İkinci Kısım; “Yerler”
Arzın İlk Tabakası:
Cenâb-ı Hak ilk olarak yeri yarattığı vakitte yer, sütten beyaz, miskten daha güzel kokuluydu. Hz. Âdem’in ma’lûm olan isyânından sonra yeryüzünde yürümesi ile yerin rengi değişti.
Bu anlatmak istediğimiz yeryüzü, nefsler yeryüzüdür. Onun için bu yeryüzünde sâkin olan hayvanâttır.
Bu yerin küre şeklindeki çevresi bin yüz altmış altı sene iki yüz kırk gündür. Bunun dörtte üçünü su kaplamıştır. Geriye kalan, yeryüzünün yaklaşık dörtte biri kadardır.
Kuzey tarafından yer, bir diğere bitişik ise de güney tarafından olan kısmının tamamı su ile kaplanmıştır.
Kısaca su ile kaplı olmayan, yerin çeyreği kadarıdır. Bundan da harâb olan dörtte üçtür. Şu halde geriye kalan, çeyreğin çeyreğidir. Bu geriye kalan çeyrekten yerleşik olan yirmi dört senelik mesâfedir. Gerisi sahralar, kumluk yerlerdir. Buralarda medeniyet eseri yollar olup, gelip gitmek mümkündür.
Meşhûr İskender bu yerden geriye kalmış olan çeyreğe seyâhat etmiştir. İskender seyâhate çıkmaya niyetlenince, yeryüzünün doğusuna da, batısına da seyahat etti. Çünkü İskender’in beldeleri batı tarafında idi. İskender “Rûm (Anadolu)”da bir melik idi.
Önce kendi memleketinin yanında olan tarafa doğru giderek, güneşin battığı yere ulaşarak yeryüzü küresinin alt kısmına varmış oldu.
Sonra batının karşısı olan doğu tarafına gitti. Oradaki şeylerin zuhûrunu da tahkîk etmek istedi. Güneşin doğduğu yere ulaştı.
Sonra güneşin doğduğu yerden güney tarafına doğru seyâhat etti. Orası zulmetler arzından ibâret olup Ye’cûc ve Me’cûc’un beldeleridir.
Ye’cûc ve Me’cûc, yeryüzünün doğu tarafındadır. Ye’cûc ve Me’cûc’un yeryüzüne nisbeti, hâtıraların insânî nefse nisbeti gibidir. Onların sayı ve miktârı tam olarak bilinmemiştir.
Ye’cûc ve Me’cûc’un arâzisine, kış günlerinde güneş doğmaz. Bunun içindir ki, kendilerine zayıflık gâlip olmuştur. Yine bunu içindir ki, uzun müddetler geçtiği halde seddi yıkmaya güçleri yetmemiştir.
Sonra İskender, seyâhatini doğunun kuzey tarafına çevirerek bir yere ulaştı ki, orada güneşin batması yoktur. Bu yer Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı gibi beyazdır.
Orası gayb erlerinin meskenidir. Bunların sultânı, Hızır (a.s)’dır. Bu beldelerin ahâlisi melekler ile konuşurlar. Oraya, âsî olan Âdem evlâdı giremez.
O yer aslî fıtratı üzerine bâkî olup, Bulgar arzına yakındır. Bulgar, batı diyârının dışında bir beldeden ibârettir.
Yaz günlerinde batı tarafındaki şafak batmazdan evvel, sabah vaktinin şafağı doğduğu için orada yatsı namazı vâcib olmaz. Bundan dolayı oranın sâkinleri, yatsı namazı ile mükellef değildir.
Bu arzın acâibliklerine dâir haberlerde bir çok rivâyet olduğundan onları beyâna lüzûm görmüyoruz. Bizim arz hakkındaki bu izahatımızdaki işâretleri anla!
Bu beyaz arz dediğimiz, arzların en şereflisidir. O yerin kadri ve mertebesi Allah indinde yücedir. Çünkü o yer nebîlerin ve resûllerin ve evliyâ ve sâlihlerin ikâmet mahallidir.
İnsanları gaflet istilâ etmemiş olsa, sen de onların gayb âit şeyler ile nasıl konuştuklarını ve müşkil işlerde nasıl tasarruf ettiğini ve Sâni-i Âlim’in kudretiyle her istediklerini nasıl yaptıklarını görürdün.
Sözümüzdeki işâretleri anla! Sana nasıl rehberlik yaptığımızı idrâk et. Bu sözlerin zâhiri üstünde kalma. Her zâhirin bir bâtını vardır ve her hakkın bir hakîkati vardır. Vesselâm!
Arzın ikinci tabakası:
Yerin ikinci tabakasının rengi, yeşil zümrüt gibidir. Yerin bu tabakasına âdât arzı ismi verilir. Bunda sâkin olanlar, cin sınıfının mü’minleridir.
Bunların gecesi, yerin gündüzü; yerin gecesi, bunların gündüzüdür. Dünyâ arzında güneş batıncaya kadar, bu sınıf kendilerinin gecesiyle sâkin olup, güneş battıktan sonra arzın zâhirine çıkarlar.
Cin sınıfının mü’minleri demirin mıknatısa çekilişi gibi Âdemoğluna âşıktırlar. Avının, arslandan korktuğu gibi Âdemoğlundan korkarlar. Şerîatın kuvvetli olduğu yerde kımıldayamazlar.
Bu arzın küre şeklindeki çevresi iki bin iki yüz bir sene, dört aydır. Bu arza âit sınıfta harâb yoktur. Belki hepsi sâkin olduğu yer ile ma’mûrdur.
Cin mü’minlerinin ekserisi, irâde sâhibi ve nefse muhâlefete heves etmiş olan sâliklere hased ederler. Bunun içindir ki, ekseri sâliklerin helâkı, bu yerin cinleri yüzündendir. Bunlar bir şahsa musallat olmayı arzu ettikleri zaman, o şahsın bilemeyeceği taraftan musallat olurlar.
Ben zamanın sûfiyye efendilerinden bir cemaât gördüm. Bu bahsedilen cinlerin kayıtlarıyla kayıtlanmışlar ve cinler onların kulaklarını sağır, gözlerini kör yapmıştır. Oysa o insanlar kendilerine bu cinler musallat olmazdan evvel, huzûrdaki kelâmı kulaklarıyla işitenlerden idiler.
Onlara bu arzın bahsedilen bu cinleri musallat olduktan sonra, artık onlara, ne şekil hitâb edilirse edilsin kulaklarına gitmez ve hakîkatini akıl edemezler.
Bu türden olan sûfiyye kendilerindeki hakîkatlerden örtülüdürler. Kendilerinin hallerini bildirmek için nasîhat edilse, inkâr ederler.
Bu izâh ile işâret etmek istediğim şeyi anla ve sana göstermek istediğim hakikatle tahakkuka çalış ve doğru yolun hükümlerinde Cenâb-ı Hak’tan yardım istemede kusur etme. Böyle yaparsan bu musallat olucuların hîlesinden Cenâb-ı Hak seni kurtarır.
Arzın üçüncü tabakası:
Yerin tabakalarında üçüncü arzın takabakasının rengi, za’ferân gibi sarıdır. Buna, tabîat arzı denilir. Bu arzın sâkinleri, cin sınıfının müşrikleridir.
Bunların içinde Allah’a îmân eden yoktur. Bunlar şirk için, küfür için yaratılmışlardır. İnsanlar arasında Âdemoğlu sûretinde görünürler. Bunları evliyâdan başkası bilemez. Kemâl nûrlarının şuâlarında kudret sâhibi olan tahkîk ehli bir velînin bulunduğu beldeye bunlardan hiç birisi giremez.
Velî henüz tahkîk mertebesinde kemâle gelmemiş ise onun bulunduğu beldeye bu bahsedilen cinler girer ve muhârebe ederler.
Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî yardımına nâil oluncaya kadar o türden olan evliyâ ile muhârebeye devâm ederler. Kemâlin oluşmasından sonra onun bulunduğu şehre girmeye güçleri yetmez. Hattâ onlardan birisi o velînin bulunduğu şehre girmek istese nûrlarının şuâlarıyla yanar.
Bahsedilen bu cinlerin bütün meşgûliyetleri halkı türlü gafletlerle gaflette bırakarak Allah’a ibâdetten men’ etmektir.
Bu arzın küre şeklindeki çevresi dört bin dört yüz iki sene, sekiz aydır.
Bu arzın her tarafı sâkin olunan yerleriyle ma’mûrdur. İçinde harâb yer yoktur. O arzın halk edildiği günden beri içinde Cenâb-ı Hak zikredilmemiştir. Yalnız bir defa zikredilmişse de, o da, o arzın sâkinlerinin konuştuğu lügattan başka bir lügattır.
İşâret ettiğimizi anla! Ve sana rehberlik ettiğimiz hakîkati bil!
Arzın dördüncü tabakası:
Yerin tabakalarından dördüncü tabakanın rengi, kan kırmızıdır.
Bu yere şehvet arzı denilir.
Bunun küre şeklindeki çevresi sekiz bin altmış beş sene, yüz yirmi gündür.
Bu arzın her tarafı sâkin olunan yerleriyle ma’mûrdur. Bu yerin sâkinleri, şeytanlardan ibârettir. Şeytanların türleri çoktur.
Bunların hepsi İblîs’in nefsinden doğar. İblîs’in doğurduğu bu nesilleri, İblîs önüne alıp bölük bölük yaparak taksîm eder.
İnsanlara öldürme husûsunda delîl olması için bir kısmına öldürme ilmini öğretir, bir kısmına da küfür ve şirki öğretir. İblîs bu kısımdan olan evlâdlarını, küfür ehlinin kalbinde küfrün esâsını kuvvetlendirmek için müşriklerin ilimlerini bilmek husûsunda hâkim kılar.
Bir kısmına da âlimler ile mücâdele için ilim usûlünü öğretir.
Bir kısmına inkârcılığı öğretir. Bir kısmına da hîle usûllerini, bir kısmına zînâ usûllerini, bir kısmına da hırsızlık usûllerini öğretir. Bu şekilde büyük küçük hiç bir âsîlik bırakmayarak hepsini kendi nesline öğretir.
Sonra İblîs bunlara belirli mevkîlerde oturmalarını emreder:
Hîle ehline, hırs sandalyesinde;
Öldürme ve yaralama ehline, reîslik sandalyesinde;
Şirk ehline, şirk sandalyesinde;
İlim ehline, münâcât ve ibâdet sandalyesinde;
Ateş ehline ve hırsızlara, tabîat sandalyesinde oturmalarını öğretir.
Sonra bunların eline bir takım zincirler ve bağlama âletleri vererek bunları tevbe etmeksizin yedi def’a haram işleri işleyen kimselerin boynuna geçirmelerini emreder.
Bu tür zincirlere tutulanları, şeytân kendi cinsinden olan ifritlere teslîm ederek arz tabakasından aşağıdaki noktalara zincirlerin bağlanmasını emreder. Bu tür zincire tutulan kimseler için bir daha Îblîs’e ve şeytanlara muhâlefet etme imkânı yoktur.
Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.
Arzın beşinci tabakası:
Beşinci tabaka arzın rengi, çivit mâvîsidir. Bu arza tuğyân arzı denilir.
Bu arzın küresel çevresi on yedi bin yedi yüz yirmi sene, sekiz aydır. Bu arzın her tarafı sâkin olunan yerleriyle ma’mûrdur.
Bu arzın sâkinleri cinlerin ve şeytanların ifritleridir. Bunlar için âsîlik ehlini daha büyük günâhlara sevk etmekten başka bir vazîfe yoktur.
Bunların huyları söylenen sözün tersini yapmaktır. Bunlara “gidin” dense gelirler, “gelin” dense giderler.
Hîle ve aldatmaca i’tibârı ile şeytanların en kuvvetlisi bunlardır. Çünkü dördüncü tabakada bulunanların aldatmaca ve hîlesi daha hafiftir, küçük bir hareketle def’ edilirler. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da “Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır” (Nisâ; 4/76) buyurması bu dördüncü tabaka hakkındadır. Fakat bu beşinci tabakada bulunan şeytanların aldatmacası, daha büyüktür. Bunlar, Âdemoğlu üzerine kahırsal üstünlükle musallat olurlar. Onlara muhalefet mümkün değildir.
Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.
Arzın altıncı tabakası:
Arzın tabakalarından altıncı tabakaya ilhâd ya’nî inançsızlık arzı denilir. Bunun rengi karanlık gece gibi siyahtır.
Bu arzın küresel çevresi yirmi beş bin iki yüz yirmi bir sene, yüz yirmi gündür. Bu arzın tamâmı, cinlerin inatçıları ve Allah’ın kullarından hiç bir kimsenin sözüne kulak asmayan cinlerin daha da inatçıları ile iskân edilmiştir.
Şurası da bilinsin ki, cinler sınıfının cinsleri çeşitli olmakla berâber, dört tür ile sınırlıdır.
Birinci kısım, unsursal olanlardır.
İkincisi, ateşsel olanlardır. Ateşsel olan da unsursala dönüşmekte ise de bizim bu tâbirimizde başka bir incelik vardır.
Üçüncü türü, havâsal;
Dördüncü türü, topraksal olanlardır.
Unsursal olanlar rûhlar âleminden çıkmazlar. Bunların üzerine bileşiklik değil basitlik hâli gâlibdir. Kuvvet i’tibârı ile cinlerin en şiddetlisi bunlardır.
Bu isim ile isimlendirilmeleri, meleklere olan münâsebetlerinin kuvvetindendir. Çünkü bunlarda rûhânî işler, süflî tabiî işlerin üzerine gâlibdir. Bunların ortaya çıkışı, insânî hatıralarda olur. Bunlar hakkında Cenâb-ı Hak “şeyâtînel insi vel cinni” ya’nî “insan ve cin şeytanları” (En’âm; 6/112) buyurmuştur. Bu işâreti anla! Bu hatıralara musallat olanlar, genellikle evliyâya musallat olurlar.
Ateşsel olanlara gelince; Bunlar genellikle rûhlar âleminden çıkarlar ve her sûretle sûretlenebilirler. Ve genellikle insanlara misâl âleminde ansızın musallat olarak, o âlemde istediği şeyi yaparlar.
Bunların aldatma ve hîlesi de şiddetlidir. Hattâ bunların ba’zılarının bir şahsı insanî yapısıyla alıp istediği yere götürdüğü vardır. Ve ba’zıları da bir şahsa musallat olarak, onunla ikâmet ederler. Bu sûrette bunu gören kimse, onu görmesi devâm ettikçe saralı olarak yere düşer.
Havâsal olanlar hisler âleminde de görünürler. Bunlar, insanın rûhuyla çarpışır. Onların sûret ve şekilleri, ona bakan kimseye yansıyınca, o da saralı olarak yere düşer.
Topraksal olanlara gelince: Bunlar bir şahsa bir görüntüyle görünerek, onun üstüne toprak atmak sûretiyle rengini değiştirirler. Bu kısımda olanlar, cinlerin aldatma ve hîlede kuvveti en zayıf olanlarıdır.
Arzın yedinci tabakası:
Arzın tabakalarından yedinci tabakaya, “şekâvet arz”ı denilir. Şekâvet arzı, cehennemin yüzeyidir. Şekâvet arzı, tabiî süfliliklerden yaratılmıştır.
Bu arzın sâkinleri, yılanlar, akrepler ve cehennemin ba’zı zebânîleridir. Bu arzın küresel çevresi, yetmiş bin dört yüz kırk iki sene dört aydır.
Burasının yılanları, akrepleri, dağlar gibi, deve boyunları gibidir. Bunların hepsi, “neûzu billah-Allah’a sığınırız” cehenneme katılmıştır.
Cenâb-ı Hakk’ın bunları bu arzda iskân etmesinin sebebi, uhrevî âlemdeki cehennemde bulunan azâba numûne olması içindir.
Nitekim cennetin ni’metlerine de, dünyâda numûne yapmak için cennet sâkinlere benzer olmak üzere gezegenler feleğinde de bir sınıfı iskân etmiştir.
Bu anlatılanların benzeri insanî hayâlhânedendir. İnsanî hayâlhânenin sol tarafında bulunan sûretler, bu arzdan bir nüshâdır. İnsânî hayâlhânenin sağ tarafında bulunan sûretler de atlas feleğinden, “Sûr” ve “Arş” ve benzeri sâkinlerden bir nüshadır.
Cenab-ı Hakk’ın dünyevî âlemde bunları göstermesi, uhrevî âlemde bulunan cennet ve cehennemdeki mevcûdların varlığına dâir, Allah’ın halkı üzerine şimdiden dünyâda iken Hakk’ın delîl getirmesi demektir.
Eğer böyle olmasa, beşerî akıllar uhrevî işleri idrâk etmeye yol bulamazdı. Ve böyle olmasa dünyâ ile âhiret arasında münâsebet gösterilmedikçe âhirete imân lâzım gelmezdi. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın bu dünyâ yurdunda bu gibi cennet ve cehennem numûnelerini göstermesi, Kur’ân-ı Kerîm’de cennet ni’metlerine ve cehennemin azâbına dâir Kur’ân’da haber verdiği şeyleri bilmeye halkın akılları için bir tür idrâk basamağının oluşması içindir.
Bu izâhlarda işâret ettiğimiz şeyleri anla!
Sâdece sözlerin zâhiriyle yetinme!
Hattâ bâtınî ma’nâları üzerinde de durma. Belki bâtınî ma’nânın işâret ettiği hakîkat ile tahakkuk etmeye gayret et ve bizim sana rehberlik etmek istediğimiz mes’elede zâhirden bâtına ulaşmak için güzel bir gayret göster. Çünkü zâhirin bâtını ve her hakkın hakîkati vardır. Hakîki Âdem o kimsedir ki, bir söz işittiği zaman onun güzel olan noktalarına bir bakış atarak o noktalardaki parlak ma’nâlara tâbî olur. Cenâb-ı Hak, bizi ve seni güzel düşünce ve güzel zikretme ile hakîkati görenlerden eylesin!
Bundan sonra şurasını da bilesin ki; bu sayılan yedi arz tabakasının tabakaları iniş i’tibârı ile nihâyete varınca devresi, yükselme yönüne doğru meyleder.
Bu mes’ele ateş ehlinde de, aynen böyledir. Cehennem sâkinleri, kendileri üzerine yazılan azâbı tamamlayıp da cehennemden çıktıkları zaman bunlar yüselme yönüne meylederek, cennet ehlinin mekr müşâhedesine ve ilâhî azamet nûrlarına mutâbık olarak ve bunların hakîkatleriyle tahakkuk mertebesine doğru yükselirler.
Ve yine aynıyla bu bölümün başında “Beyaz Yâkut”tan dönüşen “su” mes’elesi de böyledir. Çünkü su feleği, toprak feleğinden önce gelen bir felek olduğu gibi, toprak feleğinden sonraki ilk felektir. Ondan sonra havâ feleği; ondan sonra ateş feleği; ondan sonra ay feleği; ondan sonra feleklerin feleği; ihâta edici arşa varıncaya kadar daha yukarılarda belirtilen tertîb üzerine felekler yükselir.