Kısım 4
Âhiret Hakkında
Bilesin ki, Cenâb-ı Hak âhiret yurdunu bütün mevcûdlarıyla berâber dünyâ yurdundan bir nüshâ olarak halk etti. Dünyâyı da Hak’tan bir nüshâ olarak halk buyurdu. Dünyâ asıl; âhiret fer’dir.
Hadîs-i şerîfte “Dünyâ âhiretin tarlasıdır“ buyrulmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’de de “Fe men ya’mel miskâle zerretin hayren yereh; Ve men ya’mel miskâle zerretin şerren yereh” ya’nî “Kim zerre miktârı hayır yaparsa, onu görür; kim zerre miktârı şer yaparsa, onu görür“ (Zilzâl; 99/7-8) buyrulmuştur.
Bundan anlaşıldı ki, dünyâda insandan çıkan fiiller asıldır. Âhirette göreceği şeyler, o aslın fer’idir.
Her insanın âhireti, kıyâmet gününde göreceği mükâfât ve cezâlandırmadan ibârettir. Âhirette görülen şey de amellerinin netîcesi demektir. Netîce ise önde olanın fer’idir. Önde olan da dünyâda yapılan amellerdir.
Dünyânın hilkatte âhirete göre önde oluşundaki hikmet de budur.
Asıl olduğu için dünyâya “ûlâ ya’nî önce”, sonraya bırakıldığı için âhirete “uhrâ ya’nî sonra” denilmiştir. Çünkü âhiret fer’dir.
Eğer bu açıklandığı şekilde âhiret dünyânın fer’i olmasa, âhireti sonraya bırakmak hikmete nisbetle bir tür noksan olurdu. Çünkü önde olanı sonraya bırakmak; sonra olanı öne geçirmek hikmete eksiklik veren mes’elelerdendir.
Bu anlatılan îzâhlara vâkıf olduktan sonra şunu da bil ki;
Âhiretin hissedilebilirlikleri dünyâdaki hissedilebilirliklerden daha kuvvetli; âhiretin lezzetleri dünyâdaki lezzetlerden daha büyük; âhirette insanı rahatsız eden şeyler dünyâda rahatsız edenlerden daha mühîmdir.Bunun sebebi şudur ki;
Âhirette rûh sevdiği ve sevmediği şeylerden kendisine ulaşan şeyleri kabûle tamamı ile isti’dâdlıdır; dünyâda böyle değildir. Çünkü madde bedensel kesâfet rûhda mânî olucu hâller peydâ ederek rûha hoş gelen ve gelmeyen şeyleri kabûl husûsunda muhâlefet sebebi olur. Bu hâlden dolayı rûh, hoşa giden ve gitmeyenden ancak bir miktarında te’sîr alıcı olur. Bu aynı aşağıdaki örnek gibidir.
Tatlı bir yemekle meşgûl olan bir şahsın kalbini önemli bir iş işgâl eder de tamamıyla yediği yemekle meşgûl olmazsa, o yemekteki lezzeti tamamıyla hissetmez. Bunun sebebi âşikârdır. Çünkü kalbi başka bir şey ile meşgûl olarak, yemekle tam meşgûliyet için diğer şeylerden kurtulmuş değildir.
İşte anlatılan sebebe dayalı olarak âhiret yurdu, dünyâ yurdundan daha şereflidir. Her ne kadar dünyâ âhiretin anası ise de, buna şaşırma. Çünkü bir çok evlâd vardır ki, babasından daha şereflidir.
Dünyâ da her ne kadar âhiretin aslı ise de, âhiret ilâhî nezdinde dünyâdan daha fazîletli ve şereflidir. Bu husûs, uhrevî hakîkatin zâtî gereklerindendir.
Sözleri görmüyor musun? Ma’nâların aslı olduğu ve ma’nâlar o sözlerden anlaşıldığı halde, ma’nâlar sözlerden daha şerefli, daha yücedir. Hattâ, bu şerefe nihâyeti olmayan bir şeref diyebiliriz. Oysa ma’nâ sözün netîcesi ve fer’idir. O söz olmasa, ma’nânın hakîkati anlaşılamaz. İşte âhiret de böyledir. Dünyânın netîcesi olmakla beraber âhiret, dünyâdan daha fazîletli ve daha şerefli ve daha geniştir.
Bunun hakîkî sebebine gelince;
Âhiret rûhlardan mahlûktur. Rûhlar ise nûrânî latîfliklerdir. Dünyâ cisimlerden mahlûktur. Cisimler ise zulmânî kesâfettir. Şüphe yoktur ki, latîf olan şeyler kesîf olan şeylerden daha yüce, daha fazîletlidir.
Bundan başka âhiret izzet yurdu, kudret yurdudur. Cennet ehlinde olduğu gibi mânîlerden yana sâlim olanlar, orada istediklerini işleyebilirler. Dünyâ ise zillet yurdu, âcizlik yurdudur. Ba’zen padişahlar bile bir karıncanın verdiği ezâyı def’ etmeye kâdir olamazlar.
Dünyâ bu açıklandığı şekilde zillet yurdu olduğu halde, ni’metlerinden insanlar mes’ûldürler. O ni’metlerden yana hesâp vermeye mecbûrdurlar. Oysa o ni’metler zâil olur gider.
Âhiret ehlinin ise, Cenâb-ı Hak onlara verişini ve ihsânını hesapsız yaptığı için nâil oldukları ni’metlerini daha yüce ni’metler ta’kip eder. İlâhî verişler âhirette hesâpsız olup, dünyâdaki ilâhî veriş ise ilâhî hikmet tertîbinin gereğine göre hesap iledir.
Bu izâhları anladın ve hakîkatine vâkıf oldun ise, murâdına nâil oldun.
Şunu da bil ki; Âhiret, Cehennem, Cennet, A’râf, Kesîb dâhil olmak üzere bütün herşeyiyle vâhid ya’nî bir yurttan ibârettir, ne kısımlara ayrılır, ne de sayıya gelir.
Âhirette uhrevî hakîkatler herhangi bir kimse üstüne hâkim olursa o kimse cehennemdedir. Çünkü ateş ehli, zillet ve kahredilmişlik altında üzerine hükmedilendir.
Uhrevî hakîkatler bir kimse üstünde hâkim olamazsa, o kimse cennettedir. Bu dünyâda her kim ilâhî hüküm altına girerek Hakk’a itaât ederse, Cenâb-ı Hak o kimseyi âhirette âhiret hakîkatlerin üzerine hâkim kılar ve o kimse istediğini yapabilir.
Bu dünyâ yurdunda ilâhî hüküm altına girmeyen ve Hakk’a âsî olan kimse âhiret yurdunda mahkûm olur. Uhrevî hakîkatler o kimse üstünde öyle hüküm sürer ki, o hükümlere muhâlefet etmeye gücü yetmez. Nitekim cehennem ehli, zebânilerin hükmü altındadır.
Fakat cennet ehli böyle değildir. Görmüyor musun? Cennet ehlinden her birisi istediğini işler ve o şeyden dolayı kimse ona karşı hâkim olamaz.
Bir kimse uhrevî işlere âit ilmin hakîkatine vâkıf olur ve ilmî tahakkukları ile tasarrufda kudret peydâ ederse, o kimse A’râf’tadır. A’râf demek, ilâhî yakınlık mahalli demektir. Kur’ân’da bu A’râf hakkında “inde melîkin muktedir” ya’nî “Kudret sâhibi Melîk’in indinde“ (Kamer; 54/55) buyurulmuştur.
Bu yüce manzara, ma’rifet ya’nî ilâhi bilgi için verilen bir isimdir. O da benim sana şimdi beyân ettiğim ilmin hakîkatine vâkıf olmaktır.
A’râf ehli, “ârif-i billah” olanlar demektir. Çünkü bir kimse Cenâb-ı Hakk’ı bilirse uhrevî işler ilminin hakîkatine vâkıf olmuştur. Hakk’ı bilmemiş ise uhrevî işler ilminin hakîkatine vâkıf değildir.
Nitekim, Cenâb-ı Hak “ve alel a’râfi ricâlun ya’rifûne küllen bi sîmâhüm” ya’nî “A’râf’ta erler vardır ki, onlar her şeye sîmâlarıyla ârif olurlar“ (A’râf; 7/46) buyurmuştur.
Bu âyette “ricâl ya’nî erler” kelimesinin ma’rife olarak ya’nî “el” takısıyla belirli olarak söylenmeyip de nekre ya’nî belirsiz olarak söylenmesi, onların şânının büyüklüğüne işâret içindir. Çünkü onlar ma’rifetullahdan haberi olmayan kimselerin indinde bilinmezler; fakat onlar her şeye sîmâlarıyla ârif olurlar. Çünkü onlar Cenâb-ı Hakk’a ârif olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk’a ârif olan bir kimse indinde hiç bir şey gizli değildir.
Kesîb, ni’met cennetlerinin üstünde, A’râf’ın altında bir makâmdır. Cennet ehlinden ilâhî ma’rifetlerde ilerleyip yükselmeye nâil olanların derecelerinin yüceliği Kesîb’de gerçekleşir.
Kesîb ehli ile A’râf ehli arasındaki fark şudur ki;
Kesîb ehli dünyâda iken, ilâhî tecellîlere nâil olmadan âhirete intikâl ederler. Âhirete intikallerinden sonra onların mahalli cennettedir. Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle muâmele ederek onları Kesîb’in üstüne çıkarır ve onları tecellîlerine orada mazhar kılar.
Ve orada tecellîlere mazhar olma, kendilerinin dünyâdaki inançlarının ve îmânlarının kuvvetine ve miktârına ve Hakk’ın kudretinin büyüklüğüne mârifetlerinin derecesine göredir.
A’râf ehli bir kavimdir ki, dünyâda iken Cenâb-ı Hak onlara tecellî etmiş ve onlar Cenâb-ı Hakk’a dünyâda iken ârif olmuşlardır. Bunlar dünyâdan âhirete intikâl edince, onların mahalli ilâhî nezdinde olur. Çünkü bir kimse, bir beldeye dâhil olsa ve o beldede bildiği bir dostu bulunsa o kimse ancak o bildiğinin yanında misâfir olur. Belki bildiği kimse üzerine onu kendi yanında misâfir etmesi zorunludur. Mahlûkda iş böyle olunca Hâlık’da bu bahsedilen lütfun gözükmesi, daha ziyâde şüpheden uzaktır.
İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “ve alel a’râfi ricâlun ya’rifûne küllen bi sîmâhüm” ya’nî “A’râf’ta erler vardır ki, onlar her şeye sîmâlarıyla ârif olurlar“ (A’râf; 7/46) buyurmuştur.
Bu bahiste bir takım acâiblikler ve garîblikler daha vardır. Bunları açıkça tamamı ile anlatmayı vücûd ilmi taşıyamaz. Belki o garîblik ve acâibliğin son derece hassas ve derin olmasından, anlaşılması için işâret ve kinâyeden başka yol yoktur; meğer ki, bu kitabı okuyan kimse o mertebeye daha önce ulaşmış ve bu acâib işleri müşâhede etmiş kimselerden olsun.
Böyle olan kimse, ufak bir işâretle anlar ve en gizli bilmeceyi bilir. Oysa bizim kastımız, hakîkati bilmeyen kimseye bu kitapdaki bahisler ile hakîkati bildirmektir. Bunları bilen kimse için de bu acâiblikleri anlatsaydık, bu muhataba hükmü ifâde etmek değil, belki onun bildiğini bizim de bildiğimizi bildirmek olurdu. Oysa bizim maksadımız bu değildir. Bundan dolayı kâlemin cömertlik dizginini tutuyoruz.
Allah, kendisinden yardım istenen ve her husûsta tevekküle şâyandır.