Mutlaklık üzere İsim Beyânındadır
İsim, isimlendirileni anlayışta ta’yîn eden, hayâlde sûretlendiren, nefisde hâzır eden, fikirde tedbîr eden, zikirde muhâfaza eden, akılda vücûda getiren şeydir.
İsimlendirilenin mevcûd olması, olmaması, hâzır, gâib olması farketmez. İsimlendirilenin kendisini bilmeyene ta’rîf edilmesi kemâlli olarak, ilk önce isim ile olur. Bundan dolayı ismin isimlendirilene nispeti, zâhirin, bâtına nispeti gibidir. Bu i’tibârla isim, isimlendirilenin aynıdır.
İsimlendirilenlerden aslında yok olup, yalnız isimde mevcûd olan isimlendirilen de vardır; Batı Ankâsı gibi. Çünkü batı Ankâsı, yalnız isimde mevcûd olan şeyin adıdır. O Ankâ ismi, Ankâya vücûd kazandıran isimdir. O isim sâyesinde Ankâya lâzım gelen sıfatlar bilinmiştir.
Bu îzâh edilen şekildeki isim, isimlendirilenin gayrıdır. O i’tibâr ile ki, terim olarak batı Ankâ’sı kavramı, akıllara ve fikirlere gariplik bahşeden ve büyüklüğünden dolayı benzeri olmayan kendine has bir yapı üzerine işlenmiş bir şekilde bulunan şeyden ibârettir. Terimlerin dışında bu isim, bu hükme işâret edemez. Gûyâ bu isim, idrâk edilebilir ma’nâ üzerine küllî bir şekilde konulmuş olup, vücûdda bu ismin de bir mertebesi olduğunu ve yok olmadığını ve vücûdun işin aslında bu hükmü ihtivâ etmediğinin zannedilmemesini bild-irir. Bu şekilde Ankâ, isimlendirilenine ârif olmaya bir yol türü olup fikir, ma’nâsını akletmeye bu yol ile ulaşır.
Bu sözlerin içinden kabuğunu at, goncalarından gülü çıkar. “Cidden iyi anla!”
Halk edilmişler yönünden batı Ankâsı, Hak yönünden Allah Teâlâ’nın isminin zıddıdır. Ankâ’nın isimlendirileni zâtında salt yokluk olduğu gibi, Allah Teâlâ’nın zâtında isimlendirileni, salt vücûddur. Şu halde Ankâ, isimlendirilene ulaşmanın ancak isim ile olabileceğini bildirmek husûsunda Allah ismine karşılıktır. İşte bu durumda batı Ankâsı, bu i’tibâr ile mevcûddur.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerine ârif olmanın yolu, isimlerinden ve sıfatlarındandır. Çünkü isimlerin ve sıfatların hepsi bu Allah isminin altına dâhildir. Bundan dolayı isimlerin ve sıfatların aracılığı olmadıkça Hakk’a ulaşmanın mümkün olmadığı âşikârdır. Bu îzâhdan Allah Teâlâ’ya bu isim, ya’nî Allah ismi yolundan başka yol ile ulaşma yolu yoktur. Hakîkatle tahakkuk et-mesi i’tibârı ile vücûda vücûd kazandıran, bu Allah ismidir. Bu konudaki yol, bununla açıklık kazanmıştır.
Bu isim, insanda kâmil olan ma’nânın mührüdür.
Ve bu isim ile kendisine rahmet edilen, Rahmân’a ulaşmıştır.
Sâdece mühürün nakışına bakan, sâdece isim yönünden Allah ile berâberdir.
Mühürün nakışlanmış yerlerinden geçip yükselmiş ise, sıfatlar yönünden Allah ile berâberdir.
Mühürü açarak vasfı ve ismi geçmiş ise, o geçen kimse, zâtı ile Allah’la berâberdir; sıfatlarından da perdeli değildir. Bu zât, yıkılmak isteyen duvarı yerine oturtur ve kopmak isteyen mühürü de sağlamlaştırırsa, Hak ve halk denilen iki yetîmi kemâl derecesine eriştirir. Bu sûretle o iki yetîm duvardaki defîneyi çıkarırlar.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bu Allah ismini, insan için ayna yaptı. İnsan vechi ile o aynaya bakarsa “Allah var idi, O’nunla berâber hiçbir şey yok idi” sözlerinin hakîkatini bilir ve işitmesinin, Allâh’ın işitmesi olduğu; görmesinin, Allâh’ın görmesi olduğu; kelâmının, Allâh’ın kelâmı olduğu; hayâtının, Allâh’ın hayâtı olduğu; ilminin, Allâh’ın ilmi olduğu; irâdesinin, Allâh’ın irâdesi olduğu; kudretinin Allâh’ın kudreti olduğu kendisi için açılır; ve bu açılım, asâlet yolu iledir.
Yine o şekilde bunların hepsinin kendisine nispetinin âriyet ve mecâz yoluyla olduğunu ve Cenâb-ı Hak için sâhiplik ve hakikat yoluyla olduğu kendisinin bilineni olur. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da: “Vallâhu halakaküm ve mâ ta’melûn” ya’nî “Allah sizi ve sizin yaptıklarınızı hálk etmiştir” (Saffât, 37/96) buyur-muştur. Yine Kur’ân’da “İnnemâ ta’budûne min dûnillâhi evsânen ve tahlukûne ifkâ” “Allah’dan başkasına ibâdet ediyorsunuz ki, onlar putlardır ve iftirâ hálk ediyorsunuz” (Ankebût, 29/17) buyurmuştur. Burada onların hálk ettiği şey, Allah’ın hálk ettiği şeydir. Onlara bağlanan hálk etme, âriyet ve mecâz yoluyla, Cenâb-ı Hak için, sâhiplik yoluyladır.
Bu isim aynasına bir kimsenin vechi bakarsa, bu ilmi zevken ya’nî bizzat hakîkatini yaşayarak kazanır ve onun indinde ilimler, tevhîdden sâbit olan “vâhidiyyet” ilmidir. Ve bu makâm kimin için oluşursa, Allah’a duâ eden kimseye icâbet edici olur. O kimse Allah isminin görünme yeri olmuş olur. Bu mertebeden ilerleyip yükselir ve yokluk bulanıklığından, zorunlu olan vücûda ilim şekliyle sâflaşır ve yükselir.
Ve Cenâb-ı Hak o kimseyi sonradan olmaklık kirinden, kadîm olmanın zuhûruyla temizlerse, o kimse Allah isminin aynası olur. Bu şekilde Allah ismi ile berâber karşılıklı iki ayna gibi olur. Bu iki aynadan birisinde olan, öbüründe de bulunur. Bu mertebeye nâil olan kimseye duâ edene Cenâb-ı Hak icâbet edici olur. Allah o zâtın gazabı ile gazablanır, rızâsıyla râzı olur. Ve bu zâtın indinde tevhîd ilimlerinden sâbit olan ilim, ahadiyyet ve onun altındaki ilimlerdir. Bu makâm ile zâtî tecellî makâmı arasında ince bir sır daha vardır. Bu makâmın sâhibi, yalnız Furkân okur. Zâtî tecellîye mazhar olan ise indirilmiş kitapların hepsini okur, bunu anla!
Şurası da bilinmelidir ki, bu Allah ismi, kemâlâtın hepsinin heyûlâsıdır. Bu ismin feleği altında mevcûd olmayan hiçbir kemâl yoktur. Onun içindir ki, Allâh’ın kemâlinin sonu yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, zâtından ne kadar kemâl açığa çıkarırsa, gaybda ondan daha büyük kemâlât vardır. İlâhî kemâlin sonuna erişmek için yol yoktur. Ya’nî Hakk’ın kendi indinde Zât’ına tahsîs ettiği hiç bir kemâl dışarıda kalmamak üzere, kemâlin sonuna ulaşmak mümkün değildir.
İdrâk edilebilir işlerden olan heyûlâda hiç bir sûretin kābiliyyeti geriye kal-mamak üzere bütün sûretlerin hâriçte açığa çıkmasına da aslâ imkân yoktur; bu bir zarûrî iştir. Bundan dolayı heyûlânın altına dâhil sûretler için “bir son” düşünülemez. Mahlûk olan heyûlâda böyle olursa Kebîr-i Müteâl olan Hak hakkında “bir son” düşünülmesi nasıl olabilir?
İlâhî tecellîlerden böyle bir tecellî bir kimsede oluşursa: “İdrâke ulaşmaktan aczi idrâk, idrâktir” der. Fakat Allah’ın aynı olan ilâhî tecellîlere mazhar olan, ya’nî ilmi ve hakîkati i’tibârı ile bu yüksek mazharlığa erişen kimse, idrâkten âciz olduğunu söylemez; âcizliğe aykırı olana da kâil değildir. Belki, iki taraf onun için eşit olur. O zâtın makâmı, bir makâmdır ki, ondan ta’bîr mümkün değildir. Bu, Cenâb-ı Hakk’a ulaşmada en âlî bir mertebedir. Bu mertebeyi iste ve bundan gâfil olma!
Beyitler (Tercüme)
“Allahu Ekber, bu deniz durmaksızın dalgalıdır. İçinde esen rüzgârın heyecânından oluşan bir dalga sâhile inciler döker. Örtülerini çıkar ve bu denize dal; ve o denizde yüzmek hevesine düşme. O denizde yüzmek, iftihar sebebi değildir. Bu denizde öl! Allah’ın denizinde ölen kimseler, mutlak safâ içinde Allâh’ın hayâtı ile diridir.”
Bu “Allah” ismi, ilâhî ma’nâların sûretlerinin kemâli için heyûlâ olduğundan, Cenâb-ı Hakk’ın zât’ından zât’ına olan tecellîlerin hepsi bu ismin ihâtası altına dâhildir. Bunun daha ötesi “zât’ın zât’da batnları” denilen salt karanlıktır. O karanlığın nûru, bu isimdir. Bu isimde Cenâb-ı Hak nefsini görür ve bu isim ile halk, Hakk’a ârif olmaya ulaşır.
“Allah” ismi, kelâm âlimlerinin kullandığı terimlerde ulûhiyyeti ya’nî ilâhlığı hakeden Zât’ın âlemidir. Âlimler bu isimde ihtilâf ettiler.
Ba’zıları “asıl isimdir, türememiştir” dediler. Bu bizim tercih ettiğimiz anlayıştır. Çünkü Hak, “türemişler” ve “türemişlerin kendisinden türedikleri aslını” hálk etmezden evvel o isim ile kendisini isimlendirmiştir.
Ba’zıları, âşıklık etti ma’nâsına “Elihe, ye’lühu”dan türemiştir” dediler. Onlara göre türemenin bağlantı yönü, kâinatın ilâhî irâde üzerine cereyanda Hakk’a kulluğa âşıklığı ve azamet ve ilâhî izzete karşı zelîl olmasıdır. Bu ma’nâya göre kâinat bu âşıklığa boyun eğmekten kendini alamaz. Çünkü Hakk’a kulluğa âşıklık, vücûdunun mâhiyetini teşkil etmiştir. Bu âdetâ demirin mıknâtısa zâtî âşıklığı gibidir.
Kâinâtın bu âşıklığı, insanların anlayamadığı tesbîhdir. Kâinâtın ikinci bir tesbîhi daha vardır; bu tesbîh, Hakk’ın kâinatta açığa çıkışını kabûl tesbîhidir. Kâinâtın üçüncü bir tesbîhi daha vardır; bu da halk ismi ile Hak’da varlığın açığa çıkışıdır. Kâinâtın tesbîhleri çoktur. İlâhî isimlerden her isme göre kâinâtın özel bir tesbîhi vardır. İşte bu Cenâb-ı Hakk’ın bir olan ânda, bir olan lisânla sonsuz çoklukta tesbîhler ile tesbîhidir. Vücûd ferdlerinden her ferd, Cenâb-ı Hak ile berâber tesbîh hâlindedir.
Bu isim, “türemiştir” diyenler, “elihe, me’lûhün” kelimelerinin kullanımına baktılar. “Asıl isim olsa, çekilmezdi” dediler ve şunu ilâve ettiler ki, bu ismin aslı ma’bûd için konulmuş “İlâh” kelimesidir. Üzerine “ta’rîf lâm”ı ya’nî “el” dâhil olunca “el-İlâh” olmuştur. Yaygın kullanımdan dolayı orta yerindeki elif harfi düşürülünce, geriye “Allah” kalmıştır. Bu isimde dil âlimlerinin birçok sözleri vardır. Biz bereketli olarak sayılması için bu kadarla yetiniyoruz.
Bu isim, ya’nî “Allah” ismi beş harflidir. Çünkü “he” harfinden önce olan “elif” harfi telaffuzda sâbittir. Telaffuz yazıya hâkim olduğu için, yazıdan düşmesine i’tibâr olunmaz.
“Allah”-اللّهِ- ismindeki birinci “elif”, içinde çokluk helâk olmuş olan ahadiyyetten ibârettir. Çokluğun ahadiyyette helâk olması demek, çokluk için “bir vecihle dahi vecihlerden” bâkiye kalmaması demektir. “Küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” ya’nî “herşey helâk olucudur, ancak O’nun vechi hâriç” (Kasas, 28/88) âyetinin hakîkati budur; ya’nî o şeyin vechi, o şeyde Hakk’ın ahadiyyeti demektir; ve o şeyin hükmü, o ahadiyyetten ileri geldiği için, hükmü zâtî olmayan çokluğa i’tibâr yoktur.
Ahadiyyet, salt Zât’ın nefsi için, nefsinde nefsiyle olan tecellîlerinin ilkidir. Böyle olduğu için “Allah” kelimesinin başındaki “elif” başka harfe bitişmeyerek, başa yazılmıştır. Bu tek kalışta hakkıyye vasıflarından ve halkiyye niteliklerinden kendisinde hiçbir şey zâhir olmayan ahadiyyete tenbîh vardır. Bundan dolayı o ahadiyyet, “salt ahadiyyet” olup, isimlerin ve sıfatların ve fiillerin ve te’sîrlerin ve mahlûkların hepsi onda bir arada bulunmaktadır.
Bu bir arada bulunmaklığa,“elif” harfinin tek kalışının “elif” kelimesinin yazılışında olan bir arada bulunmaklığına işâret vardır. Çünkü “elif” kelimesini oluşturan harfler “elîf, lâm, fe” harfleridir.
Tek başına kalmış olan “elif”- harfi tek kalmayı ve tek kalmada bir arada bulunmayı toplamış olan zâta işâret eder.
“Lâm”- harfi dik duran şekliyle kadîm sıfatlara işâret eder. Dîğer harfe bitişmeye vâsıta olan kıvrımıyla da, sıfatlarının bağlantılarına işâret eder. Sıfatların bağlantıları, sıfatlara mensûp olan kadîm fiillerden ibârettir.
“Fâ”-harfi şekliyle fâilin fiilinin te’sir ettiği şeye işâret eder; noktasıyla Hakk’ın halkın zâtında varlığına işâret eder. “Fâ” harfi başının dâire, içinin boş olmasıyla, ilâhî feyzi kabûl eden imkân dâhilinde olanın sonunun olmayışına işâret eder.
“Fâ” harfinin başının dâire olması, imkân dâhilinde olan için, son olmayışa işâret mahallidir, dedik. Bunun sebebi, dâirenin başı ve sonu bilinmediğindendir, içinin boş olmasının ilâhî feyzi kabûle işâret mahalli olmasının sebebi, içi boş olan şeyin kendisini dolduracak bir şeyi kabûl etmesinin zarûrî olmasındandır.
Burada başka bir incelik daha vardır. O incelik de, “fâ” harfinin başındaki noktanın mahalli, konulduğu yer olmayıp, gûyâ o noktanın asıl mahalli “fâ” harfinin dâire olan başının içidir. İşte incelik buna işârettir. Ve bu işâretin öyle bir latîf işâreti vardır ki, o işâret de, insanın yüklenmiş olduğu emânetedir. O emânet ise, ulûhiyyettin ya’nî ilâhlığın kemâlinden ibârettir. Gök ve yer ve bunlardaki mevcûdlar, o emâneti yüklenmeye güçleri yetmemiş ve insan buna lâyık görülmüştür. Tıpkı bunun gibi “fâ” harfinin genel şekli noktaya mahal olmayıp, yalnız içi boş olan başı o noktaya mahaldir.
O dâire şeklinde olan baş dediğimiz de insandan ibârettir; çünkü insan bu âlemin başıdır. Bunun için “Ey Câbir, Allah Teâlâ önce senin peygamberinin rûhunu hálk etti” hadîsi vârid olmuştur.
Yine tıpkı bunun gibi, kâtibin elindeki kalemin ilk önce yazdığı ve tasvîr ettiği, “fâ”nın başıdır. Bu noktadan ve bu incelikten ve bu sözden ve bu sözün üst tarafındaki kelâmdan şu netîce çıkar ki, Hakk’ın ahadiyyeti, azîm bir bâtın olup, hakîkatlerden, isimlerden ve sıfatlardan ve fiillerden ve te’sîr edicilerden ve mahlûklardan her şeyin hükmü, o ahadiyyet’in bâtınındadır. Yalnız arada bâkî kalan, ahadiyyet olarak isimlendirilen zâtî sıfatıdır.
Bu “Allah” kelimesi hakkında “El-Kehfü ve’r-Rakîmu fî Şerhi Bismillâhir- rahmânirrahîm” adlı kitâbımızda daha ayrıntılı îzâhlar vardır, oraya bakılsın.
“Allah”-اللّهِ- isminnde ikinci harf, birinci “lâm”dır. O da celâlden ibârettir. Onun için “elif”in yanıbaşına yazıldı. Çünkü celâl, zâtî tecellîlerin a’lâsıdır ve zâttaki cemâle önceliği vardır. Nebevî hadîste “Azamet benim izârım; kibriyâ benim ridâmdır” buyrulması, bu hikmete dayanmaktadır.
İnsana izârdan ve ridâdan yakın bir şey yoktur. Bundan şu sabit olur ki, celâlî sıfatlar, cemâlî sıfatlardan önceliklidir. Bu îzâh “Rahmetim, gazabımı geçti” hadîsine aykırı değildir. Çünkü gazabı geçen rahmet, genellik ve kapsama şartıyla hâsıldır. Genellik ve kapsama ise celâldendir. Şurası da bilinmelidir ki; cemâlî bir sıfat, zuhûrda kemâlini tam olarak bulursa veyâhud kemâle yaklaşırsa, “Celâl” olarak isimlendirilir. Cemâlî saltanatın kuvvetli zuhûru, bunun sebebidir. Şu halde cemâlden rahmet kavramı ve o rahmetin genelliği ve kapsamı ve sonucu, celâlden ibârettir.
“Allah”-اللّهِ- ismindeki üçüncü harf, ikinci “lâm”dır. Bu da hakîkî görünme yerlerine sirâyet etmiş olan mutlak cemâlden ibârettir.
Cemâlî sıfatların hepsi iki sıfata dönücüdür: Biri ilim; biri lütuf.
Celâlî sıfatların hepsi de yine iki sıfata dönücüdür: Birisi azamet; diğeri kudret. Önceki iki sıfatın nihâyeti bu azamet ve kudrete ulaşır. Gûyâ bu sıfatlar bir vasıf gibidir. Bundan dolayı halk için zâhir olan cemâl, celâlin cemâlidir; ve halk için zâhir olan celâl, cemâlin celâlinden ibârettir. Bunların her birisi arasında birbirini tâkip etme ve birbirlerine lâzım oluş geçerlidir. Bu iki tecellîye örnek getirmek gerekirse, deriz ki:
“Şafak vakti tamâmıyla bir örnektir. Çünkü şafak vakti, güneşin doğmaya başladığı andan, tam olarak doğuncaya kadar olan zamandır. Cemâl nispeti, güneşin doğmaya başlayışının nispeti gibidir; celâl nispeti, tam olarak doğmasının nispeti gibidir. Bu tam olarak doğuşun ışığı o doğmaya başlamasından, o doğmaya başlama bu ışıktandır.”
İşte celâlin cemâlinin ve cemâlin celâlinin ma’nâsı budur.
Bu “lâm”, bu cemâl ve celâl görünme yerlerine mertebeler ihtilâfı ile işârettir. “Lâm” harfinin kelime olarak yazılışını oluşturan harfler “lâm, elif, mîm”dir. Bu harflerin sayı toplamı “71”dir. O sayı, Cenâb-ı Hakk’ın kendisiyle, halk arasına çektiği perdelerin sayısıdır. Nitekim Cenâb-ı Peygamber: “Cenâb-ı Hakk’ın yetmişten fazla nûrdan ve zulmetten perdesi vardır. O perdeleri açsa, azamet vechesi kendine ulaşan gözleri yakar.”Burada “nûrânî perdeler” cemâl, “zulmânî perdeler” celâlden ibârettir. “Azamet vechesinin kendine ulaşan gözleri yakması” demek, o makâma ulaşandan asla ve kesinlikle eser kalmaz demektir. O hâle sûfiyye, “mahk” ve “sahk” derler.
Bu “lâm” harfinin sayılarından her sayı, Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkâtından kendisini örten perdelerinin mertebelerinden birer mertebeye işârettir. Her mertebede, perde mertebelerinden bin perde daha vardır; meselâ “izzet” gibi. Çünkü izzet, varlıksal mertebede insanı kayıtlayan birinci perdedir; lâkin o perdenin bin vechi, her vechin ayrıca perdesi vardır.
Dîğer ilâhî perdeleri bu izzet örneğine kıyâs ile anlayabilirsin. Eğer sözü kısa kesme kastı olmasaydı, bu konuda vecihlerin en tamı, en mükemmeli, en husûsisi, en fazîletlisi üzerine şerhte bulunurduk.
“Allah”-اللّهِ- ismindeki dördüncü harf, yazımda düşen, telaffuzda sâbit olan “elif” harfidir. Bu elif, nihâyeti ve bitimi olmayan kemâlâtı içine alan elifdir. Hatta yazımda düşmesi, bitiminin, nihâyetinin olmayışının işâretidir. Çünkü düşmüş olan şeyin ne aynı, ne de eseri idrâk olunabilir. Telaffuzda sâbit olması ise, Hakk’ın zâtında mevcûd olan kemâl nefsinin, vücûdsal hakîkatine işârettir. Bundan dolayı ehlullahdan kâmil olan kimsenin en kâmil olmakta ilerlemesi kemâlde olur.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri ise, zevâlsiz olarak tecellîlerinde dâimdir. Hakk’ın tecellîlerinden her bir tecellî, en kâmil olmada birer ilerlemedir. Tecellîlerde ikincinin, birinciyi toplayıcı olması bakış açısından, Hakk’ın tecellîleri de devâm üzere yükseliştedir. Bunun için tahkîk ehli demişlerdir ki; Her nefesde âlemlerin tamâmı yükseliştedir; çünkü âlemler, Hakk’ın tecellîlerinin eseridir. O tecellîler ise, yükseliştedir.
Bundan âlemlerin yükselişte olması lâzım gelir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın dâimâ yükselişte olup, yükseliş ile de halk için açığa çıkmanın kastedilmesi i’tibârı ile Cenâb-ı Âli-i İlâhî hakkında bu sözler câiz olmuştur. Yoksa Allah Teâlâ hazretleri, yükselmekten ve eksilmekten yana yüce ve varlıksal vasıflarla vasıflanmaktan berîdir.
“Allah”-اللّهِ- kelimesindeki beşinci harf “he”dir. Bu “he” insanın ‘ayn’ı olan Hakk’ın hüviyyetine işârettir.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da “Kul hüvallâhu ehad” (İhlâs, 112/1) buyurdu. Buradaki “hüve” insan demektir. “Yâ Muhammed, insanın Ahad olan Allah olduğunu söyle” demektir. –هُوَ- Yüzü üste dönük olan “hüve” zamîri “kul-de ki” kelimesinin fâiline, ya’nî “ente-sen”e dönüktür. Eğer böyle olmasa, “hüve” zamîrinin zikredilmeyene dönük olması lâzım gelirdi.
“Kul-de ki” kelimesinin fâili, altında örtülü “ente-sen”, burada beyân ilminin iltifat kâidesiyle (-mevzûun dışına çıkmadan- sözün ve hitâbın yönünü değiştirme kâidesiyle) muhâtab gâib makâmına ikâme edilmiştir. Ve bu iltifât ile burada gâyenin bizzât, yalnız muhâtab olmayıp, gâib ve hâzır, bu husûsda aynıdır, denilmek istenilmiştir.
“Ve lev terâ iz vukıfû” (En’âm, 6/27) “Durduruldukları vakitte sen görsen” nazm-ı celîlinde de hüküm böyledir. Orada “terâ-görsen” kelimesinde örtülü olan “ente-sen”den kasıt sâdece Hz. Muhammed (s.a.v) olmayıp, belki her gören kastedilmiştir.
Bu özete bakarak “he”nin başının yuvarlak olmasında Hakk’ı ve halkı olan yüce varlık çarkının, insan üzerinde dönmesine işâret vardır. İnsan, misâl âleminde “hâ” harfinin kendisine işâret ettiği yuvarlak gibidir.
Şu halde nasıl istersen öyle söyle. İstersen, “dâire Hak’dır” de! İstersen “dâire halktır, içi Hak’dır” de! “O insan hem Hak’dır, hem halktır” de! İstersen üstü kapalı olarak söyle; üstü kapalı olarak söylediğin zaman, insanın devirsel olması lâzım gelir. Onun devrânı, kulluk ve âcizlik zilletini ihtivâ eden mahlûk ile kemâl ve izzeti toplamış olan “Rahmân” sûretinde açığa çıkan iki vücûd arasındadır.
Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “ve hüvel velîyy” (Şûrâ, 42/28) ya’nî “O velîdir” buyurmuştur. Bununla insân-ı kâmil kastedilmiştir. Bunlar hakkında Cenâb-ı Hak yine Kur’ân’da “E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hüm yahzenûn” (Yûnus, 10/62) ya’nî “Evliyâ için ne korku, ne de hüzün vardır” buyurmuştur. Bunun hikmeti, korku gibi, hüzün gibi ve bunlara benzeyen haller gibi şeylerin Allah’a nispetle muhâl olmasıdır. Çünkü Allah “Veliyyü’l-Hamîd”dir.
“Ve hüve yuhyîl mevtâ ve hüve alâ külli şey’in kadîr” Şûrâ, 42/9) “O ölüleri diriltir ve O, her şeye kâdirdir”. Bu âyette “Hüve” (O) zamîri, “velî”ye dönüktür. Ya’nî “Velî” halk sûretinde vücûd gösteren Hak demektir. Yâhut, ilâhî ma’nâlar ile tahakkuk edici olan halk demektir. Her hâle ve takdîre ve her söylem ve ifâdeye göre, noksan ve kemâl vasıflarını toplamış, yüce güneş nûruyla var edilmişlere âit arzda nûr saçıcı olan insân-ı kâmildir. Ya’nî velîdir. Semâ da odur, arz da odur, uzunluk da odur, genişlik de odur. Bu ma’nâda aşağıdaki kasîdeyi söyledim:
Kasîde (Tercüme):
“İki cihânda mülk benimdir. İki cihânda lütfunu temennî edecek, yâhud kahrından korkacak kendimden başka kimse görmüyorum.
Benden evvel başka bir vücûd yoktur ki, ona dâhil olayım. Benden sonra yine başka bir vücûd yoktur ki, onun ma’nâsını anlamaya koşayım.
Kemâlâtın her türlüsünü taşıyan benim. Ben, her türlü celâlin cemâliyim.
Ben, ondan başka bir şey değilim.
Ma’denden, bitkiden, hayvanâttan ve bunlardaki özelliklerden ve hallerden;
Ve maddesel unsurlardan ve tabîattan ve varlıksal zerrelerden ve mutlak kazâdan ve denizlerden ve sahralardan ve ağaçlardan;
Yâhut yüksek dağlardan ve ma’nevî sûretlerden ve insânî gözlerin hoş bakışla baktığı manzaralardan;
Ve tefekkür ve hayâl etmeden, akıl ve nefisten ve kalbden, kalbin içinden;
Ve meleklerin şekillerinden ve Îblîs’den ve beşerî şehvetten ve onun gereklerinden;
Ve her öncenin öncesinden ve her sonranın sonrasından ve her efendiliğe nâil olan veyâhut efendilik da’vâsında bulunandan;
Ve Leylâ’sı muhabbetiyle yanan âşıktan;
Ve arştan ve ihâta ettiklerinden ve kürsîden ve yüce bir görünme yeri olan Refref’den ve parlak yıldızlardan;
Ve kalplerin arzûsu olan yüksek cennetlerden ve sidre-i müntehâdan;
Ve ba’zı seyr ü sülûk ehlinde zuhûr eden salsala-i ceresden her ne varsa, bunların hepsi benim.
Bunların hepsi benim şehâdetimdedir. “İllâ hüve(Sâdece O)” hakikatiyle tecellî edici olan benim.
Ben halkın rabbi ve efendisiyim.
Mevcûdât adına ne varsa, hepsi benim ismim olup, zâtım onların isimlendirilenidir. Mülk ve melekût benim dokumam ve san’atımdır. Ve gaybın ve ceberûtun sebebi benim vücûdumun oluşudur.
Fakat dikkat et! Bu bahsedilenlerin hepsi, zât bakış noktasından olup, bundan bakışı çekerek, mevlâsına yönelen âciz kul yine benim.
Fakîrim, hakîrim, mütevâziyim, zelîl olucuyum, günahların esîri-yim, hatâlara gark olmuşum.
Ey kerem sâhibi Arap! Benim amellerimin hülâsası sizsiniz. Gâyem sizsiniz, hayrette olan sâdık âşıkın en iftihâr ile sığındığı yüce zât sizdendir. Temennî ettiğim şeylerde şefâatçım sizsiniz.
Ey kemâlâtın hepsini taşıyıcı olan yüce zât!
Kemâlâtın öne geçeninde en şanlı öncelik senin içindir.
Âlimlerin şeyhinin üstâdı aşkına, o âlimlerin şeyhi aşkına; Ve kâmillerin yüklenmiş olduğu parlak nûr aşkına; Her gece ve gündüz selâmım ve hürmetim sizin üzerinize olsun; Ve bu hürmet selâm ve duâları, ile’l-ebed devâm üzere olsun.”