Kısım 1
Küçük Kıyâmet Hakkında
Bilesin ki; dünyâ âlemi -ki biz onun içindeyiz- bunun elbette bir sonu olup, bu âlem o sona varır. Çünkü dünyevî âlem sonradan olmadır. Sonradan olanın nihâyetle son bulması zarûrîdir.
Bu hükmün açığa çıkması demek, dünyevî âlemin hakkındaki kazânın gerçekleşmesi ve fenâsı demektir. Bu fenâ ve bu gerçekleşen kazânın dünyevî âlemde mevcûd içindekilerin elbisesinde açığa çıkmış olan ilâhî hakîkatin saltanatı altında gerçekleşmesine “ölüm” denilir ve tek tek bütün ferdlere âit olup, Kur’ân’da bahsedilen hükümleri ile ilâhî hakîkatin açığa çıkışına da bu vücûd için “saat-i kübrâ ya’nî büyük saat” denilir.
Şunu da bil ki; bu âlemde mevcûd ferdlerden her ferd için o ferde mahsûs kıyâmet vardır. O özel kıyâmetlerin hepsinin bir arada toplanması saat-i kübrâ ya’nî büyük saattedir. Çünkü her ferd için kendisine mahsûs bir kıyâmetin oluşması zarûrî olup, bu hükmün bu âlemde mevcûd ferdlerin hepsine kapsam olması kesindir.
İşte bu kapsam olma Cenâb-ı Hakk’ın va’d ettiği büyük kıyâmette ibârettir.
Bu sözümü bildin, anladın ve bu hakikati idrâk ettinse şunu bildin ki; bütün bu âlemin a’lâsına ve esfeline âit bilinen bir ecel vardır. Çünkü âlemde mevcûd ferdlerden her birisi için bilinen bir ecel olduğundan, tamâmına nazaran bu hükmün genelliği ve kapsam oluşu âlemin hepsinin ecelidir, demek olur. Ve bundan başka bir şey yoktur.
Bilmiyorum, bu hassas nükteyi bu kitapta açık anlatılan yönüyle anladın mı?
Yoksa fikrin benim maksadımdan başka türlü bir idrâke mi gitti?
Veyâhut avâmın zâhire bakarak anladığına mı kapıldın?
Sana başka bir ibâre ile bu mes’eleyi bir daha izâh edeyim:
Bilesin ki, Cenâb-ı Hakk’ın çok âlemleri vardır. Ve bu âlemlerin her birine insan vâsıtasıyla bakar. Cenâb-ı Hakk’ın insan vâsıtasıyla baktığı âleme “vücûdî şehâdet ” denildiği gibi, insan vâsıtası olmaksızın baktığı her âleme de “gayb” denilir. Bunun yanında Cenâb-ı Hak gaybı iki tür yapmıştır:
Gaybın birisi, insân âlemde “mufassal ya’nî ayrıntılı”dır;
Diğer gayb, insanın kâbiliyyetinde “mücmel ya’nî toplu halde”dir.
İnsân ilminde mufassal ya’nî ayrıntılı olan gayba, “vücûdî gayb” denilir; melekût âlemi gibi.
İnsânî kâbiliyyette mücmel ya’nî toplu halde olan gayba, “yokluksal gayb” denilir; Cenâb-ı Hak için ma’lûm olup da bizim bilemediğimiz âlemler gibi.
Bu tür âlemler bize nisbetle “yok” mesâbesindedir. İşte yokluksal gaybın ma’nâsı budur.
Bundan başka Cenâb-ı Hakk’ın insan vâsıtasıyla baktığı bu dünyevî âlem, insan, Hakk’ın bakış vâsıtası oldukça “vücûdî şehâdet”dir.
İnsan bu âlemden intikâl edince, insanın intikâl ettiği âleme de Cenâb-ı Hak insan vasıtasıyla bakar. O zaman ikinci âlem vücûdî şehâdet, dünyevî âlem yokluksal gayb olur. O zaman dünyevî âlemin ilâhî ilimde vücûdu bu gün cennetle cehennemin ilâhî ilimdeki vücûdu gibidir.
İşte bu anlattığımız husûs, dünyevî âlemin fâni olmasının aynı, büyük kıyâmetin de aynıdır. “Sâat-ı âmme ya’nî genele dönük sâat” denilen, işte o büyük kıyâmetten ibârettir.
Bizim maksadımız ise büyük kıyâmetin izâhına değil belki bu âlemin ferdlerinden her ferde mahsûs olan kıyâmeti açıklayabilmek husûsuna dönüktür.
Bu konuda da yalnız insan üzerine gerçekleşen kıyâmetten bahsedeceğiz. Çünkü vücûdda bulunan ferdlerin en kâmili, insandır. Diğerlerini ona âit kıyâmete kıyâs ederiz ve büyük kıyâmeti bilme mes’elesini Kur’ân’dan anlamayı da senin anlayışına havâle ederiz.
Böyle yapmamızın sebebi; şeytânî şek ve şüphe, imânını alıp götürür diye korkuyoruz. Bunun için büyük kıyâmetin acâibliğini anlatmıyoruz. Belki izâhları, büyük kıyâmetten evvel olan küçük kıyâmetin izâhı ile sınırlıyoruz.
Fakat zannetme ki, kıyâmet ikidir. Belki kıyâmet, bir kıyâmettir. Bu mes’eleyi anlamak, mantık ilmindeki küllîyi ya’nî bütünselliği anlamakla olur. Bütünün, parçalarından her ferd üzerine olduğu şüphesizdir.
Örneğin at, koyun, keçi, insan ve başkaları gibi her tür hayvan üzerine mutlak hayvan tâbiri doğrudur. Bu türlerden her ferd türü üzerine hayvan kelimesini kullandığımız zaman, türlerinde çoğalma olduğu halde hayvâniyetin kendisinde çoğalma yoktur. Çünkü hayvan kelimesi, tâm bütünseldir. Tam bütünsel de parçaları üzerine çoğalmaksızın tab’ edilmiş olur.
Büyük kıyâmet de böyledir. Yâni büyük kıyâmet, küçük kıyâmetten her ferd üzerine çoğalmaksızın tab’ edilmiştir. Bundan dolayı biz önce küçük kıyâmetin alâmetlerini anlatacağız, ondan sonra da kıyâmete âit ayrıntılara geçeceğiz.
Bilesin ki; küçük kıyâmetin alâmetleri vardır. Bu alâmetler, büyük kıyâmetin alâmetlerine münâsip ve uyumludur. Hadîs-i şerîfte ulaştığı şekilde;
Câriyenin mürebbiyesini doğurması ve;
Koyun çobanları olan çocukların, yalın ayak yürüyenlerin yüksek binalar yapmaya kalkışması,
büyük kıyâmetin alâmetlerinden olduğu gibi kezâlik rubûbiyyetin insanın zâtında zuhûru, insana mahsûs olan küçük kıyâmetin alâmetlerindendir.
“Eme” yâni câriye insanın zâtından ibârettir. Doğurmak, gizli olan husûsun bâtından zâhire doğru açığa çıkması demektir. Çünkü çocuğun mahalli, anasının karnıdır. Şu halde o çocuğun zâhir hisse çıkması onun doğmasıdır.
Aynı şekilde Hak Subhânehu ve Teâlâ hazretleri de insanda hulûl ya’nî dâhil olma olmaksızın mevcûttur. Bu mevcûd oluş bâtınîdir. Hükümleriyle zâhir olarak kul;
“….işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum…..”
hadîsinin hakîkatiyle tahakkuk ederse, Hak Teâlâ o insanın vücûdunda zâhir olmuş olur ve o insan varlık âleminde tasarrufa kudret peyda eder.
Bundan dolayı insanın zâtı “eme”, yâni câriye mesâbesindedir.
Hakk’ın rubûbiyyetinin eserleri de, “mürebbiye” mesâbesindedir.
O eserlerin açığa çıkışı, doğum mesâbesindedir.
Bundan başka ârifin isimlerden sıyrılması, yalın ayak olmak demektir. Çünkü isimler âriflerin binekleridir. Ârifin sıfatlardan sıyrılması, çıplakların hâli mesâbesindedir.
Ârifin ezelî nûrları dâimî mülâhazası, koyun çobanları mesâbesindedir.
İlâhî cezbedilmiş olarak ilâhî bilgilerde yükselmeye başlaması, yüksek binâ yapmaya teşebbüs mesâbesindedir.
Bu hadîsin zâhiri, vücûdun genelini kapsayan büyük kıyâmetin alâmetlerinden olduğu gibi; hadîsin bâtını da, bu izâhlarımız yönüyle insan ferdlerinden her ferde has olan küçük kıyâmetin alâmetlerindendir.
Yeryüzünde Ye’cûc ve Me’cûc’ün ortaya çıkması da büyük kıyâmetin alâmetlerindendir.
Ye’cûc ve Me’cûc, ortaya çıkınca yeryüzüne mâlik olur ve yerin genel menfaâtlerini ellerine alırlar, sularını içerler.
Sonra Cenâb-ı Hak onların üzerine bir gecede “neğf” hastalığını onlara musallat eder. Bu hastalık Ye’cûc ve Me’cûc’ün bütün yapısını fânî eder.
Ye’cûc ve Me’cûc aradan çıktıktan sonra ziraât bereket hâsıl eder. Asıllar ve dallar yeşillenir, meyveler güzelleşir, Melik-i Cebbâr olan Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâ edilir.
Aynı şekilde bahsedilen Ye’cûc ve Me’cûc küçük kıyâmetin de alâmetlerindendir. Bunun insanî nefse nisbetle kıyâsı, şöyledir:
İnsan nefsine, irâdesine mâlik olmazdan evvel bozucu hâtıraların ve inatçı vesveselerin taşkınlığıyla insânî nefsin azgınlığı, Ye’cûc ve Me’cûc’ün ortaya çıkması demektir.
Bozucu hâtıralar ve inatçı vesveseler, kalb arzına mâlik olarak kalbin özüne, hakîkatine âit olan meyveleri yerler, sırrına âit denizleri içerler.
Bahsedilen azgınlık sırasında ilâhî bilgilerin ve yüksek hallerin bu vesveselerden dolayı zuhûr etmesi için bir çâre bulunmaz.
İnsan eğer gaflet sarhoşluğundan ayıklık hakîkatine dönünce “e lâ inne hizbullâhi hümül muflihûn” ya’nî “Gerçekten Allah’ın hizbi felâha ermiştir” (Mücâdele; 58/22) ve “fe inne hızbellâhi hümül gâlibûn” ya’nî “Artık, gerçekten Allah’ın hizbi gâliptir” (Mâide; 5/56) âyetlerinin içinde barındırdığı ilâhî hediyelerin ihsânı ile rahmânî nefesler, rabbânî yardımlar insana ulaşınca, kullarından istediklerini seçmeye dâimâ kâdir olan Cenâb-ı Hakk’ın yardım sürmeleri o insanın kalb gözüne çekilir.
İşte o zaman nefsânî hâtıralar fânî olur ve şeytânî vesveseler yok olur, gider. Bu vesveselerin yerine ledünnî ilimler, rûhî nefesler, kalbe âit kemâlâtta gözükmek ma’nâsına olan rahmet melekleri kalbe ulaşır.
Bu husûsun ortaya çıkması ziraâtin bereketi, asılların ve dalların yeşillenmesi demektir. Bundan sonra ilâhî yakınlık makâmında insanın hakîkat kazançları sağlaması ve Rabb’ı müşâhede ile lezzet kazanması, meyvelerin güzelleşmesi, Melik-i Cebbâr’a hamd ve senâ edilmesi mesâbesindedir.
Ye’cûc ve Me’cûc’ün ortaya çıkışının zâhiri, büyük kıyâmetin alâmetlerinden olduğu gibi bizim bâtına âit işâret ettiğimiz izâhlar da her insânî ferde mahsûs olan küçük kıyâmetin alâmetlerindendir.
Dâbbetü’l-arzın çıkması da büyük kıyâmetin alâmetlerindendir.
Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “Ve izâ vakaal kavlu aleyhim ahracnâ lehüm dâbbeten minel ardı tukellimühüm ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn” (Neml; 27/82) ya’nî “Onların üzerine o söz gerçekleştiği vakit, arzdan dâbbe çıkarırız. O onlara insanların âyetlerimize yakîn hâsıl etmediklerini söyler” buyurmuştur.
Ya’nî o âlemin Hakk’a dönmesine ilâhî emrin çıkması demek olan ilâhî söz gerçekleşince, dâbbenin onlara söylemesi demek; Cenâb-ı Hakk’ın yeniden dirilmeye, nuşûra, cennete, cehenneme ve benzeri şeylere âit haber vermesi demektir. Bu âlemin Hakk’a dönüşü, dünyâ âlemi işlerinin kesilmesiyle âlemin âhirete dönüşümü sûretiyle olup, dâbbenin söylemesi, o zamâna âittir.
Kısaca, insanlar dünyâ âleminde bildirdiğimiz ilâhî haberlerimize ya’nî gelecekteki işlere âit ilâhî kelâmımıza bağlı hakîkatlere yakînen îmân etmediği için, onlara bahsedilen dâbbeyi çıkardık.
Bu çıkarıştan ilâhî kastımız, her şeye muktedir olduğumuzu bilmeleri içindir. Bahsedilen bu dâbbenin çıkışından sonra, bu çıkış sonrası gerçekleşecek işlere yakînen îmân eden eder; ve ezelî nasîbe göre bize dönen döner; ve bizim bu vâsıta ile verdiğimiz haberlere yakîn hâsıl ederler.
Aynı şekilde bu âyet-i kerîmedeki dâbbetü’l-arz, insanda hâsıl olan ve insana mahsûs bulunan küçük kıyâmetin de alâmetlerindendir.
İnsandaki kıyâmete göre dâbbetü’l-arzın çıkması demek, insanın âdî ve sıradan işleri ve beşerî gereklilikleri terk ile rûhun tabîat arzından çıkması sûretiyle Rûhu’l- emîn’in hazretü’l- kudste zuhûru demektir.
Bu yüksek hâl oluşunca insan için büyük keşf tahakkuk ederek rûhu’l-kuds, en küçüğüne kadar şeyleri haber verir. Ve haberlerin hepsini söyleyerek insana eşyâda bâtın olarak örtülü olanları gösterir. Ve o insana sırları saklama usûlünü öğretir ve insan tasdîk makâmından refîk- i a’lâdaki yakınlık makâmına yükselir.
O refîk-i a’lâ ne güzel refîktir.
Anlatılan bu îzâh yönüyle büyük keşfin oluşması, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna i’tinâ ve fazl ve keremi ve ni’metlendirme lütfudur. Kul bu lütfa mazhar olmakla engelleyici perdelerin askerlerine yenilerek îmân ordularını bozguna uğratmaz.
Bundan dolayı doğru olan hakîkatlarden başka bir yere meylederek hatâya düşmez. Çünkü rubûbiyyet gizlilikleri ve ilâhî mertebe gerekleri, gâyet yüce merâm ve yüksek bir makâmdır. Yüceliğinin şiddetinden dolayı beşerî kalpler, o mertebenin oluşmasına ancak keşf ile yakîn hâsıl edebilir. Çünkü halkın nefislerinde bahsedilen bu şeylerin kudsiyyetini kabûle kudretleri yoktur. Bundan dolayı bu konuda yakîn oluşturabilmeleri, ancak ilâhî keşfden sonra hâsıl olabilir.
Dâbbetü’l-arz çıkmadıkça, insanların yukarıda anlatıldığı şekilde yakîn hâsıl edememesi gibi;
Ârif olan kimse de ilâhî gerekleri kâbûl ile tahakkuk mertebesine ancak rûhun tabîatlar arzından çıkmasından ve yol kesicilerden ve engelleyicilerden kurtulmasından sonra nâil olabilir.
Bu sırrı anla!
Deccâl’ın çıkışı da büyük kıyâmetin alâmetlerindendir.
Cennet Deccâl’ın solunda; cehennem sağındadır. Deccâl’ın iki kaşının arasında “kâfir billah ya’nî Allah’a kâfir” yazılıdır.
İnsanlar bunun zamanında susuz ve yiyeceksiz kalır. Halkta geçim derdi o kadar şiddetli olur ki, bu lânetlenmişin kuvveti dışında yiyecek ve içecek bulunmaz. Deccâl’a kim inanırsa, Deccâl ona suyundan içirir, yemeğinden yedirir.
Yemeğinden yiyen, suyundan içen için ebedî felâh yoktur.
Deccâl kendisine îmân edeni cennete; îmân etmeyeni cehenneme nakleder. Her kim onun cennetine girerse Allah o cenneti âkibette cehenneme; her kim onun cehennemine girerse, nihâyette Cenâb-ı Hak o cehennemi cennete çevirir.
Deccâl’ın zarârı ortadan kalkıncaya kadar insanların ba’zıları, ot ve ot kökleri yemek zorunda kalırlar.
Lânetlenmiş Deccâl, Mekke ve Medine’nin dışında bütün arzın çevresini dolaşır ve seyahât eder. Yalnız Mekke-i Mükerreme ile Medîne-i Münevvere’ye giremez. Nihâyet Deccâl Beytü’l-Makdis’e yönelir, oraya girmek ister. Kudüs’e bir gün ve gecelik mesâfede olan “Remle” köyünün kumluğuna ulaşınca Cenâb-ı Hak Hz. Îsâ’yı elinde bir süngü ile orada bir minâreye indirir. Deccâl, Îsâ (a.s.)’ı görünce su içinde eriyeren tuz gibi erir. Îsâ (a.s.) Deccâl’ı süngü ile öldürerek insanları kurtarır.
Aynı şekilde insanın hakîkatinden yâni deccâle nefsinden Deccâl’ın çıkması, insanda küçük kıyâmetin alâmetlerindendir.
İnsandaki deccâle nefs, bâtılı hak gibi göstermek ve insanı şaşırtmak özelliğine sâhiptir.
Araplar “decele fülânün alâ fülânin” ya’nî “Filân kimse falan üzerine decel yaptı; yani işlerini karıştırarak onu hatâya düşürdü” der.
İnsandaki deccâlî nefse ba’zı yönleri itibârı ile “insan şeytân” da denilir. Deccâlî nefs, şeytânetlerin, vesveselerin, tereddütlerin, hilekârlıkların ortaya çıkış mahallidir.
Ba’zı yönleriyle deccâlî nefse, “nefs-i emmâre-i bi’s-sûi ya’nî fenâlıklarla emreden nefs” de derler.
Sûfî terîmlerinde, nefs kelimesi, mutlak olarak zikredilirse nefs-i emmârenin ismi kastedilir. Sûfiyye ne zaman “nefs” tâbirini kullanırlarsa, bundan maksatları kuldaki Deccâl mesâbesinde olan o bilinen vasıflardır.
Nefsin şehvete dönük gerekleri, Deccâl’ın sol tarafında bulunan cennet mesâbesindedir. Çünkü sol taraf, şekâvet ehlinin yoludur.
Tabîata âit işleri ve varlıksal alâkaları ve feyze engel olan şeyleri terk ile nefse muhalefet, Deccâl’ın sağ tarafında bulunan cehennem mesâbesindedir. Çünkü sağ taraf, saâdet ehlinin yoludur.
Zulmânî perdeleri daha da kesîfleştirmekle nefsânî işlerin gerektirdiği şey de, Deccâl’ın alnı üzerine “kâfir billah ya’nî Allah’a kâfir” yazılması mesâbesindedir.
Deccâl’ın esâretine düşerek doğru yolu bulamayacak şekilde zorunluluklarda boğulan kimsenin zarûretle ve akla yapılan hitâbı anlamayacak şekilde alt dereceye düşmesi, Deccâl zamanında insanların susuz ve yiyeceksiz kalması mesâbesindedir.
Deccâl’ın yüksek zâtlarını da bilhassa kahrı altına alması ve o tür zâtların da Deccâla arkadaş olmaktan başka geçim çâresi bulamaması, insanların yiyecek ve içeceği ancak Deccâl’ın elinde bulabilmesi mesâbesindedir.
Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v), bu ma’nâya “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o zamanda dîne sarılan, avucunun içinde ateş parçası tutan kimse gibidir” hadis-i şerifiyle işâret buyurmuştur.
Bu süre içinde (neûzu billah-Allah’a sığınırız) mücâhededen vazgeçerek nefsî gerekliliklere ve tabiî işlere meyil ile şehvânî lezzetleri kullanan ve kabâhatli fiillere girişen kimsenin hali, Deccâl’a îmân edip de ârif indinde harâm şarâb gibi olan mubâh şeylere meylederek onun yemeğinden yemek mesâbesindedir.
Nefs ve nefsin gafletlerine ve âdî işlere düşkünlük, Deccâl’ın yanında bulunan sudan içmek gibidir.
Eşyânın hakîkatine ulaşmazdan evvel âriflerden her kim bu gafletlere düşerse, onların halleri de ebediyyen felâh bulamayanların halleri gibidir.
Devamlılığı olmayan, lezzetleri hayâl olan dünyâ yurdunun yalancı süslerine aldanan kimse, Deccâl’ın cennetine giren kimse gibidir.
Deccâl’ın cennetine kim girerse, Hak o cenneti cehenneme çevirerek, oradaki karâr kılmışlığını, rahâtını elinden alır. Kendisini helâka nakleder.
Bir kimseye ki, ilâhî yardım saâdet bahşederek hakîkî rehber olur ve onu dosdoğru yolda sâbit kılarsa; tahkikât gecelerinde şerîat nûrlarına sulûk eder ve nefse muhâlefet ve mücâhede ve riyâzete devâm ederek, kâinât otundan Rahmân’ın zuhûru köklerini yer ve bu sûrette yükselirse, o kimse Deccâl’ın cehennemine girmiş sayılır ve Cenâb-ı Hak bu tür şahıslar için yitmeyen ni’metleri ve fenâya uğramayan mülkleri ni’met olarak verir ve ihsân eder.
Deccâl’ın zarârı ortadan kalkıncaya kadar Mekke ve Medine dışında arzın çevresini dolaşması ve seyahât etmesi demek, deccâlî nefsin her mertebede kula musallat olması demek olup, yalnız iki makâmda musallat olmaya gücünün yetmemesi demektir. O iki makâm, zâtî ıstılâm ile makâm-ı Muhammedî makâmlarıdır.
Zâtî ıstılâm, zâtî ilâhî hazretten çıkan cezbe ile kulun nefsinden yana gayb oluşu ve hissinin elinden gitmesi ve nefsinden fânî olması demek olup, samedânî ya’nî Samed olana âit sekr ve istiğrâk ya’nî sarhoşluk ve gark olma makâmıdır.
Makâm-ı Muhammedîye gelince; sûfî terimlerinde bu makâma “Sahv-ı sânî ya’nî ikinci uyanıklık”da demişlerdir.
Bu iki makâmda nefs için musallat olmaya imkân yoktur. Çünkü bu iki makâm ezel gaybında illetli yollardan korunaklı ve muhâfazalıdır.
İşte bahsedilen bu iki makâm, Deccâl’ın giremediği Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere mesâbesindedir.
Nefsin, ilâhî keşiflerde kulu ikileme ve şüpheye düşürerek, doğru ve kesin delîllerden yana insanı şaşırtması, lânetlenmiş Deccâl’ın Beyt-i Makdîs tarafına yönelmesi mesâbesindedir.
“Remle” isimli kasabaya yakın olan “Ridde” beldesinde Deccâl’ın durmasını izâha gelince; nefslerin decâceleri, ârife her türlü elbisede gözüktüğü gibi, ba’zen da enfüs ya’nî içe dönük makâmın karşılığında gözükür. Akdes ya’nî en mukaddes vâdîye ulaşmayan kimseyi vehimlere düşürür. İşte o akdes vâdiye yakın olan yere nefsin yaklaşmasına ihtimâl yoktur, demektir. Nefs orada perdelerin açılmasına gücü yetmeyerek duraklar.
Rûh Îsâ’sı, elinde fetih süngüsüyle o makâmda zâhir olup, nefsi öldürür. Çünkü Îsâ rûhullah’tır. Hak gelince bâtıl gitmeye mecbûr olur. Artık ikilemler, şekler şüpheler kesilir.
Deccâl’in çıkışına âit bahsin baş tarafındakiler büyük saâtin işâretlerinden ve alâmetlerinden olduğu gibi, bu saydığımız işâretlerin ve alâmetlerin bahsettiğimiz ve açıkladığımız bâtınî yönleri de insana mahsûs olan küçük kıyâmetin alâmetlerindendir. Küçük kıyâmet insana mahsûstur, dememizin sebebi, diğer varlıklara bağlantısı olamadığındandır.
Büyük kıyâmetin alâmetlerinden biri de Mehdî (a.s.)’ın çıkışıdır.
Mehdî, ortaya çıkınca halk arasında kırk sene adâlet uygular. Mehdî’nin zamânının gündüzleri yeşil bahçeler gibi, geceleri nurlar ile ışıldayan apaydınlık menziller gibidir.
Mehdî zamanında ziraât ucuz ve bereketli olduğu gibi, hayvanların sütleri de boldur. İnsanlar, Mehdî zamanında eminlik ve emniyet içinde olup, Rahmân’ın ibâdeti ile meşgûl olurlar.
Aynı şekilde Mehdî’nin çıkışı insandaki küçük kıyâmetin alâmetlerindendir.
Mehdî, makâm-ı Muhammedî sâhibi demektir. Her kemâl zirvesinde i’tidâl sâhibidir. Devletinin müddeti kırk senedir. Bu kırk, vücûd mertebelerinin sayısına denk düşmektedir. Biz vücûd mertebelerini “el-Kehfü ve’r-Rakîm fî Şerh-i Bismillâhirrahmânirrahîm” isimli kitâbımızda ayrıntılı olarak anlattık. Vücûd mertebelerini öğrenmek isteyen o kitâbı incelesin.
Ârif-i billah kendini terakkî ettiren ya’nî yükselten, ilerleten; samedânî ya’nî kimseye muhtâç olmama sarhoşluğu ile kendini bekâ makâmına ulaştıran rabbânî ayıklık arasında gider gelir.
Ârif o terakkî mertebesinde birdiğerini ta’kîb eden ilâhî ni’metlendirmelere ve sübhânî ikrâmlara nâil olur demektir.
Ârifin hullet ya’nî halîllik ma’nâsına ve o saadet bahçesinde ni’mete ulaşması demektir. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur’ân’da İbrâhîm makâmından bahsederken;
“ve men dahalehu kâne âminâ” ya’nî “Her kim o makâma dâhil olursa emîndir” (Âli İmrân; 3/97) buyurmuştur.
Sûrî olarak bu makâm, cehennem ateşinden kurtulmaya ve emînliğe sebep olursa, mânevî olarak bu makâmın eminlik ve emniyeti ve Rahmân’ın mekrinden ya’nî hîlesinden âzâde edişi daha fazla te’min edeceğine şüphe yoktur.
İbrâhim makâmı bir makâmdır ki, şeyhimiz Abdü’l-kâdir Geylanî hazretleri bu makâma ulaşınca, Cenâb-ı Hak kendisine mekr etmeyeceğine dâir yetmiş ahd ile ahd etmiştir.
O makâmdan sonra Rahmân’a ibâdet ve Deyyân olan Melîk’e senâdan başka bir şey yoktur.
Bu izâhlara çok fazla dikkat ile bakma gözünü açmak lâzımdır.
Kıyâmet alâmetleri hakkındaki ibârelerin açıklanmasına âit arada güzel bir şekilde konulan işâret ne kadar latîf ve ne kadar zarîftir!
O alâmetler büyük kıyâmetin alâmetlerinden olduğu gibi, bu işâretler de küçük kıyâmetin alâmetlerindendir.
Güneşin batıdan doğması da, büyük kıyâmetin alâmetlerindendir.
Güneş, batıdan doğunca artık tevbe kapısı kapanır.
Hiç bir şahsa evvelden inkârcı ise, o sırada îmân etmesi fayda vermez. Çünkü vuslat döşemesi dürülmüştür. Ne tevbe kabûl olunur, ne günah affolunur.
Aynı şekilde güneşin batıdan doğması, insanda küçük kıyâmetin alâmetlerindendir.
O küçük kıyâmet kâim olunca insânın vücûdunun batısından şuhûdî güneş doğar. Bu da keşfî bâtındır.
Keşfî bâtın da, insanın gizli sırra vâkıf olmasıylaa hakîkat kazanmıştır. O zaman insan kendinin ne olduğunu ve gizli sırrın neden ibâret olduğunu bilir. Ve o vâkıf oluş ile gizli sırrın vasıflarıyla tahakkuk ederek, cennet irfânında ni’mete nâil olur.
Remizleri, işâretleri çözmek ve remizlerden gizli hazîneleri çıkarmak ve bilmecelerin hakîkatine vâkıf olmak, bu husûsta selâmete ve kurtuluşa nâil olanlarla beraber kurtuluşa nâil olmak, bu hâlin tahakkukundadır.
O zaman vuslat ve ayrılık döşemesi dürülmüş olduğundan îmânın o hâlde iken faydasına lüzûm yoktur. Çünkü îmân ondan evvelki zamâna âittir. Çünkü îmân ancak gayb olan şeye karşı olur. O sırada ise perdenin kaldırılması ile îmân hükmü kalkmıştır.
Artık ne tevbenin kabûlüne, ne günahın affına lüzûm vardır. Çünkü günah ve onu affetmek iki şey demektir. Vâhid ya’nî Bir olan Zât, ahadiyyetinde ya’nî tekliğinde günahtan ve affetmekten yana münezzehdir.
İşte bu izâhlar büyük kıyâmetin alâmetlerine karşılık olarak insanda küçük kıyâmetin alâmetlerindendir.
İmâm Muhyiddîn Arabî hazretleri, büyük kıyâmet hakkındaki ibâreleri, yukarıdaki ifâdenin aynı olarak tâbir etmiş ve bunun karşılığı olan küçük kıyâmeti işâret türünden anlatmıştır.
Batıdan güneşin doğması, rûhun ilk merkezine ve en kâmil mevkîine dönmesi şeklinde izâh etmiş; rûhun ilk merkezine dönmesi de ölümden ibâret olup, sonra vefât ile hayât işinin âhirete intikâlinden ibârettir, demiştir.
Tevbe kapısının kapanmasına karşılık olarak da; “gar-gar” diye ses çıkarmaya başlayan can çekişenin tevbesinin kabûl edilmeyeceğini ve günâhının affedilmeyeceğini îzâh ettikten sonra; iddiâsını hayât kapısı ile ölüm kapısı arasını ömürlerdeki hesâba ve nîzâma göre yetmiş sene olmak üzere beyân etmiştir.
İmâm’ın anlattıkları, makbûl ve işin en güzel yönünü yüklenmiş ise de, biz insanın bu dünyâ yurdunda yaşadığı sürelerde kendine mahsûs olan küçük kıyâmetin alâmetlerini beyân sadedinde olduğumuz için kendisinin îzâh ettiği noktaların üzerinde fazla durmadık.
Bu husûsta sırları açmaktan korkmakla berâber, bütün sırlara karşı lâzım gelen remiz ve işâretleri de güzel bir şekilde vererek, bu kitâpta dikkat çekilmesi gereken hiç bir şeyi terk etmedik.
Allah hakkı söyler ve doğru yola hidâyet eder.