63.Bölüm-İnançlar; İbâdetler; Haller; Makâmlar-1-

Dinlerin Genel Hatları ve İbâdetlerin Sırları ve

Bütün Hallerin ve Makâmların

İncelikleri Hakkındadır

Aşağıdaki îzâhları dikkatle bil ki; Cenâb-ı Hak mevcûdların hepsini kendisine ibâdet için halk etmiştir. Mevcûdlar, bu bahsedilen ibâdet hikmeti üzerine meşgûl ve asâleten bunun için mahlûktur. Esâsen bu mevcûdlarda hiç bir şey yoktur ki, Cenâb-ı Hakk’a hâlleriyle, sözleriyle, fiilleriyle, belki zâtı ile, sıfâtları ile de ibâdet etmesin!

Bu mevcûdlarda bulunan her şey, Allah’a itaâtkârdır. Bunun delîli Kur’ân’da yere göğe hitâben Cenâb-ı Hakk’ın “tav’an ev kerhen, kâletâ eteynâ tâiîn” ya’nî “İsteyerek veyâ istemeyerek geliniz. “Yer ve gök itaâtkâr olarak geldik” dediler” (Fussilet; 41/11) buyurmasıdır. Bu âyet-i kerîmede göklerden ve yerden kasıt, onların sâkinlerinden başka bir şey değildir.

Bundan başka Cenâb-ı Hak, “Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya’budûn“ ya’nî “İns ve cinni ancak bana ibâdet etsinler diye halk ettim” (Zâriyat; 51/56) buyurmuştur.

Aynı şekilde “Her mevcûd ne için halk edilmişse, o şey kendisine kolaylaştırılmıştır” hadîs-i şerifi de mevcûdların ibâdette olduklarına şâhiddir.

Cinlerin ve insanların Cenâb-ı Hakk’a ibâdet için halk edildikleri bu belirtilen delîllerden anlaşılmıştır. Bundan dolayı kendilerindeki yaratılma sebebi olan şey, kendilerine kolaylaştırılmıştır. Şu halde onlar, zarûrî olarak Allah’ın tam kullarıdır. Şu kadar ki, ilâhî isimlerin ve sıfatların gereklerindeki ihtilâftan dolayı ibâdetlerde ihtilaf ortaya çıkmıştır.

Çünkü Cenâb-ı Hak, “Hâdî ya’nî Hidâyet Veren” ismiyle tecellî edici olduğu gibi “Mudill ya’nî Dalâlette Bırakan” ismiyle de tecellî edicidir. Cenâb-ı Hak, “Mün’im ya’nî Ni’met Veren” isminin eserinin açığa çıkışına muhabbet ettiği gibi, “Muntakim ya’nî İntikâm Alıcı” isminin eserinin açığa çıkışına da muhabbet eder.

Bu gerekliliğe dayalı olarak, ilâhî isimlerin ve sıfatların erbâbından ihtilâf ortaya çıktığı için insanların hallerinde de ihtilâf görülmüştür.

Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “Kânen nâsu ümmeten vâhideten fe beasallâhun nebiyyîne mübeşşirîne ve munzirîne“ ya’nî “İnsanlar, bir ümmet idi. Sonra Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak nebîler gönderdi” (Bakara; 2/213) buyurmuştur. Ya’nî “Hâdî ismi i’tibârı ile nebîlere tâbi’ olan o yönle Cenâb-ı Hakk’a ibâdet etsin ve nebîlere muhâlefet eden de Hakk’a Mudill ismiyle ibâdet etsin” demektir.

Bu hikmete dayanmaktadır ki, insanlar arasında ihtilâf ortaya çıkarak muhtelif din anlayışları ve çeşitli mezhebler ile insanlar arasında ihtilâf görülmüştür. Ve her sınıf, kendi bildiğini başkalarına nisbetle hatâ olduğu halde doğru olarak bilmiş ve bildiği yola gitmiştir.

Bundan şu sonuç çıkar ki, Cenâb-ı Hak her husûsda te’sir edici olan sıfatın gerektirdiği bakış açısından kendisine ibâdet edilmesi için, başkalarına nisbetle hatâ olan şeyi doğru gören sınıfa, o doğru görmeyi güzel göstermiştir.

İşte bu tetkik “mâ min dâbbetin illâ huve âhızun bi nâsıyetihâ“ ya’nî “Hareket eden hiç bir dabbe yoktur ki, Cenâb-ı Hak onun nâsiyesinden ya’nî alnından tutmamış olsun” (Hûd; 11/56) âyetinin ma’nâsıdır.

Kısaca, bir fiili icrâ edenin fiilinde, hakîkatte fâil olan Cenâb-ı Hak olup, irâdesi ve murâdı ne ise o hâsıl olur demektir. Cenâb-ı Hakk’ın murâdı da sıfatlarının gerektirdiği şeyin aynıdır.

Cenâb-ı Hak mahlûklarına, isimlerinin ve sıfatlarının gerekleri yönüyle karşılık verir. Bundan dolayı bir kimsenin ilâhî rubûbiyyeti kabûl ve tasdîk etmesi, Hakk’a bir menfaât veremediği gibi inkârı da Hakk’a bir zarar veremez. Belki Cenâb-ı Hak mahlûkların hakedişlerine göre tasarruf eder. Mahlûkların hakedişi dediğimiz, ilâhi kemâl için lâyık olan ne ise, ibâdetlerin ona göre çeşitlenmesidir.

Özetle, mevcûdlarda Hakk’a ibâdet etmeyen ve itaâtkâr olmayan hiç bir mevcud yoktur.Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Azîm’inde “ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahüm“ ya’nî “Mevcûdlardan O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur. Fakat siz o tesbîhi anlayamazsınız“ (İsrâ; 17/44) âyet-i kerîmesi de bu konudaki delîllerdendir.

Çünkü mevcûdların tesbîhinde muhâlefet, âsîlik, inkâr ve bunlara benzeyen tesbîhler de vardır. Bu sırrı her insan anlayamaz.

Bunun dışında bu âyeti celîlede olan “lâ tefkahûne” ya’nî “ siz anlayamazsınız” ifâdesindeki kaldırma, cümle üzerine olmuştur. Ondan anlaşılır ki, ba’zı insanların anlaması geçerlidir. “Siz onların tesbîhlerini anlayamazsınız” demek, “hepiniz anlayamazsınız” demek değildir. Bundan da, ba’zı kimselerin anlamasına câiz olduğu anlaşılır.

Şurası da bilinsin ki; Cenâb-ı Hak bu varlığı vücûda getirdiği ve Âdem (a.s)’ı da cennetten indirdiğinde, Âdem (a.s)’ı indirmeden evvel velî olarak halk etmişti.

Âdem (a.s) yeryüzüne inince, Cenâb-ı Hak ona nebîlik ihsan etmiştir. Çünkü nebîlik şerîat ve teklîf getirmek demektir.Dünyâ yurdu da teklîf yurdudur. Âdem (a.s) dünyâya inmeden önce bulunduğu cennet böyle değildir. Âdem (a.s) orada sırf velâyetle hareket ediyordu. Cennette kerâmet ve müşâhede yurdundan ibâret olup bunlar da velâyetle yerine getirilen hükümlerdendir.

Ebû’l-beşer ya’nî beşerin babası Âdem (a.s) yeryüzüne indiğinde de, nesli meydâna gelinceye kadar da yine velî idi. Nesli meydana geldikten sonra Cenâb-ı Hak, Âdem (a.s)’ı nesline nebî olarak gönderdi.

Âdem (a.s) nesline lâzım gelen şeyleri öğretti ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisine emrettiği şeyleri îzâh buyurdu. Âdem (a.s)’a indirilen âyetler bir çok sayfalardan ibârettir. Âdem (a.s) evladından bir kısmı, bu sayfalardan zorunlu olarak öğrendikleri hükümlere îmân ettiler. Çünkü bu sayfalardaki hükümleri, az bir aklı olan bir kimsenin reddetmesine imkân yoktur.

İşte bu îmân edenler, Âdem evlâdından Âdem’e tâbî’ olanlardır.

Nefsin lezzetleriyle ve şehvete dönük hevesleriyle meşgûl olarak bu sayfalardaki hükümleri öğrenmekten yüz çevirerek hevâlarına tâbî’ olanların, hallerinin netîcesi, dünyâya aldanarak gaflet karanlığına düşmekten ibâret oldu.

Netîcede bu gaflet onları, inkâra ve bu sayfaların hükümlerine îmân etmemeye sevk etti. İşte kâfirler bunlardır.

Âdem (a.s) vefât edince, nesli arasında ayrılık oluştu.

Bir kısmı, Âdem (a.s)’ın Cenâb-ı Hak indinde yakınlaşmış olduğuna îmân ettiler. O derecede ki, Âdem’in sıfatları üzerine taştan bir heykel yapmakla sûretini meydana getirmeye önem verdiler. Bundan maksatları hürmet ve saygı ile Hz. Âdem’e hizmet idi.

O heykeldeki şahıs sûretini müşâhedeye devâm ederek kalplerindeki muhabbetin nâmûsunu bu şekilde korumak istediler ve “bu şekilde hürmet, bizim için Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmaya vesîle olur” dediler.

Çünkü onlar biliyorlardı ki, Hz. Âdem’e hayâtta olduğu halindeki hizmet, Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmaya vâsıta idi. Âdem’in şahsına vefâtından sonra da bu şekilde hizmet etmek, bu yakınlaşmayı sağlar, zannettiler. Âdem neslinden inançları bu îzâh edilen kısmın içindeki bir sınıf da hürmette dalâlete düştüler. Doğrudan doğruya sûretin kendisine ibâdete başladılar.

“Putlara tapıcılar” denilen bunlardır.

Yine bunlardan bir sınıf da akılsal kıyâsa mürâcaatla, putlara tapmayı değersiz göstermeye kalkışarak “putlara ibâdet etmekten ise, tabîatı oluşturan dört unsura ibâdet etmek daha iyidir” dediler. Onların fikrine göre bu dört unsur varlığın aslı olup, âlem sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutûbetten oluşmuştur. Bundan dolayı asıl olana ibâdet etmenin fer’e ibâdetten daha iyi olması şeklini tercîh ettiler. Putlar, ibâdet eden kimsenin fer’idir. Çünkü putları yontup meydana getiren, o ibâdet eden kimsedir. Bundan dolayı ibâdet eden, o putların aslıdır. Kısaca, tabîatlara ibâdet daha tercih edilir; demişlerdir.

İşte “tabiiyyûn ya’nî maddeciler” denilen de bunlardan ibârettir.

Daha sonra bir sınıf da yedi yıldıza ibâdet etme zannına kapıldılar. Bunlar “sıcaklık, soğukluk, kuruluk, rutûbet kendi zâtında tercîh ile hareketi olan bir şey değildir. Onlara ibâdette fayda yoktur. Satürn, Jüpiter, Mars, Güneş, Venüs, Merkür ve Ay’dan ibâret olan yedi yıldıza ibâdet daha iyidir” dediler. Bu yedi yıldızdan her biri kendi başına harekete, feleğinde seyre, dönmeye sâhiptir; ba’zen menfaât, ba’zen zararlar olmak üzere vücûd bunların te’sîr edici hareketi olup o yönle hareket eder. Bu şekilde tasarrufu olan şeye ibâdet etmek daha iyidir” diyerek bu yedi yıldıza ibâdet ettiler.

Felsefeciler denilen de bunlardır.

Diğer bir sınıf da nûr ile zulmete ya’nî karanlığa ibâdet etme zannına kapıldılar. Bunların fikrince nûru ibâdete tahsîs etmek, ikinci bir yönü daraltmaktan başka bir şey değildir. Çünkü mevcûd, nûr ve karanlık ile sınırlandırılmıştır. Bundan dolayı nûr ile karanlığa ibâdet etmek daha iyidir; diyerek hiç bir yıldıza tahsîs etmeksizin mutlak tasavvur i’tibârı ile nûra, aynı şekilde mutlak tasavvur i’tibârı ile zulmete ya’nî karanlığa ibâdet ettiler ve ışığa “Yezdân” ve zulmete ya’nî karanlığa “Ehrimân” dediler.

“Seneviyye” denilen sınıf da bunlardır.

Başka bir sınıf da ateşe ibâdet etme zannına kapıldılar. Bunlar derler ki, “Hayatın esâsı vücûdun normal ısısı üzerine tesîs edilmiştir. Vücûdun normal ısısı ise, zihinde ma’nâdan ibârettir. Bu ma’nânın varlıksal sûreti ise, ateşten ibârettir. Bundan dolayı vücûdun tek başına aslı ateştir.”

Bu sınıf da, bu fikirle ateşe taparlar.

“Mecûsiyye” denilen sınıf da bunlardan ibarettir.

Başka bir sınıf da esâsında ibâdeti terk zannına kapıldılar. Bunların kapıldıkları zanları aşağıda îzâh edildiği gibidir.

İbâdet hiç bir fayda ifâde etmez. İlâhî fıtratın esâsının bakış açısından yaratılışın gereği ne ise, dehr ya’nî hâdiselerin zamânı o sûretle gerçekleşen şeyi göstermektedir. Bundan dolayı ortada içindeki mevcûdu dışarıya atan rahimlerden ve dışarıdaki mevcûdu içinde tutan yerden başka bir şey yoktur.

İşte “Dehriyyûn” denilen sınıf da bunlardır.

Bunlara “melâhide ya’nî dinsizler” de denilir.