Üçüncü Kısım; “Denizler”
Bilesin ki; yeri kaplamış olan yedi denizin aslı, iki denizdir. Çünkü Cenâb-ı Hak evveli olmayan ezelde yukarıda izâh edildiği şekilde “beyaz yâkut”a bakınca, “beyaz yâkut” suya dönüştü.
İşte bu sudan ilâhî ilimde heybet, azamet ve kibriyâ bakışına karşılık olan kısım, heybetin şiddetinden dolayı tadı i’tibârı ile tuzlu ve acı oldu.
O sudan Allah ilminde lütuf, merhamet bakışına karşılık gelen kısmın tadı da tatlı oldu.
Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân’da “hâzâ azbun furâtun sâigun şerâbuhu ve hâzâ milhun ucâc” ya’nî “bu kısmı tatlıdır, içimi latîftir. Bu kısım tuzludur, içimi acıdır” (Fâtır, 35/12) âyetindeki tatlı suyun daha önce söylenmesi, ilâhî rahmetin ilâhî azâbı geçmesi sırrına dayalıdır.
İşte bu îzâh edildiği şekilde yedi denizin aslı biri tatlı ve biri acı olmak üzere iki denizden ibârettir.
Tatlı denizden doğu tarafına doğru bir kanal uzayarak yerin bitkileri ile karıştı. Bundan dolayı o suda koku oluştu. Bu kanal tek başına bir denizdir.
Sonra yine o tatlı sudan bir kanal da batı tarafına doğru uzadı. Tuzlu denizin kapladığı yere yaklaştı. Onun tadıyla karıştı. Bundan dolayı o kanalın tadı, karışık oldu. Bu kanal da tek başına bir denizdir.
Tuzlu denize gelince, bundan üç kanal çıkmıştır:
Kanalın birisi, yerin ortasındadır. İlk tadındaki hâli üzerine tuzlu olarak kalmıştır, değişmemiştir. Bu da tek başına bir denizdir.
Tuzlu sudan bir kanal da yerin sağ tarafına gitmiştir. Yerin sağ tarafı, güney tarafından ibârettir. Bu kanal da üzerine yayıldığı arâzînin tadı kendisine gâlib ekşi olmuştur. Bu da tek başına bir denizdir.
Bir kanal da sola doğru yani kuzey tarafına doğru gitmiştir. O suya da üstünde yayıldığı arâzînin tadı gâlib gelerek içilmeyecek derecede acı olmuştur. Bu da tek başına bir denizdir.
Bahsedilen bu tuzlu deniz Kâf Dağı ve Kâf Dağındaki arâzînin tamâmını da kaplamıştır. O kısımda suyun belirli bir tadı yoktur. Şu kadar var ki, kokusu çok güzeldir. Onun kokusunu koklayan kendindeki hâl üzerine kalamayıp, belki kokunun güzelliğinden helâk olur. İşte dalgalarının sesi işitilemeyen ihâta edici deniz budur. Bu işâreti anla ve bu ibârelerin arkasındaki hakîkatleri bil!
Özet olarak bahsettiğim bu denizlerin şimdi ayrıntısına başlıyorum.
Birinci Deniz; Tatlı Deniz;
Bu ayrıntıların içinde ilâhî sırlardan garîb sözleri koyacağım tatlı denizin ayrıntılı olarak anlatımına gelince;
İçmesi güzel, üstünde bineklerle yürümesi kolay ve seçkinlerin ve avâmın seyrine ve hareket etmesine müsâid ve aklın fikirlerinin güzel bir akledişle hareket edeceği yerdir.
Uzak ve yakın olanlar, yâni idrâki ister kuvvetli ve ister zayıf olsun bu denizden avuç avuç feyz alabilirler. Bunların ölçeği bununla istikâmet üzeredir ve dinlerin nâmûsundaki ya’nî şerîattaki hikmetler bununla düzenli ve doğru olabilirler.
Bu denizin rengi beyaz, şeffâftır. Bu denizin geçitlerinde yetişkin olan da yetişkin olmayan da insanlar sür’atle gidebilirler. Ve bunun sofralarının üstünde tâlip olan yağma etme ganimetiyle fayda görür. Balıklarının teslimiyeti kolaydır. Şebekeye yakın gelirler, kolay avlanırlar.
Bu deniz hürmet ve saygı nûrundan yaratılmıştır. Bu denizde helâl de, harâm da apaçık belli olmaktadır. Bu deniz zâhir hükmünün irtibâtına, evvel ve âhir husûsunun sıhhatine vesîledir. Bunun içinde sefer çoktur, tehlike azdır. Gemilerinin ârızalanması veyâhut dalgadan dolayı bu denize girenlerin boğulması çok azdır.
Bu deniz, kurtuluşa doğru koşan kimse için yoldur. Her tâlibin isteğine ulaşması için, kurtuluş yoludur. Bu denizde ibâre sadetlerinden işâret incilerini çıkarmak kolaydır. Kelime şebekelerinden hikmet mercânlarının çıkması, bu denizde görülür.
Binekleri taşımacılıkta devamlıdır, limanları mechûl değil, bilinendir. Dibi yakın ise de çukuru uzaktır. Muhtelif din anlayışları ahalisinin hepsi bu denizin sâkinlerindendir. Muhtelif milletlerin resîsleri müslümanlardır. Hâkimleri, ilmi ile amel eden fukahâ ya’nî fıkıh âlimleridir.
Cenâb-ı Hak, ni’met meleklerini bu denizi korumaya me’mûr kılarak o melekleri kabz ya’nî daralmaya ve basta ya’nî genişlemeye vâsıta eylemiştir.
Bu tatlı denizin dört tanesi meşhûr, kırk bin kadar da meşhûr olmayan kolu vardır. Meşhûr olan kolları Fırat, Nil, Seyhun, Ceyhun’dur. Meşhûr olmayan kollarının ekserisi Hind arzında ve Türkmen arzındandır. Habeş’te de bu denizden iki kol vardır.
Bu denizlerin kapladığı alan yirmi dört senelik yoldur. Bu denizler, arzın çaplarında dallanıp budaklanarak enine boyuna yayılmıştır.
Bu denizden çıkan iki kol daha vardır. Birisi, “ireme zâti’l-imâd”da (Fecr; 89/7) diğeri Numan’dadır.
Yeryüzünde yayılan ve yerin her tarafına bağlantısı olan bu deniz, yerin diyarlarını ve beldelerini ma’mûr eyleyen ve bütün halk arasında eserini gösteren bir denizdir. Yeryüzünde enine görünen, bahsedildiği şekildedir.
Yeryüzünde boyuna mevkî alan “ireme zâti’l-imâd”da sâkin olandır. Karışmışlık sâhibi olan karışık denizdir.
Bu işâretleri anla! Bu ibâreleri bil!
Bu işin esâsı zâhir îzâh üzerine değildir.
Cenâb-ı Hak, işin evvelini ve âhirini ihâta etmiştir.
İkinci Deniz; Kokusu fenâ olan denize gelince:
Bu denizde seyir ve sefer güç, helâke uğramak çok kolaydır. Bu deniz hakikate yürüyenlerin yolu ve gayba âit şeylerle uğraşanların yöneliş mahallidir.
Herkes bu deniz üzerinde yürümeye heves ederse de, o saâdet Allah’ın kullarından ancak tam kulluk yapanlara kolaylaşır.
Bu denizin rengi, siyah ile beyaz arasında karışık olup gri rengindedir.
Bu denizin dalgaları türlü hayırlarla taşmakta ve rüzgârları her türlü fâziletlerle güzel, temiz kokular yaymaktadır.
Bu denizin balıkları katırlar, develer gibi pek iridir. O balıklar türlü maddî ve mânevi yükleri yüklenerek zahmet çekilmedikçe ulaşılması mümkün olmayan “dürre-i nefîse ya’nî nefîs inci” beldesine ulaştırabilirler. Ancak bu balıkların boyun eğmesi zordur. Ciddiyet ve gayret olmadıkça avlanamazlar.
Azîm ve kararlılık sâhibi olmayanlar bu denizin gemilerine binemezler. Rüzgarları, güneşin doğduğu yönden eserek gemilerini kurtuluş denizinin selâmet sâhiline götürür.
Bu denizin ahâlisi fiillerinde sâdık, sözlerinde ve hallerinde her yönden kendilerine i’timâd edilenlerdir. Bu denizin sâkinleri âbidler, sâlihler, zâhidlerdir.
Bâkilik incileri, sâfilik mercânları bu denizden çıkarılır. O incilerle ziynetlenenler, ancak kalbe âit temizliğe nâil olanlar ile güzel ahlâk ile tahakkuk etmiş ve hakîkat nûrlarıyla tecellî edici olanlardır.
Cenâb-ı Hak, bu acâîb denizin muhafazasına azâb meleklerini vekîl kılmıştır. Bu denizin çevresi beşbin senedir. Bu deniz, arzında zorluğa ma’rûz kalındığından yeryüzünde uzayamamıştır.
Üçüncü Deniz; Karışık denize gelince:
Karışık deniz, muhtelif hastalıkların devâsıdır. Bunun rengi, sarıdır. Dalgaları, kızıl kaya gibi donmuştur. Her insan ondan su içmeyi başaramaz. Aynı şekilde her insan onun yollarında seyir ve sefer edemez.
Bu deniz “ireme zâti’l-imâd”ın (Fecr; 89/7) denizidir. “İreme zâti’l-imâd” bir bahçedir ki, bunun bir benzeri diğer beldelerde yoktur.
Bu deniz, gidilen yolu çok çetin ve çokça helâk edicidir. Bunda selâmetle, ancak mü’minlerden belirli kişiler seyir ve sefer eder. Ve orada ancak dini bütün olanlardan özel ferdler hükmünü yürütebilir. Kâfirlerden birisi, bu denizden bir gemiye binse uğrayacağı felâket geminin batması ve bineğinin boğulmasıdır.
Bu denizin helâk edici canavarları gemileri parçalar ve batırır. Bu denizin gemilerini şifâ verici nakiller ile desteklenmiş olan tam akılların sâhipleri inşâ edebilir. Onlardan başkası bu denizde binmek için gemi yapmak isterse de, sonucundaki azâbı ve helâkı düşünerek faydayı karada ikâmet ederek bulmayı tercih eder.
Bu denizin balıkları, yutmak husûsunda kâhredici ve hilekârlıkta ustadır. Bunlar ancak ibrişimden yapılmış ağlarla tutulabilirler. Bu mühim mes’eleye, ancak hâlis olan mü’minler cesâret edebilirler.
Bu denizden çıkarılacak inciler, lâhût âlemi asıllı, mercanları nâsût âlemi müşâhedelidir.
Bu denizin faydalarını saymak mümkün değildir. Çünkü sonu yoktur. Aynı şekilde helâk etmesi de şiddetli, hüsrânı gerektiren halleri ve bedenlere ve dinlere te’siri pek kuvvetlidir.
Bu denizin sâkinleri, en büyük sıddıkiyet sâhiplerinin gıdâsını yüklenmiş olan küçük sıddıkiyet sâhipleridir. Ben bu denizin sâkinlerini inançları selâmette, intikâm ve fitnelerden sâlim olarak güzel ve iyi zan ile vasıflanmış gördüm.
Cenâb-ı Hak bu çok büyük denizin korumasını teshir ya’nî itaât ettirici meleklere havâle etmiştir. O melekler diğer beldelerde benzeri yaratılmayan “ireme zâti’l-imâd”ın sâkinleridir.
Bu denizin dalgaları, garip bir beldenin sâhillerine vurur. Ve o belde ahalisi o denizin acâib olan balıklarıyla fayda sağlarlar. Bu denizin çevresi yedi bin senedir. Burada sefer edenlerden ba’zıları, bu uzun mesâfeyi yarım dakikalık bir uyku müddetinde de kat’ edebilirler. Bu deniz, şehirlerinin uzayışınca kollar meydana getirmiş ve bu denizin harâbı da, ma’mûresi de ma’mûr olmuştur.
Dördüncü Deniz; Tuzlu denize gelince:
Bu denizin kapsamı genel, dâiresi tamamdır. Rengi, gök rengi; derinliği, çoktur. Bunun suyundan kim içerse, tutulacağı susuzluk yüzünden ölür. Ve bunun kenârından geçen kimsenin fânî olması muhakkaktır.
Ezel rüzgârları, bunun batı taraflarından esmiş ve dalgaları her tarafa çarpmıştır. Bu denizde seyâhat eden, selâmete erişemez ve bu denizde sefer eden ister usûlü içerisinde sefer etsin, ister usûlsüz sefer etsin hidâyeti bulamaz. Meğer ki ilâhî yardım eli sefer eden kimseyi desteklemiş ola. Böyle bir yardım ile desteklenen kimsenin gemisi ancak bu çok derin denizin sularından sâlim olarak geri dönebilir.
Bu denizin gemileri, ancak seher vaktinde seyir ve sefer eder. Rüzgârları, yalnız sağdan ve soldan eser. Bu denizin gemisi, nâmûs ya’nî şerîat levhalarından inşâ edilmiş; kâmûs yâni ihâta edici deniz ilminden alınan çivilerle çakılmıştır.
Fikirler bu denizin sularında şaşırmış ve akıllar bu denizin dibinde hayrete düşmüştür. Bu denizin gemileri pek çok zaman helâka sebebiyet verici ve helâkın yanında çok büyük yorgunluğu zorunlu kılıcıdır.
Bu denizde de selâmete uğrayanlar, müslümanlardan tektük kişilerdir. Bu denizin helâk edicilerinden kurtuluş bulanlar, hâlislerden olan ferdlerdir.
Bu denizin helâk edici canavarları bineni de, bineği de yutar. Bu denizde ikâmet eden de, sefer eden de helâka uğrar. Bu denizde sefer eden, her tuttuğu yolda binlerce helâk ediciye tutulur.
Bu denizde helâl ile harâm bir renktir ve bu denizde başlangıç ile bitiş karışmıştır. Ve bu denizin derinliği için bir son ve sonu için bir başlangıç yoktur.
Bu denizde ancak tam bir azîm sâhipleri dalabilir. Bu denizin incilerini ancak yüksek himmetlere sâhip olanlar ele geçirebilir. Bu denizin uğraştıran mes’elesi, hakîkat mahsûlü üzerine dayalı olup, dalları ve esâsları o mahsûl üzerine tesîs edilmiştir.
Bu denizin dalgalarının birbiriyle çarpışması devamlıdır. Korkulacak halleri çok büyük, yağmur bulutları dâima doludur. Bu denizde sefer edenler için zâhir yıldızlardan başka delîl olmadığı gibi, gemileri için de karanlıklar içinde gizli olan hayretten başka liman yoktur. Bu denizin balıkları, mahlûkların genel görüntüsü üzerine yaratılmıştır.
Bu denizin ufak hayvanları, ağızlarıyla zehir atmağa meyillidir. Allah bu denizin ufak hayvanlarını “Kâdir” isminin nûrundan yaratmış ve onları zâhir işi hikmetinin hakîkati eylemiştir.
Bu denize dalanlar denizin gel-gitlerinden yana sâlim olurlarsa, çukurlarındaki sadeflerinde dolu olan dürr-i yetimleri ya’nî eşsiz incileri çıkarırlar.
Cenâb-ı Hak, bu denizin sâkinlerini mele-i a’lâdan halk etmiş ve o mele-i a’lâ hakîkati keşfetmede kendileri için büyük bir kudret ihsân edilen sınıftan ibâret olmuş ve onları muhâfaza etmeye de vahiy meleklerini me’mûr kılmıştır.
Şurası da bilinsin ki; Cenâb-ı Hak, kıdemde, yoklukta mevcûd olan “beyaz yâkût”a bakınca o beyaz yakût’un nûru bu deniz oldu. Beyaz yâkût, bu denizin vesîle sebebi ve kanallarından akan tatlı sular da o yâkûtun sûreti ve yapısıdır.
Bu açıklanan şekilde ilâhî bakış kendisine bağlanan o beyaz yâkut suya dönüştü. İki deniz oluştu. Birisi zulmet ya’nî karanlık, birisi ziyâ ya’nî aydınlık.
Cenâb-ı Hak, bu iki denizi birbirine karıştırınca ara yerinde âb-ı hayâtı ya’nî hayât suyunu, iki denizin birbirine birleşmemesi için berzâh olarak koydu. Bu bahsettiğimiz su, iki denizin birleşmesinde, iki husûsun kavuşmasındadır. O bir sudur ki, batı tarafında “Erbil” denilen şehirde akar.
İki denizin birleşmesinde Cenâb-ı Hakk’ın halk ettiği bu suyun özelliği şudur ki, bundan içen ölmez ve o suda seyâhat eden “Behemût” denilen balığın ciğerinden yemeyi başarır.
Behemût, bahsedilen bu tuzlu denizde, bir balıktan ibâret olup dünyâyı ve içindekileri taşımakta olan bu balıktır. Cenâb-ı Hak, yeryüzünü yaydığı zamanda onu “Berehût” ismi verilen öküzün iki boynuzu üzerinde mekân tutturmuş, o öküzü Behemût denilen ve bu bahsetiğimiz denizde bulunan balığın sırtına yüklemiştir. İşte Kur’ân’da “ve mâ tahtes serâ“ ya’nî “nemli toprağın altındakiler“ (Tâhâ; 20/6) âyetinin işâreti budur.
Bu bahsedilen “mecmeu’l-bahreyn” ya’nî “iki denizin birleştiği” (Kehf; 18/60) yer öyle bir yerdir ki, onun kıyısında Mûsâ (a.s) ile Hızır (a.s) buluşmuştur. Cenâb-ı Hak, Mûsâ (a.s)’a, “iki denizin birleştiği” yerde Allah’ın hâlis kullarından bir kul ile buluşacağını vaad etmiştir.
Bu ilâhî vaad üzerine Mûsâ, yanındaki genç ile yiyeceklerini de yanlarına alarak sefer ettiler. “İki denizin birleştiği” yere ulaşınca ilk başta Mûsâ (a.s) varmak istedikleri yere ulaştıklarını bilemedi.
Mûsâ (a.s) yanındaki genç arkadaşıyla bir kaya kenarında yemek yedikleri sırada balığı unutmuşlardı. O sırada med-cezir nedeniyle deniz geri çekilmişti, tekrar kabarınca denizin suyu kayaya kadar erişti. Hayâta âit hakîkat, sudan balığa sirâyet etti ve balık sıçrayıp denize gitti.
Mûsâ (a.s), ateş üzerine pişirilmiş ölü bir balığın canlanmasına hayret etti. Yanındaki genç Yûşa İbn-i Nûn’dur. Yûşa, Hz. Mûsâ’dan güneş senesi i’tibâriyle bir yaş büyüktür. Bunların kıssaları meşhûrdur. Biz o kıssayı Musâmeretü’l-habîb Musâyeretü’s-sâhib isimli kitâbımızda ayrıntılı olarak anlattık. İsteyen oraya müracaât eder.
İskender, üstâdı olan Eflâtun’dan “âb-ı hayât içen, ölmez” diye işitmişti. Onun sözüne güvenerek, bu sudan içmek için yola çıktı. Eflâtun vaktiyle o suyun bulunduğu mahalle giderek âb-ı hayattan içmişti. Eflâtun günümüze kadar hâlâ sağdır. Derâvend denilen dağdadır. Aristo, Eflâtun’un tabelesidir. O da, İskender’in üstâdıdır.
İskender, “iki denizin birleştiği” yere giderken üstâdı da berâber idi. Zulmetler ya’nî karanlıklar arzına ulaştıkları zaman, durmadılar ve sefere devâm ettiler. Yanlarında askerden de bir kısım vardı. Diğer askerler “Sebet” denilen şehirde kaldılar. Sebet, bir yerdik ki, güneşin doğumuna ilk orası ma’rûz kalır.
İskender ile berâber giden askerin içinde Hızır’da vardı. Sefere devam ettiler. Ne kadar gittikleri bilinmez. Bu sefer, deniz kenârında devâm etti. Her su buldukları yere indikçe o sudan içtiler. Sefer uzadıkça usanç oluştu, askerin ikâmet ettiği mahalle döndüler.
Oysa “iki denizin birleştiği” yerin yollarından geçtikleri halde, “iki denizin birleştiği” yer olduğunu bilemediler. Onun için “iki denizin birleştiği” yer denilen yerde ikâmet ederek, sudan içmeyi başaramadılar.
Ancak Hızır ilâhî ilhâma nâil olmuştu. İlhâmında kendisine bir kuşu keserek bacağına bağlaması emrolunmuştu. Hızır da öyle yaptı. O kuş bacağında olduğu halde suyun içinde yürüyordu.
Aranılan mahale ya’nî “iki denizin birleştiği” yere erişince kuşda hayat olmuşcasına çırpınma ve hareket oluştu. Hızır orada ikâmet etti. O sudan içti. Gusl etti ve o suda yüzdü. Bu mes’eleyi İskender’den gizledi.
Aristo Hızır’ı gördüğü vakit anladı ki, Hızır isteğine nâil oldu. Bunun içindir ki, Aristo ölünceye kadar Hızır’a hizmet etti. Gerek Aristo, gerek İskender Hızır’dan düşündürücü ve uğraştırıcı ilimleri kazandılar.
Şurasını da bilesin ki;
Âb-ı hayât demek yüce varlığa nisbetle zâtî hakîkatin zuhûr yeri demektir.
Bu işâretleri anla! Bu ibâredeki remizleri çöz!
Bu îzâhların özünü kendinden başka yerden talep etme!
Kendi benliğinden çıkarsan, “ahyâun inde rabbihim yurzekûn“ ya’nî “Onlar diridirler, Rabb’lerinin indinde rızıklandırılırlar” (Âli İmrân; 3/169) sırrıyla selâmet ve kurtuluş sâhibi olursun.
Ümît ederim ki, zaman seni onların hizbinden olmaya muvaffak eder. Mûsâ ile Hızır ile İskender ile karanlıklar ile âb-ı hayât ile kastedilen sen olursun.
Şunu da bil ki; Hızır’ın bahsi daha önce geçti. Ve denildi ki, Cenâb-ı Hak Hızır’ı “ve nefahtu fîhi min rûhî“ ya’nî “ona rûhumdan üfledim” (Hicr; 15/29) âyetinin hakîkatinden halk etmiştir. Bundan dolayı Hızır, Allah’ın rûhudur. Bunun için kıyâmet gününe kadar yaşar. Ben Hızır’la bir araya geldim ve ona sordum da, bu kitapta bu bahse âit yazdıklarımı ondan rivâyet ettim.
Şunu da bil ki; Bahsedilen ihâta edici deniz ve o denizden olup da dünyâya yakın olduğu yönden Kâf Dağından ayrılan deniz, tuzludur ve îzâh etmekte olduğumuz deniz budur.
Kâf Dağına bitişik olan deniz, bu tuzlu denizin arkasındadır. Bu arkada olan, kırmızı denizdir. Bunun kokusu güzeldir. Bir de Kâf Dağının arkasında olarak Siyah Dağa bitişik olan deniz vardır. Bu da, yemyeşil denizdir. Öldürücü zehir gibi tadı acıdır. Bundan bir damla içen derhal helâk olur ve fânî olur.
Yine bu denizden ayrılan ve bütün mevcûdları içine alan ve muhît olarak Siyah Dağın arkasında deniz, A’zam denizidir. Bunun ne tadı bilinir, ne de rüzgârı hissedilir. Buna kimse erememiş, belki haberlerde anlatıldığı için insanlarca haberi bilinmekte ise de, eserlerinden yana kesilmiş olarak gizli kalmıştır.
Beşinci Deniz; Kırmızı denize gelince:
Bunun kokusunun yayılması en güzel kokulu misk gibidir. Bu deniz yüksek dalga sâhibi olan “yüce deniz” tâbiriyle bilinmiştir.
Ben bu denizin sâhilinde îmân sâhibi bir takım âdemler gördüm. Onların ibâdeti, halkı Hakk’a yaklaştırmaktan başka bir şey değildir. Bunlar, aslî fıtratlarında bu feyizle halk edilmişlerdir.
Bunlarla birlikte yaşayan kimse, onlarla bir arada bulunduğu kadar Allah’ı öğrenir. Ve onlarla berâber seyri miktârınca Allah’a yaklaşır. Bunların yüzleri doğan güneş, çakan şimşek gibidir.
Hakk’a giden yolların sahralarında hayrette kalanlar, bunlardan ışık alır ve denizlerin derin yerlerinde şaşırıp kalanlar bunlarla hidâyete nâil olurlar.
Bu bahsettiğimiz erler, bu denizde sefer etmek istedikleri zaman balıklar için ağ kurarlar. Balıkları avladılar mı, o balıkların üzerine binerler. Çünkü bu denizin gemileri, o denizin balıkları ve bu denizden kazançları, o denizin incileri ve mercanlarıdır.
Şu kadar var ki, bu bahsettiğimiz erler, avladıkları balıkların üzerine binince denizin güzel kokusunu koklayarak bayılırlar. Bir türlü kendilerine gelemezler. Ve bu denizde bu balıklara bindiği müddetçe hissiyâtlarına sâhip olamazlar. Onları, bindikleri balıklar alıp götürür. Nihâyet sâhile yaklaşarak, oradaki mertebelerden bir mertebenin sâhiline atarlar.
Bu bahsedilen erler, bu şekilde karaya ulaşıp da denizden çıktıkları zaman, akılları kendilerine geri döner. Ve ellerine ne gibi mahsûller geçmişse, ancak o zaman meydana çıkar.
Hattâ o kadar acâîbliklere ve garîbliklere mazhar olurlar ki, bunu anlatmak için en hafîf söylenebilecek ta’bîr şudur: “Öyle şeyler ki, onu ne gözler görmüştür, ne kulaklar işitmiştir, ne de beşerden bir kimsenin gelmiştir.”
Şurası da bilinsin ki; Bu denizin dalgalarından her bir dalga, yerle gök arasını milyonlarca def’a doldurabilir. Çünkü o dalgaların sonu yoktur.
Eğer Cenâb-ı Hakk’ın bu denizi ihâta eden kudret âlemi olmasa, bu yüce varlığın içinde böyle bir denizin vücûduna imkân olamazdı.
Cenâb-ı Hak “Kerrûbiyyûn meleklerini” bu denizin muhâfazasına me’mûr etmiştir. Bu melekler, bu denizin ortasında duramazlar. Belki kıyısında durmak sûretiyle muhâfaza etme vazîfesini yerine getirirler. Bu denizin sâkinleri sâdece kendi binek hayvanları ile balıklardan ibarettir.
Altıncı Deniz; Yemyeşil denize gelince:
Burası, tadı acı, helâk ve boğulma ma’denidir. Bu denizde âlim olanların ilminde o denizin adı, “sıfatların hayırlısı” olup âriflerin indinde “sofranın en güzeli” ile vasıflanmış ve isimlendirilmiştir.
Bu denizde balık yoktur. Bu denizde sefer eden, mutlaka ölmeye mahkûmdur. Bu denizi ben gördüm. Sâhilinde emîn ve mutmain bir belde mevcûttur. O belde, Hızır ile Mûsâ’nın birlikte gittikleri beldeden (Kehf; 18/77) ibâret olup, bu beldenin ahâlisinden yiyecek istedikleri zaman ikisini de misâfir etmekten kaçınmışlardı. Bunun sebebi, ikisinin de üstündekiler fukâra elbisesi idi. Oysa o beldenin yemeklerinden yiyebilmek meliklere ve emirlere mahsûstur.
Bundan başka bu beldenin ahâlisini bu denizde seyir ve sefere âşık ve düşkün gördüm. Hepsinin kalbinde bu muhabbet mevcûttur. Hattâ her sene başındaki o gün onların bayramıdır.
O gün bu beldenin ahâlisi bir araya gelerek renkleri yeşil, kırmızı, sarı ve daha başka türlü renklerde olan binek atları üzerine binerek kendilerini bindikleri hayvana bağlarlar ve aynı şekilde atın gözlerini de bağlayarak o denize yaklaşırlar.
Kimin atı, gözü bağlı olduğu halde denize girerse o at da, üstüne binen de helâk olur. Yok eğer bindiği at, deniz kenarına varınca denize girmeyip geri dönerse, o kimse diri olarak geri döner. Bununla birlikte diri olarak geri dönen o şahıs kendisini reddolunmuş utangaç ve uzakta kalmış ve tard edilmiş sayar.
Gelecek sene başka bir binek tedârik ederek, bütün sene besleyip yiyeceğin özen gösterdiği o atla yine o denize doğru aynı şekilde atı ile yürümeyi icrâ ederek o denizde boğulup ölünceye kadar uğraşır.
Bu deniz kıyısındaki beldede bulunan ahâli, ölmek için aşka mübtelâdır. Bunlar o denize tıpkı pervânenin lambanın nûruna hücûm etmesi gibi hücûm ederek, o denizde fânî olmak sûretiyle helâk olmaya iştiyâklidirler.
Yedinci Deniz; Kapkara denize gelince:
Bunun ne sâkinleri bilinir, ne de balıkları bilinir. Buraya ulaşmak imkân dairesinde değildir. Çünkü bu deniz tavırların, sarmaların, devirlerin ötesinde olup, devrelerin nihâyetidir.
Bunun acâîblikleri için bir nihâyet, garîblikleri için son yoktur. Müddetler ondan yana kısa sayıldığı için çok uzundur. Acâîblikteki çokluğu düşünce üstü olduğu için, ulaşmak imkânsız olmuştur.
Bu, Zât denizidir. Sıfatların hepsi bu Zât denizinde hayrettedir.
Yok olan, mevcûd;
İsimlenmiş olan, olmayan;
Bilinen, bilinmeyen;
Hükmedilen, nakledilen;
Mühürlü olan, akledilen;
işte hepsi bu Zât denizinden ibârettir.
Bunun varlığı, yokluğu; yokluğu, mevcûdiyetidir. Bunun önceliği, sonralığı ihâta etmiş; bâtını, zâhirini toplamıştır. Onda bulunan şey, idrâk edilemez. Ya’nî hiç kimse bilmediği için istifâde etmeye kâdir olamaz. Bundan dolayı bu en büyük denize dalmaktan yana beyân dizginlerini geri çekmek mecbûriyetindeyiz.
Allah hakkı söyler, hakîkî yola hidâyet eder ve tevekkül ve i’timâd O’nadır.