Kısım 3
Berzâh Âlemi Hakkında
Berzâh âlemine gelince;
Berzâh mevcûd bir âlemdir; fakat tam değildir, müstakil değildir. Eğer tam ve müstakil olsaydı, dünyâ yurdu ve âhiret yursu gibi bir ikâmet yursu olması lâzım gelirdi.
Berzâh âlemi, yukarıda anlattığımız örnekte ışığı ve onun yeşilliğini ve kırmızılığını tasavvur etmemiz gibidir.
O ışığın bize o şekilde görünmesi hayâl âlemimize göredir. Çünkü dünyâ ehlinin hayâli tam değildir. Dünyâ ehlinin hayâli için kendi nefsiyle müstakillik yoktur.
Oysa hayâl âlemi, kendi mevcûdiyetine göre tam âlemdir. Bu tamlık, kendi aynına bakış iledir. Hayâl âleminin tam âlem olmaması ise, hissî âleme ve ma’nâlar âlemine göredir.
Ancak ehlullahın hayâli böyle değildir. Onların hayâli kâmildir, müstakildir, kendi nefsiyle tamdır. Ehlullahın hayâli, dünyâ ehlinin âhireti gibidir.
Mücâhedeler ve riyâzât ve bunlara benzer yükselme sebebleriyle ile saflaşan berehmenlerin, kâfirlerin, müşrîklerin ve bunların benzerlerinin hayalleri ise dünyâ ehlinin uykusu gibidir.
Dünyâ ehlinin hayâli ise, zâten i’tibâr etmeye değer değildir.
Gerçi, hayâl âleminin aslı ve esâsı herkes için işin aslında bir ise de, bu bahsedilen kişilerin hayâl hazîneleri âdî işlerle, madde bedene bağlı isteklerle bozukluğa uğradığından rûhî sâfiyet hükümlerinden yana kesilmiştir.
Berehmenlerden ve filozoflardan saflaşanlar, bu kesiklikten kurtulmuş iseler de, lâkin onların hayâl hazînelerinde akılsal işler ve tabiî hükümler yer tuttuğu için ilâhî ma’nâlara yükselmekten mahrûm olmuşlardır.
Ehlullâhın hayâli ise böyle değildir. Onların hayâli ezeldeki gaybda ilâhî koruma ile korunduğu için ârızalardan, illetlerden yana sâlimdir.
Bu anlatılanlara bakarak diyebiliriz ki, berzah âlemi için tam vücûd yoktur. Bunun için “berzâh” denilmiş ve dünyâ ehlinin hayâli, varlıksal âlem ile yokluksal âlem arasında berzâhtan ibâret kalmıştır.
Yukarıda verdiğimiz güneş örneğini kıyâmete nisbet edersen, rûhun madde bedene dönüşü, evin penceresinden kaybolan güneşin tekrar doğuşu sebebiyle pencereye dönüşü gibidir.
Bu mes’ele bundan daha fazla edilemez. Çünkü rûhlar, madde beden yapılarda bedenlenmemiş olarak bulundukça, madde beden ile birleşiklik halinden önceki basitliğe katılmış olur. O basitlik de ölümün hakîkatidir.
Rûhlar bedenlenince, bedenler için zâhirî vücûdun sebebi olur. Fakat bedenlenme halinde bedenin gerekleriyle kayıtlı oldukça rûhlar berzâhtadır, demektir.
Çünkü rûhlar o hâldeyken rûhun aslî gereklerinden olan rûhî serbestliğin tam gereklerinden yana kusurludur.
Cenâb-ı Hak rûhları kıyâmette ba’s etmeyi murâd edince, rûhları madde bedensel gereklerden yana serbest bırakır. İşte o zaman kıyâmet, mahşer yerinde olur.
Serbestlik husûsuna gelince; bu da rûhların dünyâ yurdunda bulunduğu hal ne ise ona tâbidir. Eğer dünyâda hayr ile meşgûl ise, serbestliği hayr üzeredir. Dünyâda şer ile meşgul ise, serbestliği şer üzerine olur.
Çünkü rûhlar, serbest kalınca isteyeceği şey mutlaka dünyâ yurdundaki âdet olmuş halleridir. İşte “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ” ya’nî “insân için çalışmasından başka bir şey yoktur” (Necm; 53/39) âyetinin ma’nâsı budur.
Şurası da bilinsin ki; türlü türlü rûhların, Hakk’ın bir olan nûrundan mahlûk olması ayniyle güneşin şuasının ışığından muhtelif şuaların oluşması gibidir.
Tahkîk erbâbının vâhidiyyet ya’ni birliksellik âlemine âit iddia ettiği mes’ele de yine ayniyle güneşin vâhid ya’nî bir oluşu gibidir. Güneşin zâtı, bir şey olduğu halde muhtelif camlardan muhtelif şekillerde gözükür; Güneşin ne çoğalması, ne de türlü türlü oluşu vardır. Görülen çoğalmalar ve türlü türlü oluşlar görünme yerlerine âittir.
Bu konuda bu kadar tenbîh yeterlidir. Kitâbın önceki kısımlarında, özel bir bölümde Azrâîl’in rûhu kabz etmek için ne sûretle geldiğini ve rûhların ne sûretle kabz edildiğini beyân etmiştik.
Şurası da bilinsin ki; insanların halleri, berzâh âleminde muhteliftir.
Ba’zı insanlar hikmetle, ba’zı insanlar kudretle muâmele olunur.
Kendilerine hikmetle muâmele olunanlar, berzâh âleminde dünyâdaki amellerinin hakîkati neyse onun üstünde halden hâle geçer.
Dünyâda hayâtı ilâhî emirlere itaâtkâr olarak geçmiş ise, Cenâb-ı Hak berzâh âleminde itaât ma’nâlarına uygun sûretler halk eder.
Namaz, oruç, sadaka yâhut başka sûretlerle yerine getirdiği itaâtların sûretinden, yine taâta uygun Hakk’ın ortaya çıkaracağı sûretlere geçiş yapar. Bu şekilde güzel ve doğru amellerin sûretlerinden diğer amellerin sûretlerine amelinin ya misli veyâhud daha güzeline olmak üzere geçiş yapa yapa, kendisi için işlerin hakîkatleri âşikar olur, kıyâmeti kopar.
O berzâhdaki sûretlerin güzelliğine, şirinliğine, parlaklığına gelince; bu husûs, dünyâdaki itaâtli oluşunun miktârına ve insanî gaybındaki hâtıraların sa-mimiyetine ve amellerindeki maksadın güzelliğine ve doğruluğuna tâbidir.
Görülen sûretin çirkinliği de, amelin çirkinliğine bağlı olarak zuhûr eder. Örneğin zînâ etti ise, hırsızlık yaptı ise, şarâp içti ise, Cenâb-ı Hak onun için bu fiillerin ma’nâlarını sûret şeklinde gösterir ve o kimsenin geçişleri o sûretlerde olur.
Zînâ yapan için ateşten bir cinsel organ yaratır. O kimse cinsellik âletini o ateşe dâhil eder. O ateşin harâreti ve kokusunun çirkinliği âsilik yaparken öne çıkan ahmâklığının kuvvetiyle orantılıdır.
Aynı şekilde sarhoşluk veren şarâbı içen için ateşten bir meyhâne halk eder, onun içinde ateşten şarâp vardır, onu içer. Kısaca dünyâdaki amellerinin âhiretteki sûretleri arasında olan geçişlerine tutulur.
Bir kimsenin dünyâdaki ameli itaât etmekle, âsilik etmek arasında gerçekleşmişse, o zaman o kimsenin geçişleri yine o hâle göre olur.
Cenâb-ı Hak o kimsedeki dünyevî ma’nâların sûretlerini ona göre halk eder. İtaât etmiş ise nûra; âsilik etmiş ise ateşe dönüşür ve dönüşümleri bu iki hal üzerinde gerçekleşir.
Geçişlerinin sürüp gitmesiyle işlerin hakîkatleri kendisine yavaş yavaş âşikâr olur. İtaât yâhûd âsiliğe âit iki hükümden birisi son bularak, o kimsenin de kıyâmeti kopar.
İşte hikmetle muâmele görenlerin halleri bu anlatılan izâh yönüyledir.
Kudretle muâmele olunanlara gelince;
Bunlar fiillerinin ma’nâlarını görmezler. Belki aksine olarak o fiillerin sûretlerinin ma’nâlarını görürler. Bunu ilâhî kudret yapar.
Âsi olup da mağfirete nâil olmuş ise, itaât etmeye benzer olan sûretlerde olarak geçişler görür. O sûretleri Cenâb-ı Hak o kimse için ilâhî sistemde olarak ibrâz eder. Bundan dolayı o kimsenin geçişleri güzel sûretten daha yüksek, daha güzel sûrete dönüşüp, kat’i olarak hakîkatlerin kendisine gözükmesiyle kıyâmeti kopar.
Diğer bir örnek; Bir kimse itaâtkâr olup da Cenâb-ı Hak onun amelinin i’tibârını kaybettirmiş ise Cenab-ı Hak onun için ezelde yazmış olduğu şekâvete uygun olarak sûret ikâme eder.
Ve o sûreti ona ibrâz ederek, çeşitlenmeyi o sûretle gösterir ve geçişleri o sûrete uygun olarak zuhûr eder.
Netîcede kıyâmeti ona göre koparak ateş ehlinin tabakalarından hangisine müstehak görüldü ise, o cehennemde kendisine azâb olunur.
Bundan başka şurası da bilinsin ki;
Cenâb-ı Hak berzâh için özel bir kavim halk etmiştir. Onlar da berzâhda sâkindirler, orayı i’mâr ederler. Bunlar ne dünyâ ehlidir, ne de kıyâmet ehlidir.
Şu kadar var ki, bunlar âhiret ehline katılmışlardır. Âhiret ehline katılmaları şundan dolayıdır ki, onların hilkatlerinin aslı rûhiyyette âhiret ehli ile aynı cinstendir. Bu türden olanlar ölümden sonra ya sevince veyâhut vahşet ve nefrete tutulurlar.
Örneğin bir kimse, tanıdığı bir kavim içine düşerse onları bildiği için o kavim ile yakınlık kurarak onların sohbetinden sevinç duyar ve ferahlık kazanır. Tanımadığı bir kavim içine düşerse onları görünce sıkılır; ne o kavim onunla, ne o kimse o kavim ile yakınlaşabilir.
Tıpkı bunun gibi, berzâhda azâb sebebi ve rahmet sebebi de böyledir. Azâba tutulacaklara Cenâb-ı Hak, dünyâda en sevmediği sûret ne ise onu gösterir. İşte o, onun amelinin sûretidir. Bununla hesâba gelmeyen vahşet ve nefrete kavuşur.
Ba’zılarına da Cenâb-ı Hak, göstereceği sûreti en güzel şekilde gösterir. Amelinin sûreti olan o şekil, o kimseye yakınlık, sevgi, muhabbet, merhamet vererek bahsedilen bu sûrete yakınlığa vesîle olur. Bu sûretle kıyâmeti kopar.
Şurası da bilinsin ki; kıyâmet, berzâh ve dünyâ yurdu hepsi bir tek vücûddan ibârettir. Bunun örneği bir dâirededir. O dâirenin yarısı dünyâ; yarısı âhirettir. Berzâh da bunların arasında döşenmiş olan bir hat demektir.
Bunların hepsi farz edilerek anlatılmıştır. Çünkü senin senliğini ta’yîn eden hüviyyet, ayniyle berzâhda mevcûd olan hüviyyettir. Kıyâmette de ayniyle mevcûd olan, yine o hüviyyettir. Sen dünyâda, berzâhda, âhirette, bu benliğinle mevcûdsun. Şu kadar fark vardır ki; berzâh işleri zarûrîdir; çünkü dünyâ işleri üzerine binâ edilmiştir. Dünyâ işlerinde ise tercîh kullanmak vardır.
Şurası da bilinsin ki; Cenâb-ı Hak kıyâmeti koparmak istediği zaman İsrâfîl’e ikinci nefhâ ile sûru üfürmesini emreder. Çünkü İsrâfîl’in birinci nefhâsı öldürmek içindir.
Sûr, rûhî sûretler âlemi demektir. İsrâfîl ilk nefhâ ile o sûru üfürdüğü zaman, Cenâb-ı Hakk’ın Mufni (Fânî Edici) ve Mümît (Öldürücü) isminin gereğine göre üfürür. O üfürmeyle sûretler yok olarak şekil bağladıkları yapılardan çözülüp irtibatlarını keserler.
Bu mes’ele tıpkı uyku uyuyan kimsenin rü’yâda gördüğü uykuya âit sûretlerinin uyanmakla yok olup gitmesi gibidir.
Bu açıklanan şekilde, İsrâfîl’in ilk nefhâsıyla sûretler hilkatlerine sebeb olan asla geri dönerler. Sonra İsrâfîl ikinci nefhâ ile sûru üfürünce, yok olmuş olan rûhî sûretler rûhlar âleminde oldukları vaziyetle şahıs kalıplarına dâhil olurlar.
Bu üfürme husûsunu ve sûretlerin tekrar şahıs kalıplarıyla şekillenmesini yukarıda, güneşin ışığının tekrar evin camlarına dönmesi örneğinden anlarsın.
Şurası da bilinmelidir ki; bu anlatılanların hepsi rûhların kendi varlıklarına göredir. Çünkü uhrevî âlem, rûhlar âleminden ibârettir. Rûhlar âleminin tamâmı da insanda mevcûd olan mutlak rûhdan ibârettir. Bundan dolayı rûhun dünyâda ve âhirette mevcûdiyetinden dolayı insan kendi nefsinden çıkmış olmaz.
Tekrar ediyorum; âhiret âlemi, rûhlar âleminden ibâret olup rûhlar âleminin tamâmını da mutlak olarak insânî rûh toplamıştır.
Yukarıda anlatımı geçmiş idi ki, âlemin tamâmı, ihtivâ ettiklerine göre birdiğerine karşılıklı aynalar gibidir. Bir aynada bulunan şey, öbüründe de mevcûttur. Ve bu mevcûd oluş hükmü, ahadiyyet ya’nî teklik gereğine göredir. Yoksa misli oluş ve benzer oluş yoluyla değildir.
Özetle bütün âlemler, hakîkate göre nefsinde kısımlanamayan ferd cevherden ibârettir. Bizim bakışımızda görülen çoğalma ve kısımlanma, hakîkat değil, hayâldir. Âdetâ ferd olan cevherde kısımlanma farz etmek türündendir. İşte “Ve küllühüm âtîhi yevmel kıyâmeti ferdâ” ya’nî “onların hepsi kıyâmet gününde ferd olarak gelicidir” (Meryem; 19/95) âyetinin ma’nâsı budur.
Bu yapılan îzâhları ve bu îzâhlardaki inceliği anladın ise, varlıktaki ahadiyyet örtüsünü de anlamış oldun. Ve Cenâb-ı Hakk’ın cennete, cehenneme ve âhiret korkularına âit ne kadar vaadı ve tehdidi varsa yakîn olarak ve apaçık keşif olarak bunları da müşâhede etmiş oldun. Ve bu idrâk ve müşâhede ile îmânın Zeyd b. Harise’nin îmânı gibi oldu.
Zeyd b. Hârise bir def’a Cenâb-ı Resûlullah (s.a.v)’e;
“hakkıyla mü’min oldum” demişti. Cenâb-ı Resûlullah (s.a.v) ona;
“îmânın hakikati nedir?” diye sordu. Zeyd b. Hârise cevapta;
“Görüyorum ki, kıyâmet koptu ve Rabb’imin arşı âşikar oldu” dedi.
Bu kısmın başından buraya kadar olan izâhlar, küçük kıyâmete de tatbîk edilebilmekle berâber büyük kıyâmete âittir. İnsan ferdlerinden her bir ferde mahsûs olan küçük kıyâmete gelince;
İnsanın akl-ı evvel ya’nî ilk akıl mîzânı, en kâmil adâlet kubbesine asılır ve hakîkatlerin gereklerini insan kendi hakîkatlerinden her hakîkatin gereğine göre ölçüp, hesâp ederse;
Vâhidiyyet köprüsü gözünün önünde kurularak gamiz ve muğlak, yâni anlaşılması çok güç olduğundan dolayı kılıçtan daha keskin ve kıldan daha ince olan tabîat cehenneminin metni üzerinde yürümeye başlarsa;
O zaman o kimse;
Ya seyrinde ve hareketinde, ilâhî bilgilerden hâsıl olan matiyyesi, yâni bineği üzerinde usta olduğu için serî seyr edici olur;
Veyâhut süflî şeylere bağlantısı çok fazla olduğu ağırlıkta dağ gibi ağırlaşır.
Eğer bahsedilen sırât köprüsünü sür’atle geçer ve mîzân ve hesâbında da intizâm olursa, zât cennetine dâhil olmuş olur. O zaman sıfatların gülbahçelerinde istediği safâyı sürer.
Bu yüce vuslâtta o kimse benlikten ferâgat etmiş, hüviyyetini büsbütün gâib eylemiştir. Nefsi için asla ateş görmez ve nefsinden haberi bile olmaz.
Onun yüce meclisinde Cebbâr seslenici olarak seslenmeye başlar ve seslenişinde “li menil mülkül yevm” ya’nî “Bugün mülk kimindir?” (Mü’min; 40/16) diye sorar.
O zaman Hakk’tan başka bir şey mevcûd olmadığı için “lillâhil vâhidil kahhâr” ya’nî “Vâhid, Kahhâr olan Allah’ındır” (Gafir 16) cevâbını verir.
Bu yüce hâlin oluşmasından sonra insanın ne gafleti vardır, ne hâzır oluşu, ne de ölümü vardır, ne de yeniden dirilmesi. O kimsenin kıyâmeti kopmuş, alâmeti yok olmuştur.
İşte insânî ferdlerden her ferde mahsûs olan küçük kıyâmet budur.
Büyük kıyâmetin hallerini de buna kıyâs eyle!
Hesâbı, mizânı, sırâtı bilmek husûsunda bizim sana açıkça değil, işâretle söylediğimiz izâhları iyi anla! Akıllı olana bizim verdiğimiz işâret kâfidir.
Cenneti, cehennemi daha önce elli sekizinci bölümde anlatmıştık. Bu ikisinin sırrını da, işte işâret sûretiyle sana söylüyorum. İdrâkin yüksek, azmin kuvvetli ise bizim işâret ettiğimiz şeyi anlarsın. Şâyet anlayamaz isen, bu ikisinin ya’nî cennetle cehennemin zâhirine âit verilen bilgilerden ayrılmazsın.