63.Bölüm-İnançlar; İbâdetler; Haller; Makâmlar-2-

Kitâb ehline gelince: Bunlar da fırka fırkadır.

1- Berâhimiyye: Bunlar, Hz. İbrâhim dîni üzerine oldukları ve Hz. İbrâhim neslinden bulundukları zannına kapılırlar. Bunların kendilerine mahsûs ibâdeti vardır.

2- Yehûd: Bunlar, Mûseviyyedir.

3- Nasârâ: Bunlar, Îseviyyedirler.

4- Müslümanlar: Bunlar, Muhammedîdirler; ya’nî biziz.

Bu sayılanlar on fırkadan ibâret olup muhtelif din anlayışlarının asılları, bunlardır. Muhtelif din anlayışlarındaki ihtilâflara gelince; bu ihtilâfların çokluğunun sonu yoktur. Bununla beraber hepsi bu bahsedilen on fırkadan dallanıp budaklanmıştır.

Kâfirler,

Tabiiyyûn ya’nî maddeciler,

Felsefeciler,

Seneviyye,

Mecûsiyye,

Dehriyye,

Berâhimiyye,

Yehûd,

Nasâra,

Müslümanlar

Bu on fırkadan hiç bir sınıf yoktur ki, Cenâb- ı Hak onlardan bir kısmını cennet, bir kısmını da cehennem için yaratmış olmasın.

Geçmiş zamanlardaki kâfirlere bir bak! O zamanın peygamberinin dâveti kendilerine ulaşmadığı yerlerde bulundukları halde, onlar yine de ikiye ayrılmışlardır. Bir kısmı, hayır işlemişler; Allah onları cennetle mükâfâtlandırmıştır. Bir kısmı, şer işlemişlerdir; Allah onlara cehennemle azâb eder.

Kitap ehli de böyledir. Onlarda hayır denilen şey, şerîatlerin inmesinden önce kalplerin kabûl ettiği, nefislerin sevdiği, rûhların lezzet kazandığı şeylerden ibârettir. Şerîatlerin inmesinden sonra hayır, Allah’ın kullarının Cenâb-ı Hakk’a bu şerîa emirleri gereğince ibâdet ettikleri şeyden ibarettir.

Onlarda şer ise şerîatlerin inmesinden önce, kalplerin reddederek fenâ gördüğü ve nefislerin kerîh gördüğü ve rûhların elemine sebeb olan şeylerden ibarettir. Şerîatlerin inmesinden sonra şer, Cenâb-ı Hakk’ın ibâdetini yasakladığı şeylerdir.

Bu sayılan sınıfların hepsi lâyık olduğu şekilde Cenâb-ı Hakk’a ibâdettedirler. Çünkü Cenâb-ı Hak, onları onlar için değil, belki kendisi için yaratmıştır. Bundan dolayı onlar, hakedici olduğu şekilde Cenâb-ı Hakk’ındır.

Bundan başka Hak Subhânehu ve Teâlâ hazretleri bu milletlerden isimlerinin ve sıfatlarının hakîkatlerini açığa çıkarmıştır. Bundan dolayı hepsinde bi-zâtihî tecellî eden Cenâb-ı Hak’tır. İşte bu şekilde bahsedilen sınıfların hepsi, Cenâb-ı Hakk’a ibâdet etmiştir.

1 – Kâfirler:

Bunlar, Cenâb-ı Hakk’a bizzât ibâdet ederler. Çünkü Cenâb-ı Hak bütün mevcûdların hakîkatidir. Kâfirler de mevcûdlardandır. Cenâb-ı Hak, onların da hakîkatidir.

Bundan dolayı kâfirler, Cenab-ı Hak kendilerinin hakîkati olduğu için O’nun kendilerine Rab olmasını örtmüşlerdir. Onlar “Hak bizim hakîkatimizdir. Hakk’ın ise Rabb’i yoktur. Belki Hak, mutlak Rabb’dan ibârettir” diyerek Hakk’ın “ayn”ı olan zâtlarının gereği bakış açısından Cenâb-ı Hakk’a ibâdet etmişlerdir.

Kâfirlerden putlara ibâdet edenlere gelince:

Bunlar derler ki, “Cenâb-ı Hakk’ın kemâliyle berâber dâhil olma ve birleşme olmaksızın vücûd zerrelerinden her bir zerrede varlığın sırrı âşikârdır.”

Bu sırra bakarak Hak Teâlâ onların ibâdet ettikleri putların hakîkati olur.

Bundan dolayı onlar da Allah’dan başkasına ibâdet etmemişlerdir.

Cenâb-ı Hakk’ın ibâdet edilen putların bu hakîkati bilmesine de ihtiyâcı yoktur. Onların niyetlerine de muhtâç değildir. Çünkü hakîkatlerin, örtülmüşlük perdesinde devâmı ne kadar uzun olursa olsun, elbette o hakîkatler için bir gün işin hakîkati yönüyle açığa çıkması kaçınılmazdır.

İşte putlara ibâdet edenlerin kendi nefslerinde Hakk’a tâbi’ olmalarının sırrı budur. Çünkü putlara ibâdet edenlerin kalpleri şehâdet etmiştir ki, hayır bu yönde harekettedir. Bundan dolayı onlarm inançları, bu hakîkat üzerine düğümlenmiştir.

Cenâb-ı Hakk’ın ise meşhûr hadîs-i şerîfin belirttiği şekilde kulunun kendine zannı ne ise, orada olduğu ma’lûmdur. Resûlullah (s.a.v) de “Müftîler sana başka fetvâ verirseler de, sen fetvâyı kendi kalbinden al” buyurmuştur.

Bu hadîs-i şerîf kalbin genele dönük te’vîli üzerine söylenmiştir.

Mes’elenin özele dönük yönünü düşünmek gerekirse; her kalb, lâyık olduğu şekilde fetvâ alamadığı gibi, her kalp de doğru olan şeyi fetvâ olarak veremez. Bundan dolayı bu hadîs-i şerîfde kastedilen kalbler, ba’zı kalblerdir, kalblerin hepsi değildir.

Bu ise, putlara ibâdet edenlerdeki işin hakîkatine göre olan inanca âit incelik üzerine ibâdet fiilini yerine getirdikleri için âhirette bu bahsedilen kendi yolları üzerine işin hakîkatinin açığa çıkmasına sebep olur.

Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “küllü hizbin bimâ ledeyhim ferihûn“ ya’nî “Her hizib, kendilerinde olanla ferâhlananlardır” (Mü’minûn; 23/53) buyurmuştur.

Bu dünyâda da böyledir âhirette de; çünkü “ferihûn” kelimesi, sıfattan isimdir. İsim ise, isimlendirilenden ayrılmaz. Cenâb-ı Hak onları “ferihûn” ile isimlendirerek onları bu sıfatla vasıflandırmıştır. Vasıf ise, mevsûfa ya’nî vasıflanana aykırı değildir.

Cenâb-ı Hak “feraha küllü hizbin bimâ ledeyhim“ ya’nî “Her hizib, kendilerinde olanla ferâhlananlar idi” şeklinde geçmiş zaman fiil kipiyle buyurmuş olsa, veyâhut geniş zaman kipiyle “yefrahu” ya’nî “ferahlayacaklar” buyurmuş olsaydı, mes’ele bu izâh ettiğimiz şekilde olmazdı. Çünkü her iki durumda da fiil, kesintiyi gerektirir. Ama isim, devâm ve süreklilik içindir. Bundan dolayı onlar dünyâda fiilleriyle, âhirette hâlleriyle ferahtadırlar.

Özetle, kendilerindeki ferâh devamlıdır. O derecede ki, dünyâya tekrâr geri iâde edilseler, âhirette kendilerinde oluşacak vâkıf oluştan sonra dahi yine yasaklandıkları şeye elbette geri dönerlerdi.

Âhirette vâkıf olduktan sonra azâba tutulmuşlarsa da, netîcede yine o azâbı lezzetlerinin latîfliğinde bulmuşlardır. Azâbda kalmalarının sebebi budur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin gereğindendir ki, bir kulunu âhirette bir azâb ile azâblandırmayı murâd ettiği zaman, o kimse için bu azâbda ona tabii gelecek bir lezzet îcâd eder. Azâb çeken kimsenin bedeni, o kendisine tabii gelen lezzete âşık olur.

Bundaki hikmet şudur ki; bu şekilde azâba tutulmuş olduğu için, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmesi ve azâbdan yana O’na sığınması geçerli olmaz. O lezzet kendinde mevcûd oldukça, o azâbda devamlı olarak kalır.

Cenâb-ı Hak azâbın hafiflemesini murâd edince, o lezzeti ondan giderir, azâbta olan kimse de ilâhî rahmete ilticâ etmek zorunda kalır. Cenâb- ı Hakk’ın yüce şânı duâ etmek zorunda kalanın duâsını kabûl etmektir. Bu zorunluluk oluşunca, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmek ve azâbdan yana O’na sığınmak geçerli olup, Cenâb-ı Hak da onun ilticâ etmesini ve sığımasını kabûl eder.

Bu bahsettiğimiz îzâhlara göre kâfirlerin Cenâb-ı Hakk’a ibâdeti, zâtî ibâdettir. Bu zâtî ibâdet, her ne kadar onları saâdete ulaştırır ise de, bu ibâdet, dalâlet yoludur. Çünkü bu saâdetin oluşması uzaktan gelmiştir. Çünkü o saâdet sahibi, fiilleriyle, sözleriyle beşerî gereklilikler üzerine dünyâda iken tabîatın ateşsel tabakalarına ne kadar dalmış ise, onunla doğru orantılı olarak âhirette de cehennem tabakalarının hepsine daldıktan sonra kendisine hakîkatler açılmıştır.

Bu açıkladığımız şekil yönüyle azâbını çektikten sonra yolunu Hakk’a doğru çevirmiştir. Bu ise, uzaktan kendisine seslenilmesinden başka bir şey değildir.

Bundan dolayı ilâhî saâdete ulaşmaları, birinci derecede saâdete nâil oldukları için kendilerine yakından seslenilen mukarrabînin kurtuluşa nâil olması gibi değildir. Onların durumu bu açıklanan şekilde devrelerden geçtikten sonra olduğu için uzaktan kendilerine seslenilmiş demektir.

Bunu anla!

2 – Tabiiyyûn ya’nî maddeciler:

Bunlar, Cenâb-ı Hakk’a dört sıfatını dikkate alarak ibâdet etmişlerdir. Çünkü hayât, ilim, kudret ve irâdeden ibâret olan dört ilâhî sıfat vücûd bînâsının aslıdır.

Sıcaklık, soğukluk, rutûbet ve kuruluk da varlıklar âleminde bu sayılan dört sıfatın görünme yeridir.

Tabiiyyûnun rûhî basîretleri, bahsedilen bu görünme yerlerinde mevcûd olan ilâhî latîfeye ve sayılan bu ilâhî dört vasfın eserlerini muâyeneye ve bunların varlıklar âleminde sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve rutûbet şekillerinde açığa çıkmasına bağlandığı için, ilâhî isti’dâd bakış açısından bu sayılan sıfatların ma’nâlarının, kâbiliyetlerinin bu sûretle de görünmesi hakîkatini idrâk etmişlerdir.

İstersen burada “bahsedilen sıfatların ma’nâları” demeyip de ” hâricî kalıpların rûhudur” de; veyâhud “bu görünme yerlerinin zâhirleridir” de.

İşte anlatılan bu inceliğe dayalı olarak bu tabîatlara, açıklanan sırdan dolayı tabiiyyûn ibâdet etmiştir. Tabiiyyûndan ba’zıları bu hakikate vâkıftır, ba’zıları da bu hakikatten gâfil ve câhildir. Dâimâ âlim olan önden gider, câhil olan da ona katılır.

Özetle, Tabiiyyûn Cenâb-ı Hakk’a ilâhî sıfatlar noktasından ibâdet etmişlerdir. Ve onların hallerinin netîcesi de saâdete döner. Bunlar da tıpkı bundan evvelki putlara ibâdet edenler hakkında açıklandığı şekilde, kendilerine hikmet sebebi olan hakîkatlerin açığa çıkmasıyla saâdetli olurlar.

3 – Felsefecilere gelince:

Bunlar Cenâb-ı Hakk’a ilâhî isimleri bakış açısından ibâdet etmişlerdir. Çünkü yıldızlar, ilâhî isimlerin görünme yerleri olup Cenâb-ı Hak ise zâtıyla o görünme yerlerinin hakîkatidir. Şöyle ki;

Güneş, “Allah” isminin görünme yeridir. Çünkü nurûyla gezegenlerin hepsine yardım eden güneştir. “Allah” ismi de tıpkı böyledir. Çünkü ilâhî isimlerin hepsinin hakîkatleri, “Allah” isminden yardım alır.

Ay, “Rahmân” isminin görünme yeridir. Çünkü Ay güneşin nûrunu taşıyan mükemmel bir gök cismidir. Tıpkı “Rahmân” ismi de “Allah” isminin kapsadığı isimler içinde, mertebe i’tibârı ile bütün isimlerden a’lâdır. Bunun îzâhı, daha önce ilgili bölümde yapılmıştı.

Jüpiter gezegeni, “Rab” isminin görünme yeridir. Çünkü Jüpiter gökte en çok mes’ûd olan ve saâdet veren gezegendir. Nitekim Rab ismi de merbûbu ya’nî bir Rabb’i olanı gerektiriği için kibriyânın kemâline kapsam olması i’tibârı ile isimlerin mertebeleri içinde en özel mertebesi olan bir isimdir.

Satürn gezegeni, “vâhidiyyetin ya’nî birlikselliğin” görünme yeridir. Çünkü feleklerin hepsi, onun ihâtası altındadır. Nitekim Vâhid ismine nisbetle de ilâhî isimlerin ve sıfatların hepsi Vâhid isminin altındadır.

Mars, “Kudret”in görünme yeridir. Çünkü Mars kahırsal fiillere tahsîs edilmiş olan bir gezegendir.

Venüs, “İrâde”nin görünme yeridir. Çünkü Venüs, kendi aslında değişimi serîdir. Hak da böyledir; her an bir şeyi murâd eder.

Merkür, İlmin görünme yeridir. Çünkü Merkür, gökte “Kâtib” ismiyle tanınmıştır.

Geriye kalan diğer bilinen gezegenler, sayım dâiresine dâhil olan güzel isimlerin görünme yerleridir. Geriye kalan gezegenlerden bilinmeyen gezegen ve yıldızlar da sayım dâiresine dâhil olmayan ilâhî isimlerin görünme yerleridir.

Felsefecilerin rûhları, kendilerinde mevcûd olan ilâhî fıtrattaki idrâk isti’dâdı bakış açısından bu sırların zevkini tadınca, her bir gezegende mevcûd olan ilâhî latîfeye bakarak bu bahsettiğimiz gezegenlere ve yıldızlara ibâdet ettiler.

Cenâb-ı Hak, o gezegenlerin ve yıldızların hakîkati olduğu için bizzât ma’bûd olması gerekmiştir. İşte bu sır içinde Cenâb-ı Hakk’a ibâdet etmişlerdir.

Âdemoğlu yâhud hayvanâttan diğerleri olsun, bu mevcûdda hiç bir şey yoktur ki, O’na ibâdet etmiş olmasın. Örneğin bukalemun güneşe ibâdet eder. Pislik böceği, fenâ kokuya ibâdet eder. Hayvanât türlerinden diğerleri de her biri, bir şeye ibâdet eder.

Kısaca, vücûdda hiç bir hayvan yoktur ki, Allah’a ibâdet etmesin. Bu ibâdet de ya bir görünme yeri, ya bir sonradan olan şey ile kayıtlamak sûretiyle olur yahûd mutlaklıkla olur. Cenâb-ı Hakk’a mutlaklıkla ibâdet eden ancak tevhîd ehlidir; kayıtlama sûretiyle ibâdet eden ise müşriktir. Bununla birlikte hepsi işin hakîkatine göre Allah’ın kullarıdır. Çünkü o görünme yerlerinde mevcûd olan, Hakk’ın vücûdudur.

Cenâb-ı Hak, zâtı bakış açısından her hangi şeyde zâhir olursa, o şeye ibâdet olunması gerekmiştir. Hak da vücûdun zerrelerinin hepsinde zâhîrdir.

İnsanlardan ba’zıları, âlemin aslı olan tabîatlara ibâdet etmiş; ba’zıları, gezegenlere ve yıldızlara; ba’zıları, mâdenlere; ba’zıları da ateşe ibâdet etmiştir. Özetle vücûdda mevcûd olan bir şey yoktur ki; bu âlemde bir şeye ibâdet etmiş olmasın.

Sâdece Muhammedîler Cenâb-ı Hakk’a ibâdeti mutlak sûrette yaparak, sonradan olan parçalardan hiç bir şey ile kayıtlamamışlar ve bütün mevcûdlara kapsam oluşu i’tibârı ile, Cenâb-ı Hakk’a ibâdet etmişlerdir.

Böylece Muhammedîlerin ibâdeti, pek nezihdir. Çünkü ibâdetleri, bâtına veyâhud zâhire nisbetle bir yöne bağlı olup bir diğer yönü terk etmek şeklinde değildir. Bundan dolayı Muhammedîlerin yolu, Cenab-ı Hakk’ın zâtına giden yoldur.

Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakk’a kurbiyyet denilen ilk derecede kurtuluşa nâil olmuşlardır. Bundan dolayı “yunâdil munâdi min mekânin karîb“ ya’nî “onlara yakın mekândan seslenilmiştir” (Kâf; 50/41) âyetindeki işâret Muhammedîleredir.

Cenab-ı Hakk’a bir yönle kayıtlayarak ve tabîatlara, gök cisimlerine, putlara ve daha başkaları gibi görünme yerlerindeki tecellîsini düşünerek ibâdet edenler böyle değildir. Onlar “ulâike yunâdevne min mekânin baîd” ya’nî “işte onlar uzak bir yerden seslenilenlerdir” (Fussilet; 41/44) âyetinin işâretinin kapsamı altındadırlar. Çünkü bu yapılan îzâh yönüyle kayıtlamaya düşenler, ancak kendilerinin ibâdet ettikleri görünme yeri yönünden Hakk’a dönerler.

Hak onlar için başka bir görünme yerinde açığa çıkmaz. İbâdetlerine vesîle olan bu hâl, uzaklığın aynından başka bir şey değildir. Kendilerine o uzak mekândan seslenilmiştir. Ama kastedilen menzile ulaştıktan sonra kendilerine yakından seslenilenler de, uzaktan seslenilenler de aynı seviyede ve birlikte olurlar. Bu sırrı anla!

4 – Seneviyyeye gelince:

Bunlar, Cenâb-ı Allah’a nefsinin bakış açısından ibâdet etmişlerdir.

Çünkü Allahu Teâlâ, nefsiyle bütün zıtları toplamıştır. Bundan dolayı Hakk’a dönük mertebelere ve halka dönük mertebelere kapsamdır.

İki hüküm ile iki vasıfda ve iki nitelik ile iki yurtta ya’nî dünyâda ve âhirette zâhir olan, O’dur. Bir şey ki, Hakk’a dönük hakîkate mensûbdur, o şey nûrlarda zâhirdir. Bir şey ki, halka dönük hakîkate mensûbdur, o da zulmetten ya’nî karanlıktan ibârettir.

Seneviyyenin nûra ve karanlığa ibâdetleri bu ilâhî sırdan dolayıdır. O ilâhî sır iki vasfı, iki zıddı, iki i’tibârı, iki hükmü toplamıştır. Ne şekilde istersen öyle söyle, çünkü Cenâb-ı Allah, o söylenen şeyi ve onun zıddını toplamıştır.

İşte Seneviyye Cenâb-ı Allah’ın nefsine nisbetle gerektirdiği şeyden dolayı bu ilâhî latîfe düşüncesinin bakış açısından ibâdet etmişlerdir.

Kısaca, Hak ile de, halk ile de isimlendirilmiş olan O’dur. Zulmet ya’nî karanlık da O’dur, nûr da O’dur.

5- Mecûsiyyeye gelince:

Bunlar, Cenâb-ı Hakk’a ahadiyyet bakış açısından ibâdet etmişlerdir. Ahadiyyet mertebelerin, isimlerin, sıfatların hepsini fânî ettiği gibi aynı şekilde ateş de unsurlar içinde en kuvvetli bir unsur ve mertebesi yüksek bir mevcûddur.

Çünkü ateş, tabîatlardan hangi tabîata karşılık durursa, o şeyi fânî der. Hangi tabîata yaklaşırsa, o şey ateşin üstün gelici kuvvetinden dolayı ateşe döner.

Ahadiyyet de böyledir. Ona hangi isim, hangi vasıf karşılık durursa derhâl eriyip yok olarak ahadiyyetin kapsamı altına girer.

İşte bu latîfeden dolayı Mecûsiyye, ateşe ibâdet etmişlerdir. Ateşin hakîkati de Allahu Teâlâ’ ın zâtından başka bir şey değildir.

Şimdi bilinsin ki;

Heyûlâ, ateş, su, havâ ve topraktan ibâret olan dört tabîat rükûnlarından her hangi bir rükûnda açığa çıkmazdan evvel, hangi tabîat rüknûnu isterse onunla sûretlenebilir.

Ancak tabîat rükûnlarından bir rükûnde açığa çıkışından sonra, sûretlenmiş olduğu o sûreti kendinden atarak başka bir sûretin elbisesiyle giyinmesi mümkün değildir.

Vâhidiyyete ya’nî birlikselliğe nazaran ilâhî isimler ve sıfatlar da böyledir.

Bunlardan her birisinin ikinci ma’nâsı vardır. Meselâ “Mün’im ya’nî Ni’met Verici”, “Muntakim ya’ni İntikâm Alıcı”dan ibârettir.

Fakat ilâhî mertebede isimler açığa çıktıktan sonra, her isim ancak hakîkatinin gerektirdiği şeyi ifâde eder.

Bu bakış açısından Muntakim’in aynı olan Mün’im, Muntakim’in zıddı olur.

Ateş de tabîatlarda isimlerdeki vahidiyyet ya’nî birliksellik görünme yeridir.

Mecûsiye sınıfına mensûb olanların rûhî koku alma kuvvesi bu miskin kokusunu duyunca, bu kokudan başkasını koklamaya engel olan nezleye tutuldular. Bundan dolayı ateşe ibâdet ettiler. Oysa hakîkatte onların ibâdeti Vahîd-i Kahhâr’dan başkasına değildir.

6- Dehriyyeye gelince:

Bunlar, Cenâb-ı Hakk’a hüviyyeti bakış açısından ibâdet etmişlerdir.

Risâlet-meâb Efendimiz “Dehre, yâni zamânâ sövmeyiniz. Çünkü dehr, Allah’dan başka bir şey değildir” buyurmuştur.

7- Berâhime’ye gelince:

Bunlar, Cenâb-ı Hakk’a mutlak olarak ibâdet ederler. Ne bir nebîyi, ne de bir rasûlü düşünerek ibâdet etmezler.

Bunlar derler ki, bu mevcûdda hiç bir şey yoktur ki, Allah’ın mahlûku olmasın. Onlar, bu mevcûdlara bakarak Allah’ın vâhidiyyetini ya’nî birliğini kabûl ederler. Fakat nebîlerini ve rasûllerini, mutlak sûrette inkâr ettikleri için, bunların Hakk’a ibâdeti gönderilmezden önce peygamberlerin ibâdeti türündendir.

Bunlar İbrâhim (a.s)’ın evlâdından oldukları zannına kapılırlar. Ve kendilerinin yanında İbrâhim (a.s)’ın yazdığı bir kitâbın mevcûd olduğunu söylerler ve onların inancına göre o kitâbı İbrâhim (a.s) yazmıştır, Rabb’inin indinden gönderilmiş kitâp değildir, derler.

Bu kitâbta hakîkatler anlatılmıştır. Bu kitâp beş bölümdür. Dört bölümün okunması Berâhime’den olan her kişi için uygun görülmüştür. Beşinci bölümün okunması uygun bulunmaz. Bunu, içlerinden ancak özel kişiler bilebilirler. Çünkü beşinci bölümün meâli çok derindir. Hattâ berâhime arasında meşhûrdur ki, beşinci bölümüm okuyan kimse, her halde İslâm’a dâhil olur ve Muhammedî dîni kabûle mecbûr bulunur.

Bu sınıfı çoğunlukla, Hindistan beldelerindedir.

Bir takım insanlar vardır ki, Berâhime kıyâfetine girer ve Berâhime’den olduklarını iddiâ ederlerse de, hakîkatte onlardan değildir. Bu türden olanlar Berâhime arasında putlara ibâdetle tanınmıştır. Bunların içinde putlara ibâdet edenler Berâhime sınıfından sayılmazlar.

Yukarıdan beri anlatılan bu sınıflardan her birisi ibâdetlerinde kendi nefislerinden bir takım bid’atlar îcâd etmişlerdir. İşte bunların şekâvet sebebi olan, bu bid’atlerdir.

Bunların şekâveti, iş nihâyetinde saâdete dönmüş olsa da, kendilerinin düştüğü uzaklık çukuru onların şekâveti demektir. Onlardan saâdetin gözükmesi, bu bahsedilen şekâvetin oluşmasından sonradır.

Bunu anla!

Amma velâkin hangi peygamber olursa olsun, onun tebliğ ettiği kânûn üzerine tâbi’ olan ve o yolda ibâdet eden kimseler, asla şekâvete düşmezler.

Belki onların saâdeti dâimidir. Dereceli bir şekilde zuhûrunu gösterir.

Kitâp ehli ise, kendilerine peygamberleri tarafından teblîğ edilen ilâhî kelâmı değiştirdikleri ve kendilerinden araya bid’at karıştırdıkları için bu halleri kendilerinin şekâvet sebebi olmuştur. Bundan dolayı kitâp ehlinden olanların şekâveti, ilâhî emirlere muhâlefetlerinin miktarıyla; saâdetleri de ilâhî emirlere uymalarının derecesiyle doğru orantılıdır.

Cenâb-ı Hak, hangi nebîyi veyâ rasûlu bir ümmete göndermiş ise, o nebînin ve o rasûlun risâletinde kendilerine tâbi’ olanların saâdetini koymuştur. Bu bir ilâhî kuraldır.

8 – Yehûd’a gelince:

Bunlar Cenab-ı Hakk’a, hak tevhîd ile ibâdet ederler. Bunların günde iki def’a namazı vardır. Namazın sırları inşaallah ileride özel bir bölümde gelecektir.

Yehûd sınıfı “Kennûre” günlerinde oruçla da Hakk’a ibâdet ederler. Kennûre, senenin başındaki onuncu gündür ki, âşûre günü olacaktır. Orucun sırlarına âit beyânlar da ileride gelecektir.

Yehûd sınıfı cumartesi günü i’tikâf ile de Hakk’a ibâdet ederler. Yehûda göre i’tikâfın sırrı, cumartesi günü evine mal sayılabilecek bir şey yâhûd yiyecek ve içecekten gerekli olan malzemeyi sokamadığı gibi çıkaramaz da. Cumartesi günü nikâh kıyamadıkları gibi, alış-veriş yapamazlar ve diğer antlaşmaları îfâ edemezler. Yalnız Cenâb-ı Hakk’a ibâdet için nefislerini serbest kılarlar.

İşte Yehûd’un i’tikâfı budur. Bunun delîli Tevrat’ta “Sen, kölen, câriyen cumartesi günü Allah içindir” ma’nâsına olan âyettir. Bunun içindir ki, Yâhûdî sınıfı cumartesi günü dünyevî işlere bağlı bir şey istemekten men’ edilmişlerdir. Dünyâ işi ile ilgili fiiller, o gün onlara harâmdır.

Yâhûdî sınıfının cumartesi günü yiyeceği, cuma günü hazırladığı şeyden ibârettir. İ’tikâfın süresi, cuma günü güneşin batışından i’tibâren cumartesi günü güneşin sararması vaktine kadardır. Bu, bir büyük hikmettir ki Cenâb-ı Hak, gökleri ve yerleri altı günde halk etmiş ve halk etmeye de pazar günü başlamıştır. Haftanın yedinci gününde arşın üzerine rahmânî istivâ vukû’ bulmuştur. Bundan dolayı yedinci gün olan cumartesi günü, dünyevî işlerden ferâgat etme günüdür.

İşte Yehûd sınıfının cumartesi gününde ibâdet etmeleri, rahmânî istivânın bu bahsedilen günde oluşmasına işâret içindir. Bunu anla!

Biz Yehûd’un nebîlerinin meşrû’ kıldığı yiyeceklerin ve içeceklerin sırrını ayrıntılı olarak anlatsak ve bayramlarının sırlarını îzâh etsek ve o bayramlarda nebîlerinin emrettiği şeyleri anlatmaya, onların ibâdetlerindeki ilâhî sırları izâh etmeye girişsek, sırlara vâkıf olmadaki kusurlardan dolayı bir takım câhillerin aldanmasına ve dinlerinden sapmaya vesîle olacakları korkusuna düşerdik.

Bunun için, kitâb ehlinin ibâdetlerindeki sırları açmaktan yana lisânımızı keserek, bundan daha faziletli olan ve ehl-i İslâm’ın ibâdetlerindeki sırlara da bağlı bulunan bahse dönüyoruz. Çünkü ehl-i İslâm’ın ibâdeti bu farklı farklı olan ibâdetlerin hepsini toplamış olduğu gibi, Hz. Muhammed (s.a.v) ilâhî sırlardan hiç bir şey terk etmeyerek bize bildirmiştir. Bundan dolayı dîni dinlerin en kâmili ve ümmeti ümmetlerin en hayırlısıdır.

9 – Nasârâ’ya gelince:

Geçmiş ümmetler içinde Hakk’a en yakın olan bunlardır.

Bunlar Muhammedîlerin altındadır. Bunun sebebi, bunlar, Cenâb-ı Hakk’ı talep ettiler ve Cenâb-ı Hakk’a Îsâ, Meryem ve Rûhul-kudsde tecellî edicidir diyerek ibâdet ettiler.

Bundan başka, bölünme olmadığına, ya’nî üç şahsiyyetin rûh yönünden başka başka olmadığına inandılar. Yine bundan başka, Îsâ’nın sonradan olma vücûdunun ilâhî kadîm vücûd olduğuna inandılar.

Bu inançlarının hepsi, Cenâb-ı İlâhî’ye lâyık teşbîh içinde tenzîhdir. Fakat Nasârâ ulûhiyyeti bu üç ile sınırladıkları için tevhîd ehli olanların derecesinden aşağı düştüler.

Şu kadar var ki, yine de Nasâra Muhammedîlere en yakın olan bir sınıftır. Bunun sebebi, Nasâra Cenâb-ı Hakk’ı insanda müşâhede etmişlerdir. Hakk’ı insanda müşâhede ise kemâldir. İnsanın diğer yerlerde, ya’nî diğer mahlûklarda Hakk’ı müşâhedesi noksandır.

Bundan dolayı Nasârâ’nın ulûhiyyeti, İseviyye hakîkatinde müşâhedeleri, onları işin nihâyetinde bir açılıma nâil eder ki, o açılım da onları Âdemoğlunun bir diğerinde bulunan her şeyi gösterecek şekilde karşılıklı aynalar gibi olduğunu bilmeye sevk eder.

Bu müşâhede ile Cenâb-ı Hakk’ı nefislerinde müşâhedeye nâil olarak Hakk’ı mutlaklık üzere tevhîde mazhar olurlar. Bu mazhar oluşla tevhîd ehli derecesine nakil olunurlar. Lâkin Nasârâ’nın inançlarında sâbit olan kayıtlama ve sınırlama mes’elesinden dolayı tevhîd ehli derecesine intikalleri uzaklık sırâtından geçtikten sonra gerçekleşir.

Nâsâra’nın Cenâb-ı Hakk’a kırk dokuz gün oruçla ibâdeti vardır. Bu oruç pazar günü başlar, pazar günü biter. Aradaki pazar günlerinde oruç tutmamak kendi peygamberleri tarafından mübâh kılındığı için, kırk dokuz gün oruç müddetinden sekiz pazar çıkarılınca oruç süreleri kırk bir günle sınırlı olur.

Oruçlarının özelliği şu şekildedir:

Bir ikindi vaktinden diğer ikindi vaktine kadar olan yirmi dört saatlik süre içinde yürmi üç saatte azık denilecek hiç bir şey yemezler. Ancak geriye kalan bir saat içinde yerler, içerler. O oruç süresi sırasında şarâb içmek, su içmek, azık makâmından sayılamayacak meyvelerden yemek câizdir.

Bu bahsedilen her nüktenin altında ilâhî sırlardan bir sır vardır. Nasârâ’nın pazar günlerinde ve dokuzuncu gün olan bayramlarında i’tikâf ile ibâdeti de vardır. Fakat biz bunların beyânı sadedinde değiliz. Onların ibâdetlerinin inceliklerinde çeşitli alâmetler ve muhtelif işâretler varsa da, biz onları anlatmaktan ve beyândan ferâgat ederek müslümanların ibâdetlerine âit daha mühim olan şeyleri anlatmaya başlıyoruz.