62.Bölüm-1. Kısım Gökler Hakkında

Birinci Kısım; “Gökler”

Bilesin ki; şu gözümüzle bakıp gördüğümüz, dünyâ göğü değildir. Bu görünenin ne rengi ve ne de vasfı dünyâ göğünün rengi ve vasfıdır.

Bu gözümüzle gördüğümüz, güneşin sıcaklığıyla buharlaşıp suyun rutûbetinden ve toprağın kuruluğundan tabîat hükmüyle havaya yükselen buhardır.

Dünyâ yeri ile dünyâ göğü arasındaki boşluğu dolduran işte budur. Onun için gök şeklinde bize görünenin rengini ba’zen mâvî; ba’zen gri renginde; ba’zen de karışık renkde görürüz.

Görünen bu renkteki ihtilâf, yerden çıkan buhar ile o buhar arasına düşen güneş ışıklarının te’sîrinden ibârettir. Bizim bu görünene gök dememiz, asıl dünyâ göğüne bitişik olmasından dolayıdır.

Asıl dünyâ göğüne gelince;

Onu, çok uzak oluşundan ve çok latif oluşundan dolayı görmek mümkün değildir. Asıl dünyâ göğü sütten daha beyazdır.

Hadîs-i şerîfde “dünyâ göğü ile dünyâ yeri arası beşyüz yıllık yoldur“ diye ulaşmıştır. Bu bir gerçektir ki, beşyüz senelik uzaklıkta bulunan bir şeye çıplak göz ile görüş bağlanamaz.

Bu durumda şu anlaşıldı ki, bizim bakışımıza görünen ve gök zannedilen şey, asıl göğün aynı değildir. Eğer yıldızların ışıklarının yeryüzüne düşmesi olmasa, dünyâ göğünün varlığına müşâhede ve görüş bağlanmamış olurdu.

Göklerde öyle parlak ışık saçan yıldızlar vardır ki, henüz ışığı yeryüzüne vurmamıştır. Uzak olduğundan dolayı biz, o yıldızları göremeyiz. Lâkin keşf ehli, o yıldızları görür ve yeryüzü sâkinlerine onlardan yana bilgi vererek, o yıldızları anlatırlar.

Şimdi; bilesin ki; Cenâb-ı Hak, halka âit türlü türlü olan rızıkların hepsini dört günde yarattı ve o rızıkları yer ile gök arasında dört feleğin içinde topladı. Bu dört felek; sıcaklık feleği, soğukluk feleği, kuruluk feleği ve rutûbet feleğidir.

İşte Kur’ân’da “ve kaddere fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâmin, sevâen lis sâilîn” ya’nî “Yeryüzündekilerin rızıklarını, o talepler için eşit olarak dört günde takdîr etti“ (Fussilet; 41/10) âyet-i kerîmesinin ma’nâsı budur.

Çünkü zâtî hakîkatler, gereklerini talep eder. Mahlûkların hakîkatlerinde, her bir hakîkat bir şey gerektirince, onun talebine ve gereğine göre ilâhî hazînelerden o şey nâzil olur ya’nî iner.

İşte bu da, “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm” ya’nî “Her şeyin hazînesi bizim indimizdedir. Biz onları ma’lûm bir kader ile indiririz“ (Hicr; 15/21) âyet-i kerîmesinin ma’nâsıdır.

Bundan başka Cenâb-ı Hak yedi gökte her türlü rızkı rızık sâhibine ulaştırmaya me’mûr olarak “inzâl melekleri”ni yarattı. Bundan başka her gökte bir melek yaratarak o meleği, o gökte mevcût rızık meleklerinin üzerine hâkim yaptı. O meleğe, “Melekü’l-havâdis” denilir.

O gökte mevcûd olan yıldızın rûhâniyeti, o melekten ibârettir. O göğün yıldızının rûhâniyeti üzerine mahlûk olan hâkim meleğin izni olmadıkça, rızık meleklerinden hiç biri gökten yere inmez.

Dünyâ göğünün yıldızı “Ay”;

ikinci göğün yıldızı “Merkür”;

üçüncü göğün yıldızı “Venüs”;

dördüncü göğün yıldızı “Güneş”;

beşinci göğün yıldızı “Mars”;

altıncı göğün yıldızı “Jüpiter”;

yedinci göğün yıldızı “Satürn”dür.

Dünyâ göğü gümüşten daha beyazdır. Cenâb-ı Hak onu rûhun hakîkatinden halk etti. Ve bununla, rûhun madde bedene nisbeti nasılsa, dünyâ göğünün de yeryüzüne nispetinin öyle olmasını murâd etti.

Aynı şekilde ay feleğini, dünyâ göğünden yarattı. Çünkü Cenâb-ı Hak Ay’ı Hayy isminin mazharı kılmış ve burçlar göğünde döndürdüğü ay feleği de vücûdun hayâtını açığa çıkarmıştır. İşte o vücûd, vehmedilenin ve müşâhede edilenin dönencesidir.

Bundan başka yıldız ayının feleğini, yeryüzünün idâresine vazîfeli kıldı; tıpkı rûhu madde bedeni idâreye vazîfeli yaptığı gibi.

Cenâb-ı Hak asıl dünyâ göğünü rûhun hakîkatinden yaratmamış olsaydı, bu durumda ilâhî hikmet yeryzünde hayvânî dediğimiz canlı türünün varlığını gerektirmez idi. Belki yeryüzü, o zaman mâdenlerin mahalli olurdu.

Bundan başka Cenâb-ı Hak, Âdem’i bu dünyâ göğünün sâkini kılmıştır. Çünkü Âdem, dünyevî âlemin rûhudur. Cenâb-ı Hakk’ın mevcûdlara bakışı Âdem iledir.

Cenâb-ı Hak, mevcûdlara merhâmet etti de onları Âdem’in hayâtı ile hayât sâhibi kıldı. İnsân türü, dünyâ âleminde devâm ettikçe, dünyâ âlemi hayât sâhibi olarak devâm eder. İnsan türü, dünyâ âleminden âhiret âlemine geçerse, dünyâ helâk olur. Ba’zı parçaları ba’zısına karışarak karma karışık olur; nitekim hayvânî dediğimiz canlı yapının rûhu, madde bedenden çıkınca madde bedenin harâb olmasıyla ba’zı azâlarının ba’zısına karıştığı gibi.

Cenâb-ı Hak, asıl dünyâ göğünü yıldızlar ile süslemiştir. Zâhir ve bâtın latîflikleri yüklenmiş olan insânî yapının tamâmını da rûh ile süslediği gibi.

“Zâhir latîflikler” dediğimiz beş duyudur. “Bâtın latîflikler” dediğimiz ise akıl, himmet, fehim, vehim, kalb, fikir, hayâl denilen yedi kuvvetten ibârettir.

Asıl dünyâ göğünün yıldızları, şeytanlara karşı taşa tutma mahalli olduğu gibi insanın kuvvetleri de güçlü ve doğru olursa, nefsânî hâtıra veren şeytanları o kimseden def’ eder. İnsanın bâtını o kuvvetlerle korunduğu gibi, bu parlayan yıldızlar ile de dünyâ göğü korunmuştur.

Bu asıl dünyâ göğünün melekleri, Cenâb-ı Hakk’a tesbîh ettikleri sürece basittirler. O göğün meleklerinin inmesine vekîl tâyin edilmiş olan meleğin emriyle bu meleklerin dünyâ göğünden inmesi gerekince; hangi iş için inerse o işin görünüşü üzerine şekillenirler ve me’mûr oldukları şeyin rûhâniyeti olurlar.

Ve o melekler me’mûr oldukları şeyi, Cenâb-ı Hakk’ın emretttiği yere kadar sevk etmek husûsunda hiç durmazlar. Eğer me’mûr olduğu şey rızık ise, onu rızık sâhibine sevk ederler. Me’mûr oldukları şey, bir kazâya dönük emir ise, hayır olsun, şer olsun o kazâ edilecek şeyi Hak kimin için takdîr etmiş ise, o kimseye sevk ederler. Bu vazîfeyi yerine getirdikten sonra yine sâkin oldukları göğün feleğinde tesbîhe devâm ederek artık başka bir şey için yerlerinden inmezler.

Cenâb-ı Hak “İsmâil” ismi verilen meleği, dünyâ göğündeki meleklerin hepsinin üzerine hâkim kılmıştır. Ayın ûhâniyeti o melekten ibârettir.

Cenâb-ı Hak, bir şeyi emreder ve o melek de emredilen şeyi icrâ ederse “menissatü’s-suver” ismi verilen kürsîler üzerine oturur; fakat o kürsîler üzerine oturuşu hangi iş için inmiş ise, o şeyin sûretiyle şekillenerek gerçekleşir. Bir daha ilk basit olarak bulunduğu hâle geri dönemez.

Belki şekillenmede ve tasavvurda ya’ni sûret bağlamak husûsunda cüz’î cisim şeklinde ne hal üzere ise, o hal üzere devam eder kalır, vücûdda Cenâb-ı Hakk’a o sûretle ibâdet eder. Çünkü rûhlar sûretlerden bir sûretle şekillenince, o sûretten bir daha sıyrılmasına imkân yoktur. Sûretten sıyrılmak demek, aslî basit haline dönmek demektir. Bu dönüş imkânsızdır.

Şu kadar var ki, rûhların aslî kuvvetinde, aslî sûretinden ayrılmamakla berâber, her sûretle sûretlenmek için kendisinde kudret vardır. Bu, Cenab-ı Hak’dan bir hikmettir.

Bahsedilen rûhânî sûretler, mevcûdlara kıvâm sebebi olan ilâhî kelimelerdir. Rûhun madde bedenle kıvâmı, bu türdendir.

Rûhlar, ilmî derinlikten aynî ya’nî gözle görünür görünüşe çıkınca, vücûddaki zâtî gerekleriyle ayakta durarak bâkîdirler. Bundan dolayı ma’den, bitki, hayvanât, sözler ve diğerleri gibi âlemin mahlûklarına âit ne kadar cisimler varsa, o cisimlerin sûretleri üzerine kâim olmak üzere kıvâm sebebi olan rûhlar vardır.

Hattâ o cisim yok olup giderse, rûh Cenâb-ı Hakk’a tesbîh ederek bâkîdir. Ve bu bâkîlik, Hakk’ın bâkî kılmasıyladır. Çünkü Cenâb-ı Hak rûhları fânî olmaları için değil, bâkî olmaları için yaratmıştır.

İşte keşfe nâil olan kimseler, vücûda âit işlerden bir işin keşfini murâd ettikleri zaman, Allah’ın kelimelerinden ibâret olan o rûhlar kendilerine tecellî edici olur. Keşfe nâil olan kimse o rûhları aynlarıyla, isimleriyle, sıfatlarıyla bilir.

Çünkü vücûd rûhlarından her rûh kendisi için vasıf, nitelik, ahlâk olan elbise ile tecellî ederek idâre edicisi olduğu cisim üzerine hükmünü açığa çıkarır. O cisim de hayvan, bitki, ma’den, bileşik, basit gibi şeylerdir.

Yâhut bahsedilen rûhlardan her rûh bir sûret üzerine tecellî eder ki, o rûh sûretin ma’nâsıdır. Bu da sözler, ameller, arazlar ve bunlara benzeyen şeylerde olur.

Bu yapılan îzâh, rûhların ilmî âlemden aynî âleme çıktığı düşünülerek yapılmıştır. Eğer rûhlar ilmî âlemdeki hâli üzerine bâkî olursa, keşfe nâil olan kimse o rûhları daha sonra görünme yeri olacak cesed yâhut sûret için ne şekilde ameller ve vasıflar olacaksa ona göre bir elbiseye bürünmüş olarak görür.

Bu görmeyle berâber yine keşif sâhibi bilir ki, o rûhların ilmî olarak müşâhede edilen sûretlerinin vücûdu keşf sâhibinin zâtına göredir. Ya’nî bu anlatılan şekilde olacak bir görüş esnâsında bahsedilen bu rûhlardan istediği ilimleri alabilir. Fakat bu alış, o rûhlar açısından değil, belki keşfe nâil olan açısındandır.

Bununla birlikte keşfe nâil olan bu şekilde ilimler alırsa da, bu alış yine o rûhların hakîkatlerinin gereğine göredir. Fakat rûhlar ilmî âlemden aynî âleme çıkmış ise, alış durumu bahsettiğimiz îzâhın tam tersinedir. O zaman keşf sâhibi bilir ki, rûhların vücûdu kendi açısındandır. Bu hâlde keşf sâhibi, rûhlar ile konuşur ve rûhların ilimlerden ve hakîkatlerden barındırdığı çeşitli şeylere âit cevaplar alır.

Bu müşâhade yerinde nebîlerin ve evliyânın birbirleriyle toplanmaları vardır.

Zebîd şehrinde hicrî 800 yılında, Rebiu’l-evvel ayında ben bu müşâhede yerinde bulunduruldum. Nebîlerin ve resûllerin hepsini, evliyâyı, âlîn meleklerini, mukarrabîni, teshîr meleklerini gördüm.

Mevcûdların hepsinin rûhâniyetini de müşâhede ettim. Ezelden ebede kadar işlerin hakîkatlerini de keşfettim. İlâhî ilimler ile hakîkate nâil oldum. Fakat bu vücûdî varlık, o sırları anlatmaya müsâid değildir.

Bu müşâhede yerinde olan oldu. Sen hayra yor, hakîkatinden haber sorma!

Kâlem dalgıcı, haber beyânında fazla derine daldı. İlâhî takdîr bu incileri meydana çıkarmaya beni muzaffer kıldı. Ebediyyen meydana çıkarılması hatıra gelmeyecek bu mes’eleden âşikâr olan kadarıyla yetinerek beyân etmekte olduğumuz dünyâ göğünün îzâhına geri dönüyoruz. Şimdi aşağıdaki sözleri dikkatle bilesin ki;

Cenâb-ı Hak, asıl dünyâ göğü feleğinin çevresini onbir bin senelik seyir ile kat’ edilecek genişlikte halk etmiştir. Bu ise çevresi i’tibârı ile gök feleklerinin en küçüğüdür.

Ay, bu feleğin çevresini normal olarak yirmi dört saatte kat’ eder. Bu hesaba göre her saatte 458 sene 120 günlük yolu kat’ etmiş olur.

Bu feleğin kutru, 4500 senede kat’ edilebilecek bir yoldur. Bundan başka bu felek içinde Ay’a mahsûs ayrıca bir felek daha vardır. Ay’dan başka her gezegen de böyledir. Ya’nî büyük felekten kendisinin dönüşüne mahsûs bir de küçük feleği ya’nî uydusu vardır.

Büyük feleğin dönüşü yavaştır. Küçük feleğin dönüşü serîdir. Senin gezegenlerin geriye gidiş hareketine dâir gördüğün şey, büyük feleğin dönüşü içinde küçük feleğin dönüşünden dolayı oluşan ihtilâftandır. Küçük felek, dönüşte büyük feleği geçer, bakan kimse gezegenin geriye gidiş ile hareket ettiğini sanır. Oysa geri hareket etmemiştir; o dönmektedir. Geriye gidiş hareketi lâzım gelse, âlemin bütün hepsiyle harâb olması lâzım gelir.

Bilesin ki; Ay, rengi değişken büyük bir cisimdir. Aslında kendisinde ışığı yoktur. Yarısının güneşe karşılık durmasıyla, güneşten nûr alır. Bundan dolayı yarısı, dâimâ aydınlık olduğu gibi güneşe karşılık durmayan diğer yarısı, dâimâ karanlıktır. Bundan dolayı ayın nûru sâdece güneşe karşılık olan tarafından görülür. Diğer gezegenler böyle değildir. Her gezegen, tamâmıyla güneşin nûruna karşılıktır. Gezegenler, şeffâf billur gibidir. Güneşin nûru üzerine vurunca, zâhirine de bâtınına da sirâyet eder. Ay böyle değildir. Ay dışı parlayan mâdenî bir küre gibidir. Nûru, sâdece güneşe karşılık olan tarafından kabûl eder. Bunun içindir ki,yere nisbetle nûru noksan ve fazla olur.Diğer gezegenler böyle değildir.

Bilesin ki; göklerin ba’zısı, ba’zısını kuşatmıştır. En büyüğü Satürn göğüdür; en küçüğü ise Ay göğüdür. Gezegenlerin dizilişlerinin ve sûretlerinin şekli aşağıda gösterilmiştir.

Her feleğin, kendi göğüne altı yönden temâs eder. Bu temâs, mânevî bir husûstur. Çünkü bu tâbir, gezegenlerin kendi evcinde ya’nî açısında döndüğü semt ya’nî açısal uzaklık için bir isimdir. Gezegenler ise her gökte şeffâf ve ışık verici olan büyük cisimlerin ismidir.

Biz bu konudaki en ince detayı, sâniyeleri, dakîkaları, dereceleri, semtin girişini, gezegenlerin seyrini beyân etmeye girişsek ve bunların özelliklerini ve gereklerini şerhe başlasak, ciltlerce kitap yazmak gerekir. Onun için işin bu yönünden vazgeçiyoruz. Çünkü bizim isteğimiz Allah bilgisinden başka bir şey değildir. Eşyânın zâhirine âit yukarıda geçen bir miktar açıklamalarımız, onun altındaki ilâhi sırlara remiz ve işâretten başka bir şey değildir. Biz o şeyleri, bu kabuk için iç mesâbesinde olarak anlattık.

Allah hakkı söyler ve doğru yolu gösterir.

İkinci Gök;

Burası şeffâf ve latîf bir cevherdir, boz renklidir. Cenâb-ı Hak, bunu fikrî hakîkatten halk etmiştir. İnsan için fikir ne ise, ikinci gök de, bu vücûd için o onun gibidir.

Bunun içindir ki, Merkür’den ibâret olan kâtib feleğine mahâl olmuştur.

Cenâb-ı Hak onu “Kadîr” isminin mazharı eyledi ve onun göğünü Âlim ve Habîr isminin nûrundan halk etti.

Sonra san’at ehlini hepsine yardım eden melekleri Cenâb-ı Hak bu gökte sâkin kılmıştır. Ve o meleklere bu gezegenin rûhâniyetini yüklenmiş olan meleği me’mûr etmiştir. Bu göğün melekleri, diğer göklerin meleklerinden daha çoktur. Varlık âlemine ilim, bu gökten iner.

Cin sınıfı dünyâ göğünün civârına kadar gelirler; ikinci gök meleklerinin seslerini işitirler. Çünkü uzaklık ve mesâfe, söz işitmekten yana rûhlara engel olamazlar.

Fakat bu şekilde işitme, rûhların kendi âleminde olduğu zamâna mahsûstur. Kendi âleminde olmazsa rûhların hükmü o âlem ehlinin hükmüne tâbidir. Ve cin sınıfı, cisimlere âit kesâfet âleminde sâkin iseler de, rûh oldukları için rûh âlemi tarafına çıkabilirler.

Dünyâ göğü civarları, rûhî âlem tarafı demektir. İşte bu şekilde, ya’nî bahsedilen bu çıkış ile ikinci gök meleklerinin sözlerini işitebilirler. Çünkü arada bölüm yoktur. Üçüncü kat gök meleklerinin sözlerini işitemezler. Çünkü arada bölüm vardır.

Her makâmın ehli, bu esâsa tâbidir. Kendi üstlerinden yalnız bir mertebeyi keşfedebilirler. Arada bölüm olur ve mertebelerde uzaklık görülürse, daha alt derecede olan daha üst derecede olanı bilemez. İşte bu şekilde, cin sınıfı dünyâ göğüne yaklaşarak ikinci gök meleklerinin seslerini işitirler.

Bu şekilde işitip çaldıklarını, yeryüzüne geri dönerek cin sınıfının müşriklerine gaybtan haberler şeklinde bildirirler.

Şimdi, cin sınıfı bu bahsedilen mahalle yükselince, üzerlerine şihâb-ı sâkib gelerek onları yakar. Şihâb-ı sâkib dediğimiz, Muhammedî nûrdur. Zulmânî perdeler ile perdelenmiş olanları kendilerindeki kesâfetten kurtaran o nûrdur.

Bundan dolayı cin sınıfı şihâb-ı sâkibe ma’rûz kalarak, kendilerini yukarıya çıkaran himmet kuşlarının kanatları yandığı için istenen mahalle yükselemezler. Hüsrâna uğrayarak geri dönerler.


Nûh (as)’ı bu gökte kibriyâ nûrundan mahlûk bir taht üzerinde ve mecd ya’nî azamet ve senâ ehli arasında oturmuş olarak gördüm. Selâm verdim, huzûrunda durdum, selâmımı aldı. Bana iltifât ettikten sonra ayağa kalktı. Kendisine fikrî gökten, sırrına âit makâmından sordum. Dedi ki:

“Bu gök ma’rifet ya’nî ilâhî bilgi mücevherlerinin gerdanlığıdır. Bâkir ma’rifetler, bu gökte tecellî eder.

Bu göğün melekleri kudret nûrundan mahlûktur. Varlık âleminde sûret bağlayan her şeyde, bu göğün meleklerinin o sûreti sûretlendirmeye velâyetleri vardır. O melekler, sûretlendirmenin en incelerini sağlam ve kuvvetli kılan takdîr etme inceliklerinden ibârettir. Açık işâretlerin ve zâhirdeki mu’cizelerin işleri onların üstünde döner. Açık kerâmetler de onlardan meydana gelir.

Cenâb-ı Hakk’ın bu gökte yarattığı melekler için, Hakk’ın nûrlarına halkı irşâd etmekten başka ibâdetleri yoktur. Bunlar ibret göğünde, kudret kanatlarıyla uçarlar. Başlarının üstündeki taçları nûrdandır. O taçlar sırların en müşkil olanlarıyla süslenmiştir.

Bir kimse bu meleklerden bir meleğe binerse, onun kanatlarıyla yedi feleğe uçar ve o kimse rûhânî sûretleri cismânî bedenlere ne zaman ve nasıl isterse indirebilir. O kimse, bu meleklere bir şey sorarsa, melekler onunla konuşurlar. Bir müşkili sorarsa o müşkilin nasıl halledileceğini o kimseye bildirirler.

Cenâb-ı Hak, bu göğün çevresini on üç bin üç yüz otuz üç sene yüz yirmi gün bir mesâfe olarak halk etmiştir. Buranın Merkür’den ibâret olan göğü, bir saatte beş yüz elli beş sene beş ay ve yirmi günlük mesâfe kat’ eder. Bu hesâba göre Merkür feleğini yirmi dört normal saatte ve büyük feleğini de tam bir senede kat’ etmiş olur.

Bu gökteki meleklerin hepsinin üzerine hâkim olan meleğin rûhâniyetine “Nûhail” ismi verilmiştir.Bu anlattığım izâhlardan başka, ben bu gökte Rahmân’ın işaretlerine dâir acâiblikleri, varlıkların sırlarına dâir garîblikleri gördümse de, bu zaman ahâlisine onları açmak câiz değildir.

Bizim işâret ettiğimiz ve rumuzlarla söylediğimiz sözleri iyi tefekkür et. Dışarıdan değil, kendi vücûdundan bu rumuzların çözümünü talep et.

Üçüncü Gök;

Bu göğün rengi sarıdır. Bu gök, Venüs göğüdür. Bunun cevheri, yâni unsursal vücûdu, şeffâftır. Bunun içindir ki, sâkinleri dâimâ renkten renge girici vasıflardadır.

Cenâb-ı Hak, bu göğü hayâlî hakîkatten halk etti ve bu göğü misâl âlemine mahâl yaptı. Bu göğün gezegeni, Âlîm isminin mazharıdır. Bu göğün feleği Hakîm Sâni’nin kudret tecellîleridir.

Bu göğün melekleri, muhtelif şekiller üzerine halk edilmiştir. Bu gökte kalbe hatıra olarak gelmeyen bir çok acâiblikler ve garîblikler vardır. Muhal olan bir şey, mümkün; mümkün ve câiz olan bir şey, muhal olabilir.

Cenâb-ı Hak, bu göğün feleğinin çevresini on beş bin otuz altı senelik ve yüz yirmi günlük mesâfede kılmıştır. Bu göğün gezegeni olan Venüs her saatte altı yüz yirmi bir sene on sekiz gün ve bir günün üçte birine eşit mesâfe kat’ eder. Bu hesâba göre feleğini yirmi dört saatte, büyük feleğin menzillerini de üç yüz yirmi dört günde kat’ eder.

Bu göğün melekleri “Surâil” denilen meleğin hükmü altındadır. Venüs’ün rûhâniyeti işte bu melektir. Bu göğün melekleri, âlemi ihâta etmiştir. Âdemoğlundan kendilerini çağırana cevap verirler.

Bu göğün melekleri, muhtelif şekillerde mahlûk oldukları halde yine de diğerleriyle ülfet etmektedir.

Bu meleklerden ba’zıları ya açıkça yâhut âlemin akledebileceği şekilde örnekler vererek, uyuyan kimseye vahye vekîl tâyin edilmişlerdir.

Ba’zıları da çocukları terbiyeye ve onlara konuşmayı ve ma’nâları öğretmeye me’mûrdurlar.

Ba’zıları da gamlı olana ferâhlık vermek, mahzûn olanı tesellî etmek konusunda vekîl tâyin edilmişlerdir.

Ba’zıları da dehşete düşenlerden korkuyu kaldırmaya, vecde düşenlerle konuşmaya me’mûrdurlar.

Ba’zıları da temkîn ehlinin emirlerine uymaya vekîl tâyin edilmişlerdir. Bu şekilde gözde hûrîlerin ellerindeki tabaklar üzerinde cennet meyvelerini temkîn ehline çıkarırlar.

Ba’zıları da ilâhî aşka düşenlerin kalbindeki süveydâyı ya’nî siyahlığı muhabbet ateşiyle alevlendirmekle me’mûrdurlar.

Ba’zıları da, aşığın mahbûbunun ya’nî sevgilisinin bakışından kaybolmaması için mahbûbun sûretini muhafaza etmeye vekîl tâyin edilmişlerdir.

Ba’zıları da, vesîleler arayanların arasında risâleler tebliğ etmeye vekîl tâyin edilmişlerdir.


Bu gökte Yûsûf (a.s) ile bir araya geldim. Onu müşâhede edişim sûretle idi.

Sırlar tahtı üzerinde oturmuş, nûrların remizlerini keşfetmiş, hakîkat âlimlerinin lokmalarına bağlanma sebebi olan hakîkati idrâk etme ve hakîkî ma’nâların husûmetiyle hakîkate nâil olmuş, sudan ve kabının kayıtlarından ileriye geçmiş, ya’nî maddesel kesâfetten sıyrılmış bir ziyâretçinin hürmetle verdiği selâmı gibi kendisine selâm verdim. Selâmıma güzel bir karşılık vererek bana “merhaba” diyerek iltifât etti. Dedim ki:

“Efendim! Size; “Rabbi kad âteytenî minel mülki ve allemtenî min te’vîlil ehâdîs” ya’nî “Rabbi’m bana mülk verdi ve hâdîselerin te’vîlini öğretti” (Yûsûf; 12/101) âyet-i kerîmesinden soracağım.

Bununla ne demek istedin?

İki memleketten hangisinin mülkünü kast ediyorsun?

“Te’vîlil ehâdîs” ya’nî “hâdîseleri te’vîl” sözünden kinâye nedir?”

Cevâben dedi ki:

“Mülkten kastım, insânî nüktede emânet olan rûhânî memleket olduğu gibi “te’vîl-i ahâdîs” ile de hayvânî lisânlarda dolaşan emânetlerdir.”

Dedim ki:

“Efendim! Bu remiz ve işâretle söylediğiniz sözün açık şekilde beyânı yok mudur?”

Cevâben dedi ki:

“Bilesin ki, Cenâb-ı Hakk’ın kullarında bir emâneti vardır. O emâneti söyleyenlerin lisânı ile Cenâb-ı Hak, kullarını irşâd ehline katar.”

Dedim ki:

“Cenâb-ı Hakk’ın emâneti nasıl olur? Oysa zuhûrda o vücûdun aslıdır.”

Dedi ki:

“Senin söylediğin O’nun vasfıdır; benim sözüm ise O’nun şânıdır. Senin sözün O’nun hükmü; benim sözüm bunun tâbiridir. Emânet dediğimi, câhil olan lisân, beyâna düşürür. Âlim olan ise sırrında ve kalbinde o emâneti mânevî yük eyler. Herkes o emânetten haber verirse de ârif-i billah olanlardan başka kimseler için kurtuluşa sebeb olacak bir şeye ulaşmak mümkün değildir.”

Dedim ki:

“Bu nasıl olur?”

Dedi ki:

“Cenâb-ı Hak seni himâye etsin ve yardımıyla desteklesin. Şunu bil ki, Cenâb-ı Hak sırlarını, ibâre sadedlerine konulmuş işâret incileri gibi kılmıştır. Bu sırları yollara dökenler ve halkın lisânında dönüp dolaşmasına sebebiyyet verenler varsa da avâmdan olanlar o işâretleri bilemez. O ibârelerin altında örtülmüş olan sırları seçkinler bilir ve bu işâretleri gereği şekilde te’vîl eder ve bu şekilde ilâhî rızâ yönüne yol bulmuş olur. Benim rü’yâ tâbiri dediğim, bu denizden sızmış bir parça sudur. Yâhut uçsuz bucaksız sahrânın çakmak taşlarından alınmış bir taş parçasıdır.”

Yusûf Sıddîk’in işâret ettiğini bildim ve bundan evvel de bu hakîkate câhil değildim. Sonra Yûsûf (a.s)’ı bıraktım, refîk-i a’lâya gittim; o refîk-i a’lâ ne güzel refîktir.

Dördüncü Gök:

Bu gök efhar cevherdir, zâtı bembeyaz renklidir. Nurların güneşinin göğüdür. Güneş, feleklerin kutbu ve kalbidir. Cenâb-ı Hak, bu göğü kalbe âit nûrdan halk ederek içindeki güneşi, mevcûdlar için olan kalb gibi yapmıştır.

Mevcûdların i’mâr edilmesi ve vücûdun tâzeliği onunladır. Gezegenler, nurlarını güneşten talep ederler ve mertebelerdeki yücelik nurlarını ondan alırlar.

Cenâb-ı Hak, bu güneşsel yıldızı kalbsel felekte ulûhiyyetin zuhûr yeri, mukaddes ve münezzeh ve tertemiz sıfatlarının türlü türlü olan tecellîlerine tecellî yeri eylemiştir. Unsurlardan oluşmuş mahlûkların hepsine göre güneş, asıldır; “Allah” isminin bütün yüce mertebelere nisbetle asıl olduğu gibi.

İdrîs (a.s) bu nefîs makâma nâzil olmuştur. İdrîs (a.s) kalbî hakîkate vâkıf olduğu için rubûbiyyet rütbesinde diğerlerinden ayrılmıştır.

Cenâb-ı Hak, bu semâyı nûrların iniş yeri ve sırların ma’deni kılmıştır. “İsrâfîl” ismi verilen yüce melek, bu gök meleklerinin üzerine hâkimdir.

İsrâfîl pek yüce şeyleri yüklenmiş olan güneşin rûhâniyetidir. Vücûdda bir şeyin aşağı inmesi, yukarı çıkması, her şeyde oluşan genişleme ve daralma, bu meleğin tasarrufu iledir. Cenâb-ı Hak, onu bu feleğin asîl olan aslı kılmıştır.

Heybette meleklerin en azametlisi ve genişlik i’tibârı ile en genişidir, himmette en güçlüsü İsrâfîl’dir. Sidre-i müntehâdan toprağın altına kadar her şeyde onun tasarrufu ve her yüksekte olan ve alçakta olan üzerinde rütbe üstünlüğü ve kudreti vardır.

Bunun minberi, kürsî indindedir. İsrâfîl, güneş feleğinin aslı ve esâsıdır. Onun âlemi, gökler ve yerler ve her ikisindeki aklî ve hissî mevcûdlardır.

Daha sonra şunu da bil ki; Cenâb-ı Hak, güneş feleğinin çevresini on yedi bin yirmi dokuz sene ve altmış günlük mesâfe kılmıştır. Feleğin çevresini yirmi dört normal saatte ve büyük feleği ise üç yüz altmış beş gün ve altı saat ve üç dakikada kat’ eder.

Şunu da bilesin ki; İdrîs (a.s)’ın bu felekteki makâmı, Muhammedî makâmlardan bir makâmdır. Resûlullah (s.a.v), Mi’râc Gecesi dördüncü kat göğe erişince orada durmayıp, daha üstüne yükseldi.

Buraya ulaşmakla, İdrîs (a.s)’ın rubûbiyyet mertebesindeki yüce makâmları hakîki müşâhede ile müşâhede ettiği gibi, o gökten daha yukarıya yükselmekle de daha yüksek müşâhedeye nâil olmuş, hattâ saadet fermânı “Subhânellezî esrâ bi abdihî” (İsrâ; 17/1) âyet-i kerîmesinin ziynetlendirmesiyle zuhûra gelmiştir.

Bundan dolayı kulluk makâmı, yüksek makâm-ı mahmûddan ve yükseklerin yücesi livâü’l-hamd ya’nî hamd sancağından ibârettir.

Şurası da bilinsin ki; Cenâb-ı Hak, vücûdun tümünü güneş küresinde gizlemiştir. Tabiî kuvvetler, vücûdda dereceli bir şekilde ve ilâhî emir ile güneşte gizlenmiş olan şeyleri açığa çıkarır. Güneş, sırlar noktası, nûrlar dâiresidir.

Temkîn ehli olan bir çok nebî, bu kuvvetli feleğin dâiresindedir. O dâirede olanlar Îsâ, Süleymân, Dâvûd, İdrîs, Cercis ve bunlar gibi sayıları ve feyizleri pek çok ve azîm olan zâtların hepsi, bu büyük menzilde ve bu yüce makâmda sâkindirler.

Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.

Beşinci Gök:

Bu gök, “Mars” ismi verilen gezegenin göğüdür. Bu, ilâhî azâmet ve intikâmın mazharıdır. Yahyâ (a.s), bu göktedir. Çünkü Yahyâ (a.s), ilâhî azâmeti ve ceberûtu görmüş; izzet ve melekûtu mülâhaza eylemiştir. Onun içindir ki, sürçmeye önem vermemiştir. Zâten bunların önem verdiği şey, hullet yâni muhabbet yâhut muhabbeti taşıyan kimsedir.

Bu gezegenin göğü, vehim nûrundan mahlûktur. Bunun rengi, kan kırmızıdır. Bu göğün meleklerini Cenâb-ı Hak, kemâl aynaları ve celâl zuhûr yerleri olarak halk etmiştir. Onların bu varlıktaki ibâdeti kemâl ve celâl iledir ve bunlar vasıtasıyla taklîd ehlinin Hakk’a secde etmesi ve dindarlığı meydana gelmiştir.

Allah bu meleklerin ibâdetini, uzağı yakın yapmak ve yok olanı mevcûd eylemek için eylemiştir. O meleklerden ba’zılarının ibâdeti, kalbde îmân kaîdelerini te’sîs etmektir.

Ba’zılarının ibâdeti, kâfirleri sırlar âleminden uzaklaştırmaktır.

Ba’zılarının ibâdeti, hastaya şifâ vermek ve yerden güç kalkan âcizin kuvvetini yerine getirmektir.

Bunlardan ba’zıları, rûhları kabzetmeye me’mûrdur. Allah’ın emriyle rûhu kabz eder. Ve bu kabzda onlar için günah yoktur.

Bu şerefli göğün hâkimi, “Azrâil’dir. Azrâîl, Mars’ın rûhâniyetidir. Mars, intikâm ve azarlama sâhibidir. Allah, bu meleğin makâmını bu gökte eylemiştir.

Bunun minberi, Kalem-i a’lâ indindedir. Gökten yere intikâm veyâ rûhları kabzetmek veyâ düzen te’mîn etmek için inen her melek, Azrâîl’in emriyle iner. O melek, Mars’ın aslî rûhâniyetidir.

Şunu da bil ki; Cenâb-ı Hak bu göğün çevresini on dokuz bin sekiz yüz otuz üç sene, yüz yirmi günlük mesâfe olarak halk etmiştir.

Bu gezegen normal bir saatte sekiz yüz yirmi altı senelik ve yüz kırk günlük mesâfe kat’ eder. Bu hesâba göre feleğin çevresini yirmi dört saatte ve büyük feleği de beş yüz kırk günde kat’ etmiş olur.

Savaş erbâbına, intikâm ashâbına yardım eriştiren bu feleğin rûhâniyetidir. Cenâb-ı Hak işlerin idâresinde kimi tasarruf sâhibi etmek isterse, onu tasarrufa me’mûr edecek olan da bu feleğin rûhâniyetidir.

Altıncı Gök:

Altıncı göğün aslı, himmet nûrundandır. Şeffâf, nûrânî cevherdir, rengi mâvîdir. Bu göğün gezegeni, kayyûmiyet mazharı ve deymûmiyet ya’nî dâimilik nazarı ve yardım ziyâsı yayan kudret nûrunu yüklenmiş olan Jüpiter gezegenidir.

Mûsâ (a.s)’ı bu makâmda rütbe sâhibi olarak gördüm. Ayağını bu göğün yüzeyine koymuş, sağ eliyle sidre-i müntehânın baldırına yapışmış, rubûbiyyet tecellîsi şarâbıyla sarhoş, ulûhiyyet izzetinden hayran, ilminin aynasında varlıkların şekilleri tab’ olmuş, benliğinde Deyyân olan Melik’in rubûbiyyeti tecellî etmiş, görüntüsü her bakana haşyet verecek sûrette ve kalbî vâridât ve sâdırâtı insanı titretecek bir şekildedir.

Huzûrunda edeble durdum. Mertebesini tahkîk etmek için kendisine selâm verdim. Başını ezelî sarhoşluktan kaldırdı ve bana “buyurun” diyerek iltifât ve muhabbet gösterdi. Dedim ki:

“Söylemi doğru, hitabda sâdık olan Kur’ân’ın haber verdiğine göre sana “len terânî” ya’nî “beni aslâ göremezsin” (A’râf; 7/143) âyet-i kerîmesinden bir hil’at dizilmiş. Oysa senin hâlin perde ehlinin hâline benzemiyor. Bu acâib işin hakîkatinden bana haber ver.” Cevâben dedi ki:

“Ben meskenim olan Mısır’dan çıkarak, mâhiyetimin hakîkatine ulaşmaya çalıştığım zaman, ezelî nûrlarla mukaddes olan vâdîde ahadiyyet ağacı olan Rabb’imin lisânıyla Tûr kabilinden bana “İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî” ya’nî “Muhakkak Ben; ben Allah’ım; Benden başka ilâh yoktur; öyleyse bana ibâdet et!” (Tâhâ; 20/14) diye seslenildi.

Bu emir gereğince eşyâda Rabb’ime ibâdet edince ve isimlerden ve sıfatlardan hakedici olduğu hamd ediş ile kendisine hamd ve senâ edince rubûbiyyet nurları tecellî ederek beni benden aldı.

O sırada kavuşma makâmında bekâyı talep ettim. Şurası da bilinen bir hakîkattir ki, kadîmin zuhûrunda hâdis için kavuşmaya mahâl yoktur. Bu talepte bulununca,bu çok büyük işten yana tercüman olan sır lisânım söylemeye başladı.

Dedim ki; “Ya Rabb’i! Bana kendini göster, Sana bakayım ve kudsî hazrette benliğin ile sana ulaşayım!”

Bu seslenmeye karşılık Cenâb-ı âlîden gelen cevâbı işittim.

“Len terânî ve lakininzur ilel cebeli fe inistekarre mekânehu fe sevfe terânî” ya’nî “Sen beni aslâ göremezsin. Lâkin şu dağa bak; “Eğer dağ yerinde durursa sen Beni görürsün” (A’râf; 7/143) buyurdu.

Buradaki dağ, ezel nûrundan mahlûk olan Mûsâ’nın zâtıdır.

Dağın yerinde durması demek, “kadîm saltanatın açığa çıkmasından sonra, yerinde durmaya imkân varsa” demektir.

“Fe lemmâ tecellâ rabbuhu lil cebeli cealehu dekkan ve harra mûsâ saikan” (A’râf; 7/143). Mûsâ’nın Rabb’i dağa tecellî edince ezelî hakîkat yardımcısı Mûsâ’yı cezbedince ve kadîm olan, sonradan olan üzerine zuhûr ile tecellî eyleyince o dağ parça parça oldu ve Mûsâ bayıldı, yere düştü.

Ya’nî kadîmde kadîmden başka bir şey bâkî kalmadı ve azametle azametten başka bir şey tecellî etmedi.

Mûsâ mes’elesi bu açıklanan şekilde olmakla beraber bu çok büyük mes’eleyi tam olarak anlatmak mümkün olmadığı gibi, bu mes’eleyi sâdece Mûsâ ile sınırlamak da câiz değildir. Kadîmin mâhiyeti ve künhü ya’ni özü ne bilinir, ne de idrâk olunur.”

Ezel tercümânı bu hitâb üzerine işe vâkıf olunca ümmü’l-kitaptan bu mes’eleyi size haber verdi. Ve hak ve savâb husûsunda bize tercümanlık etti. Bu karşılıklı konuşmadan sonra Mûsâ (a.s)’ın yanından ayrıldım. Ve ilim denizinden içebildiğim kadar hakîkati içtim.

Şunu da bil ki; Cenâb-ı Hak bu altıncı gök feleğinin çevresini yirmi iki bin altmış altı sene ve sekiz ay olarak kılmıştır. Bundan dolayı bu göğün gezegeni olan Jüpiter, normal bir saatte dokuz yüz on dokuz sene beş ay yirmi yedi gün ve yarım günlük mesâfeyi kat’ eder.

Bu hesâba göre büyük feleğin çevresini de on iki sene zarfında kat’ etmiş olur. Bu on iki seneden her senede büyük feleğin bir burcunu kat’ eder.

Cenâb-ı Hak bu göğü himmet nûrundan halk eyleyerek, o göğün meleklerinin üzerine “Mikâîl”i vekîl olarak kılmıştır. Bu göğün melekleri rahmet meleklerdir. Bu melekler, nebîlere mi’rac, evliyâya yükselme vâsıtlarıdır.

Cenâb-ı Hak bu melekleri, hakîkatlerin gereklerinin inceliklerine ulaştırmak için halk etmiştir. Bu meleklerin ibâdetleri aşağıda olanları yukarıya çıkarmak ve zorlukları kolaylaştırmaktır. Yeryüzünde dolaşarak zulmete düşenlerin derecesini yükseltirler. Bunlar diğer melekler arasında bast ehli ve kabz ehlidir. Rızıkları rızık sâhiplerine ulaştıran bunlardır.

Cenâb-ı Hak bunları, tâlih ve devlete sebeb olucu olarak halk etmiştir. Bunlar melekler arasında duâlarına icâbet edilen meleklerdir. Bunlar her hangi bir şey için duâ ederlerse, hemen icâbet olur. Ve her hangi bir mûsibeti def’ etmeye kasd ederlerse, rahatlık ve ferâh oluşur ve belâlar kaldırılır.

Risâlet-meâb Efendimiz (s.a.v)’in “Bir kimsenin “âmin”i ya’nî niyâzına icâbet edilmesi, meleklerin niyâzına icâbet edilmesine denk düşerse, o duâ kabûl olunur ve maksâd hâsıl olur” ma’nâsında olan hadîs-i şerîfindeki melekler, bu meleklerdir. Oysa, her meleğin duâsına icâbet edilmez ve her hamd ve senâ edenin hamd ve senâsı yerinde değildir. Bu bahsedilen meleklerin duâsına Hakk’ın icâbeti ise, her zaman olmaktadır.

Ben bu melekleri, hayvânât türleri üzerine halk edilmiş olarak gördüm.

Bu meleklerden ba’zıları kanadı çok olan kuş sûretindedir. Bu türden olanların ibâdeti, sırlara hizmet ve zulmet çukurundan nûrlar âlemine yükseltmek gibi şeylerdir.

Bu meleklerden ba’zıları da kendilerine nişân vurulmuş at görünümündedir. Bu kerem sâhibi sınıfın ibâdeti kalpleri şehâdet âlemi zindânından ilâhî gayb fezâsına terfi’ ettirmek gibi husûslardır.

Ba’zıları da gayet iyi binek atları şeklindedir. Bu türden olanların ibâdeti, nefsleri hisler âleminden ma’nâ âlemine terfî ettirmektir.

Bunlardan ba’zıları da katır ve eşek sûreti üzerine halk edilmiştir. Bu türden olanların ibâdeti, değersiz olanı değerli; yıkılanı i’mâr etmek ve azdan çoğa geçmek gibi şeylerdir.

Bunlardan ba’zıları da insan sûreti üzerine halk edilmiştir. Bu türden olanların ibâdeti, dîn kaîdelerini muhâfazadan ibârettir.

Bunlardan ba’zıları, cevherlerin ve arazların basit halde oluşu üzerine halk edilmiştir. Bunların ibâdeti, hasta cisimlere sıhhati ulaştırmaktır.

Bunlardan ba’zıları da, hubûbât ve sâir yiyecek ve içecek şeklinde halk edilmiştir. Bunların ibâdeti mahlûklardan ilâhî rızık sâhibi olanlara rızıkları ulaştırmaktır.

Bunlardan başka bu altıncı gökte bir takım melekler gördüm ki, bileşik olarak karışık şekildedir. Örneğin yarısı ateş; yarısı buz olmuş su şeklinde olup, ne suyun ateşi söndürmeye ne de ateşin suyu başkalaştırmaya te’sîri vardır.

Şurası da bilinsin ki; Mikâîl (a.s) bu gezegenin göğünün rûhâniyetidir. Mikâîl bu felekte ikâmet etmekte olan meleklerin hepsinin üzerine hâkimdir. Cenâb-ı Hak, Mikâil’in ikâmetgâhını altıncı gök yaptığı gibi, tasarrufunu da sidre-i müntehânın sağ tarafına koymuştur.

Mikâil’e “Muhammedî binek olan Burâk”tan sordum. Dedim ki:

“Bu, ulvî asıldan mahlûk mudur?”

Dedi ki: “Hayır. Çünkü Hz. Muhammed üzerine perdeler kesîfleşmemiş ve onun sırrı nûr göğünden aşağıya inmemiştir. Onun sır göğü, akl-ı evvelin aslı ve en üstün rûhun menşeidir.

Hz. Muhammed’in Burağı, bu yüksek rütbeli makâmın feleğinden olup tercümânı, Cibrîl’dir. O da, Rûh-ı Emîn’dir.

Hz. Muhammed’den başka nebîlerin ve evliyâdân kâmil olanların yükselmelerinin binekleri, bu göğün şereflilikleri üzerinde a’lâ seferdedir. O şereflilikler ile, ya’nî mânevî binek atları ile tabîatların arzı çukurundan bu bahsedilen gökte yükselirler. Hattâ yedinci kat göğü de geçerler. Bununla birlikte şurasını da unutmamalı ki, onların bineği sıfatlardan başka, tercümânı da zâttan başka bir şey değildir.”

Yedinci Gök:

Satürn gezegeninin göğüdür. Bunun cevheri de şeffâf ise de, karanlık gece gibi siyahdır. Cenâb-ı Hak, Satürn’ü akl-ı evvelin nûrundan halk etmiştir. Ve onun menzilini en üstün menzil kılmıştır. Siyahlıkla renk oluşturması efendiliğine ve uzaklığına işârettir. Bunun için akl-ı evveli, en kâmil âlimden başkası bilemez.

Satürn’ün göğüne “Keyvân” göğü de denilir. Bu gök, bütün varlıkları ihâta etmiştir. Bu gök, göklerin en üstünü ve mekânların a’lâsıdır. Sâbit gezegenlerin hepsi, bu göğün celâlet kâfilesinde olup, yürüyüş seyri iledir.

Peygamberimiz (s.a.v.) Satürn’dedir. Bu göğün feleğinin çevresi yirmi dört bin beş yüz senedir. Bu feleğin gezegeni, her normal saatte bin yirmi sene on aylık yolu kat’ eder. Bu hesâb ile büyük feleği yirmi senede kat’ eder.

Bu gökteki sâbit gezegenlerin seyri o kadar hafidir ki, âdeta seyirleri görünemez. Bunlardan ba’zıları bu feleğin her birini yirmi bin senede, ba’zıları daha fazla zamanda, ba’zıları daha az zamanda kat’ ederlerse de, bu seyr son derece hassas ve uzun olduğundan bilinemez. Hesapta bunlar için isim de yoktur. Fakat keşf ehli, her gezegenin ismini bilir ve onunla hitâblaşır ve sorular sorar, seyrini sorar, cevâbı alır ve onun feleğindeki gereklerinden haber verebilir.

Bundan başka varlıklar âlemini ihâta etmiş olarak ilk halk edilen gök budur. Diğer gökler bunun altında halk edilmiştir. Bu gök, sonradan olanlar âleminde ilk mahlûk olan akl-ı evvelin nûrudur.

Bu gökte İbrâhîm (a.s)’ı gördüm. Bu gökte dikilmiş, onun tasarruf kürsîsi, kürsînin üstünde, arşın sağ tarafında kurulmuştur. İbrâhim (a.s) orada “Elhamdulillâhillezî vehebe lî alel kiberi ismâîle ve ishâka” ya’nî “Hamd, ihtiyarlığımda bana İsmâîl ve İshâk’ı bağışlayan Allah’a mahsustur” (İbrâhîm; 14/39) âyetini okumaktadır.

Şurası da bilinsin ki; Bu yedinci gök meleklerinin hepsi mukarrabindendir ya’nî yakınlaşmış olanlardandır. Cenâb-ı Hak, mukarrabinden olan meleklerin her birine verdiği vazîfe i’tibârı ie aralarmda derece farkları vardır.

Yedinci göğün üstünde, atlas feleği vardır. Atlas feleği, büyük felektir. Bunun yüzeyi, a’lâ kürsîdir. Atlas feleği ile gezegenler feleği arasında üç felek daha vardır. Bu felekler vehimsel ve hükümseldir. Bunların vücûdu aynda ya’nî gözle görülebilir olmakta değil, hükümdedir. Bu üç hükümsel felekten;

Bu son felek, gezegenler feleğine yaklaşıktır.

Burada hakîmlerden ba’zıları bir de tabîatlar feleğinden ibâret olan dördüncü bir felekten daha bahsetmişlerdir.

Şurasını da bilesin ki; Atlas feleği, sidre-i müntehânın arsasından ibâret olup kürsî feleğinin altındadır. Kürsî feleğinin beyânı yukarıda geçmiştir.

Sidre-i müntehâda sâkin olan melekler, “kerrûbiyyûn melekleri”dir. Ben o melekleri muhtelif şekillerde gördüm. Bunların sayısını Allah’tan başka kimse bilmez. İlâhî tecellîler, bu kerrûbiyyûn melekleri öylesine istilâ etmiştir ki, ba’zıları yüz üstü yere kapanmış, ba’zıları diz üstü çökmüş, ba’zıları göz kapaklarını dahi oynatamayacak derecede hayrette kalmıştır.

Bunlardan diz çökenler, kerrûbiyyûn içinde en kâmil olanlardır. Yine bu meleklerden ba’zıları hayretten yana düşmüş, ba’zıları da ayakta kıyâm halinde donup kalmış bir haldedir. Bu kısım, diğerlerinden daha da kuvvetlidir. Bunlardan ba’zıları da, hüviyyeti içinde dehşete düşmüş, ba’zıları kendisini benliğine kaptırmıştır.

Bu meleklerden yüz melek gördüm. Bunlar diğer kerrûbiyyûn meleklerinden daha öne geçmiş, ellerinde nûrdan bir sütûn olup her sutûn üzerinde ilâhî güzel isimlerden bir isim yazılmıştır.Bu yüz melek,kendilerinin altına olan kerrûbiyyûn melekleri ile ehlullahdan olanlar mertebesine ulaşanların ıslâh edilmesine hizmet ederler.

Yine bu yüz melekten yedi tanesini gördüm diğerlerinin hepsinden daha öne geçmiştir. Bunlara, “kerrûbiyyûn meleklerinin îmâmları” denilmiştir.

Bu yedi melekten üç melek, diğerlerinin hepsinden daha öne geçmiştir. Bunlara da “mertebeler ehli” ve “temkîn ehli” denilmiştir.

Bunlardan bir tanesi diğerlerinin hepsinin reîsi olup adına “Abdullah” denilir.

Bu bahsedilen kerrûbiyye meleklerinin hepsi, “âlûn melekleri”dir. Bunlardan hiç birisi Âdem’e secde ile emrolunmamıştır.

Bunların üstünde olan “Nûn” ve “Kalem” ismi verilen ve bunlara benzer olan melekler de âlî olan kısımlardandır. Ya’nî Âdem’e secde ile emrolunmamışlardır.

Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfîl, Azrâîl ve benzeri melekler, her ne kadar mukarrabîn ya’nî yakınlaşmış meleklerden iseler de, âlî olan kısımdan değildir.

Bu felekde o kadar acâiblikler ve garîblikler gördüm ki, ayrıntılarını îzâh edebilecek ifâde yoktur.

Şurası da bilinsin ki; Cenâb-ı Hakk’ın âlemde halk ettiği feleklerin tamâmı on sekiz felekten ibârettir.

1- İhâta edici Arş,

2- Kürsî Feleği,

3- Atlas Feleği,

4- Heyûlâ Feleği, Sidretü’l-müntehâ,

5- Hebâ Feleği,

6- Unsurlar Feleği,

7- Tabîatlar Feleği,

8- Satürn Feleğinden ibâret olan gezegenler feleği. Buna “Feleklerin feleği” de denilir.

9- Jüpiter Feleği,

10- Mars Feleği,

11- Güneş Feleği,

12- Venüs Feleği,

13- Merkür Feleği,

14- Ay Feleği,

15- Esir Feleği. Buna “ateş feleği” de denilir.

16- Havâ Feleği,

17- Su Feleği,

18- Toprak Feleği.

Yeri omuzlarında taşıyan ve “Behemût” ismi verilen balığın, kendisinin de içinde bulunduğu ihâta edici denizde on sekizinci feleğe tâbi’dir.

Aşağıdan yukarıya doğru saymak istenilirse toprak feleği, su feleği, havâ feleği, ateş feleği, ay feleği vs… sayarız.

Bundan başka her âlemde mevcûd olan her şeyin geniş bir feleği vardır. Keşfe nâil olan, onu görür ve o âlemde tesbîh eder ve o âlemdeki gerekleri bilir.

Özetle çokluğundan dolayı felekleri saymaya imkân yoktur. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de “ve küllün fî felekin yesbehûn” ya’ni “Her biri feleğinde seyrederler” (Yasin; 36/ 40) buyurmuştur.

Şunu da bil ki; ateş feleği, su feleği ve havâ feleğinden her biri dört tabaka üzerinedir. Toprak feleği ise yedi tabakadır. Bunların ayrıntılarını bu kısımda anlatacağız. Önce yerden ve yerin tabakalarından bahsedeceğiz. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da göğün arkasından yeri zikretmiştir. Biz de araya bölüm sokmaksızm bu şekilde hareket edeceğiz.