledir. Tıpkı rü’yâda bir kimsenin bir adamı başka bir adam şeklinde görmesi gibidir. Keşfin en düşük mertebesi ise, rü’yâda câiz olan şeyin uyanıkken de câiz olmasıdır.
Şu kadar var ki, rü’yâ ile keşf arasında fark vardır. Fark şudur ki, rü’yâda görülen Muhammedî sûrete verilen isim, uyanıkken hakîkat-i Muhammediyye üzerine verilemez. Çünkü misâl âlemi hâdiselerinde, muhakkak ta’bîr yâni görülen şekilden başka bir şeye geçmek lâzımdır.
Onun için misâl âleminde görülen hakîkat-i Muhammediyyeden uyanıkken görülen hakîkate geçmek lâzımdır.
Keşf böyle değildir. Hakîkat-i Muhammediyye senin için açılıp da Âdemoğlu sûretlerinden bir sûrette tecellîsi âşikâr olursa, o sûretin ismini hakîkat-i Muhammediyye üzerine vermek lâzım olur ve o zaman o sûretin sahibine Hz.Muhammed’e yapılması gereken edeb gibi edeble muâmele etmek lâzımdır.
Çünkü keşf, sana Hz.Muhammed’in o sûretle tasavvur ettiğini bildirmiştir. Bundan dolayı buna vâkıf olduktan sonra, o hakîkat-i Muhammediyye sûretiyle, o zâta yaptığın eski muâmeleyi yapamazsın.
Bundan sonra şunu da bil ki;
Benim sözümde tenâsüh ya’nî reenkarnasyon görüşünden hiç bir şey yoktur. Allah’ı ve Resûlullah’ını tenzîh ederek, benim maksadımm reenkarnasyon olmadığını bildiririm.
Belki benim maksadım, Resûlullah (s.a.v)’in her sûretle sûretlenmeye kudreti olduğunu bildirmekten ibârettir.
Resûlullah (s.a.v), Âdemî sûretlerden hangi sûretle olursa olsun sûretlenebilir. Risâlet-meâb Efendimizin sünneti şu yolda geçerli olmuştur ki, her zamanda o zamanın en kâmili ile sûretlenmenin husûsu kendisi için dâimîdir.
Bu sûretlenme ile en kâmil olanların şânını yükseltmiş ve onlarla hakîkat-i Muhammediyyeye misâl getirmiş olur.
Bu mazhariyete nâil olan erler, zâhirde onun halîfeleridir. O Hazret de, bâtında onların hakîkatidir.
Şurası da bilinsin ki;
İnsân-ı kâmil vücûdsal hakîkatlerin hepsine karşılıktır.
Letâfetiyle ulvî hakîkatlere;
Kesâfetiyle süflî hakîkatlere karşılık olur.
Halka dönük hakîkatlere karşılık oluşta ilk olarak zâhir olan şey, arş karşılığıdır.
Arş’a kalbiyle karşılıktır. Resûlullah (s.a.v) “kalbu’l mü’min arşullah” ya’nî “Mü’minin kalbi, Allah’ın arşıdır” buyurmuştur..
Enniyetiyle ya’nî benliğiyle Kürsî’ye;
Makâmıyla Sidre-i müntehâya;
Aklı ile Kâlem-i A’lâya;
Nefsi ile Levh-i Mahfûza;
Tabîatıyla unsurlara;
Kâbiliyyetiyle heyûlâya;
Dış görünüşüyle hebâya;
Re’y ya’nî görüşüyle Atlas feleğine;
İdrâk kuvvetiyle Yıldızlı feleğe;
Himmetiyle yedinci kat göğe;
Vehmi ile altıncı kat göğe;
Hemmiyle yâni kastıyla beşinci kat göğe;
Fehmi ile dördüncü kat göğe;
Hayâliyle üçünçü kât göğe;
Fikri ile ikinci kat göğe;
Hafızâsıyla birinci kat göğe karşılıktır.
Sonra;
Dokunma ve hissetme kuvvetiyle Satürn’e;
Def’etme ya’nî kendini koruma kuvvetiyle Jüpiter’e;
Hareketlendirme kuvvetiyle Mars’a;
Benzetme kuvvetiyle Güneş’e;
Tadma kuvvetiyle Venüs’e;
Koklama kuvvetiyle Merkür’e;
İşitme kuvvetiyle Ay’a karşılıktır.
Sonra yine;
Harâretiyle ateş feleğine;
Soğukluğu ile su feleğine;
Rutûbetiyle hava feleğine;
Kuruluğu ile toprak feleğine karşılıktır.
Sonra;
Hâtıralarıyla meleklere;
Vesvesesiyle cin ve şeytanlara;
Hayvanâtı ile behâime;
Şiddet kuvvetiyle arslana;
Mekr kuvvetiyle tilkiye;
Aldatma kuvvetiyle kurda;
Hased eden kuvvetiyle maymuna;
Hırs kuvvetiyle fareye karşılıktır.
Diğer kuvvetlerini de bu misâllere kıyâs eyle.
Sonra;
Rûhâniyeti ile kuşa;
Safrasal mâddesiyle ateşe;
Balgamsal maddesiyle suya;
Kana dâir maddesiyle rüzgara;
Sevdasal maddesiyle toprağa karşılıktır.
Bundan başka;
Ağzının suyu ve tükrükleri ile sümüğüyle, teriyle, kulağının kiriyle göz yaşı ile idrarı ile altı denize;
Yedinci deniz ise kan damarları ve deri arasında akan madde olup, diğer sayılan altı madde bu maddeden fer’ olmuştur.
Bunlardan her birinin kendine has tadı vardır; tatlı, ekşi, acı, lezzeti karışık, tuzlu, fenâ kokulu, güzel kokulu.
Bundan başka;
Zâtından ibâret olan hüviyyetiyle cevhere;
Vasıfları ile a’raza;
Azı dişleriyle mâdenlere karşılıktır. Çünkü dişler, büyüyüp gelişme sırasında bulûğ çağına erişince mâdenler gibi ne artar, ne eksik olarak geriye kalır ve dişi kırarsan kırılan parça ile diş bitişmez.
Bundan başka;
Kıllarıyla, saçlarıyla, tırnağıyla bitkilere benzer.
Şehvetleriyle de hayvana karşılıktır.
Kendi türünden olan Âdem cinsine de beşeriyetiyle ve sûretle karşılık olup, bu karşılık oluşu insan cinslerini kapsar.
Bundan dolayı;
Rûhuyla hükümet reîsine;
Fikirsel görüşüyle vezîre;
Tecrübe ilmi ve tâbi olunun re’yiyle kadıya;
Zannıyla asayişi muhâfaza eden me’mûrlara;
Damarlarıyla ve diğer kuvvetlerinin tümüyle hükümetin diğer yardımcılarına karşılıktır.
Bundan başka;
Yakîniyle mü’minlere;
Şek ve şüphesiyle müşriklere karşılıktır.
Sözün kısası vücûdsal hakîkatlerde her hakîkat, insânî inceliklerden bir inceliğiyle insân-ı kâmile devâmlı olarak karşılıktır.
Her mukarreb ya’nî yakınlaşmış meleğin insân-ı kâmil kuvvetlerinden mahlûk olduğuna dâir önceki kısımlarda gerekli ayrıntılar verilmiş ve yalnız isimlere ve sıfatlara karşılık oluşuna âit söz söylemek geriye kalmış idi.
Bilesin ki; Hak nüshası Cenâb-ı Resûlullah (s.a.v)’in
“Allah, Âdem’i Rahmân sûreti üzere halk etti“ ve;
“Allah, Âdem’i kendi sûreti üzere halk etti”
hadîsleriyle beyân buyurduğu yönledir.
Bunun sırrı odur ki, Cenâb-ı Hak;
Hayy’dır;
Alîm’dir;
Kadîr’dir;
Mürîd’dir;
Semî’dir;
Basîr’dir;
Mütekellîm’dir;
Aynı şekilde insan da hayydır, alîmdir, kadîrdir, ve diğerleridir….
Bu bahsettiğimiz insân-ı kâmilin isimlere karşılık oluşudur.
Sıfatlara karşılık oluşuna gelince;
Hüviyetiyle ilâhî hüviyete;
Enniyeti ya’nî benliği ile ilâhî benliğe;
Zâtıyla ilâhî zâta;
Şümûluyla ilâhî şümûle;
Husûsu ile ilâhî husûsa karşılıktır.
İnsân-ı Kâmilin başka bir karşılık oluşu daha vardır:
Bilesin ki; İnsân-ı kâmil, zâtî isimlere ve ilâhî sıfatlara hakedicidir. Bu hakediş, zâtî gereklilikler hükmüyle, asâlet ve mâlik oluşla olan hakediştir.
Çünkü yukarıdan beri açıklayıcı ibârelerle hakîkatinden tâ’bîr olunan ve daha önce geçen işâretlerle latîfesine işâret edilen “insân-ı kâmil”dir.
Zâtî isimlerin ve ilâhî sıfatların “yüce varlık”ta dayanağı, insân-ı kâmilden başka birisi değildir.
İnsân-ı kâmilin Hakk’a nisbetle misâli, bir şahsın kendi sûretini görmeye mahsûs olan ayası gibidir. İşin bu izâh yönüyle olmaması lâzım gelse, o vakit kendi nefsinin sûretini görmeye imkân olmazdı. Olsa olsa yalnız Allah ismini aynasında görürdü. O zaman aynası yalnız Allah ismi olurdu.
Hakk’ın aynası, insân-ı kâmil olduğu gibi, insân-ı kâmilin aynası da Hak’tır. Çünkü Cenâb-ı Hak, isimlerini ve sıfatlarını insân-ı kâmilde görmeyi ve göstermeyi kendi nefsine vâcib kılmıştır.
İşte “İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insânu, innehu kâne zalûmen cehûlâ” ya’nî “Muhakkak ki Biz, emâneti göklere, arza ve dağlara arz ettik. Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o, zalûmdur, cehûldur” (Ahzâb; 33/72) âyet-i kerimesinin ma’nâsı budur.
“Zalûm” demek, “nefsini yüce derecesinden indirmekle nefsine zulüm etmiştir” demektir.
“Cehûl” demek, “kendi derecesini câhil” demektir. İlâhî emânetin mahalli olduğu halde bunu bilmez.
Âyet-i kerîmenin ayrıntılı ma’nâsı, yirmi dördüncü “Celâl Hakkında” olan bölümün izâhları arasında geçmiştir.
Şunu da bil ki;
İnsân-ı kâmile nisbetle isimlerin ve sıfatların hepsi ikiye ayrılmıştır.
Bir kısmı, insân-ı kâmilin sağ tarafındadır; Hayât, ilim, kudret, irâde, semî’, basar ve benzeri gibi.
Bir kısmı da, sol tarafındadır; Ezeliyyet, ebediyyet, evveliyyet, âhiriyyet, ve benzeri gibi.
Bunların hepsinin ötesinde insân-ı kâmil için sîrâyet edici bir lezzet vardır. Bu lezzete, “ulûhiyyet lezzeti” denilir.
Kâmil, bunu ilâhî kudsiyyeti cezbedilme îcâbıyla vücûdunun tamamında hisseder ve bulur. Hattâ ba’zen fukara bu lezzette devamlı olarak, hiç kesilmeksizin gark olmayı temennî etmiştir. Bu tür kişileri ve fukarayı küçük görenler, seni aldatmasın. Bu küçük görmeleri bu makâma âit ma’rifetleri olmadığındandır.
İnsân-ı kâmilin isimler ve sıfatlar gibi ne kadar bağlantıları varsa, bunlardan ferâğı ve soyutlanması da vardır. O tür bağlantılara ehemmiyet bakışıyla bakmaz. Belki isimlerden, sıfatlardan, zâttan sıyrılır. Yakîn hükmüyle vücûdda hüviyetten başka bir şeyi bilmez. Bununla beraber keşf ve vücûdun a’lâsından ve esfelinden çıkan şeylerin hepsinin insân-ı kâmilden olduğuna şehâdet eder.
İnsân-ı kâmilin vücûd işine âit bağlantıları ve çeşitli işleri zâtındaki ru’yeti ya’nî görüşü, bizlerden birisinin hâtıralarını ve hakîkatlerini görmesi gibidir.
İnsân-ı kâmilin önemli ve önemsiz kalbe âit hâtıralarını men’ etmeye de kudreti vardır.
Sonra insân-ı kâmilin eşyâda tasarrufu, bir sıfat ile vasıflanmaktan veyâhut bir âletten yâhut bir isimden yâhut bir resimden dolayı değildir. Belki onun eşyâda tasarrufu, bizim konuşmamızda, yememizde, içmemizde tasarrufumuz gibidir.
İnsân-ı Kâmil için üç berzah vardır. Bu berzahların sonundaki makâma “hitâm” denilmiştir.
Birinci berzaha, “bidâyet ya’nî başlangıç” denilir. Bu mertebe, ilâhî isimler ve sıfatlarla tahakkuktan ibârettir.
İkinci berzaha, “tavassut ya’nî ortası” denilir. Bu mertebe, rahmânî hakîkatlerle insânî incelikleri açma makâmıdır. Bu müşâhede yerinde kemâle eren insan, gizliliklerin hepsini bilir ve gayba âit şeylerden istediği şeye vâkıf olabilir.
Üçüncü berzaha gelince; bu mertebe, kudrete âit işleri, daha önce keşfedilmemişlerde hükmî çeşitlenmeyi bilme mertebesidir. Bu mertebeye ulaşan insan için Cenab-ı Hak kudret melekûtunda âdetleri yırtar. O derecede ki, âdetleri yırtma mülkü, hikmette o kimse için âdet olur. Bu mertebeye ulaşan kimseye varlıkların zâhirinde kudret ibrâzı ile izin verilir.
Bu mertebeden sonra kibriyâdan başka bir şey yoktur. Bu kibriyâ bir nihâyettir ki, o nihâyet için nihâyet düşünmek mümkün değildir. İnsanlar bu makâmda muhteliftir. Kimisi kâmil; kimisi daha kâmil; kimisi fâzıl; kimisi daha fâzıldır.
Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.