63.Bölüm-İnançlar; İbâdetler; Haller; Makâmlar-3-

10 – Müslümanlara gelince:

Bilesin ki, müslümanlar, Cenâb- ı Hakk’ın “Küntüm hayra ümmetin uhricet lin nâsi“ ya’nî “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz” (Âl-i İmrân; 3/110) âyet-i kerîmesinde haber verdiği şekildedir.

Çünkü nebîleri olan Hz. Muhammed (s.a.v), nebîlerin hayırlısıdır. Dîni de, diğer dinlerin en hayırlısıdır.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in nebîliğinden ve risâletle gönderilmesinden sonra, diğer ümmetlerden Hz. Muhammed (s.a.v)’e muhâlefet eden her kim olursa olsun dalâlettedir, şakîdir, ateş ile azâb içindedirler. Cenâb-ı Hakk’ın haberleri de bu yönledir.

Hz. Muhammed (s.a.v)’e muhâlefet edenlerin rahmete nâil olabilmeleri ebedlerin ebedinden, ya’nî çok çok uzun müddetten sonradır.

Bunda da ilâhî rahmetin, ilâhî gazabı geçmesi sırrı vardır. Yoksa Hz. Muhammed (s.a.v)’in dînine tâbi’ olmayanlar, ilâhî gazaba tutulmuş olanlar demektir. Çünkü o muhalefet edenleri, Cenâb-ı Hak kendi nefsine öyle bir yoldan dâvet etmiştir ki, o yol, şekâvet, gazab, elem, zahmet yoludur. Bundan dolayı muhâlefet edenlerin hepsi helâktedir.

Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “Ve men yebtegi gayrel islâmi dînen fe len yukbele minhu, ve huve fîl âhireti minel hâsirîn“ ya’nî “Her kim İslâm’dan başka bir din isterse, onun bu talebi makbûl değildir. Ve o kimse âhirette hüsrana uğrayanlardandır” (Âl-i İmrân; 3/85) buyurmuştur.

İlâhî yakınlık derecesinden insanı aşağı düşürmek sûretiyle, saâdeti yitirten şeyden daha büyük hüsran olur mu?

Hz. Muhammed (s.a.v)’e muhâlefet eden kimselere uzaktan seslenilmiştir. Uzaktan seslenilmek ise, hüsrân ve şekâvet ve elîm azâbın aynıdır.

Uzaktan seslenilenlerin dînine önem verilmez. İsterse o muhalif dîne giren kimse zahmetten sonra saâdete ulaşmış olsa da. Çünkü dîni, şekâvet dînidir. Şekâvet dînine tâbi’ oldukları için şekâvete düşmüş oldular.

Görmüyor musun? Dünyada isterse bir gün olsun türlü azâba tutulmuş olan bir kimseyi ki, onun azâbı, âhiret azâbına oranla hardal tânesi kadar veyahut daha küçük olduğu halde yine de o kimse o azâb ile şekâvete düşmüş demektir.

Ebedlerin ebedi cehennem ateşinde olan kimsenin halini artık sen düşün!

Cenâb-ı Hak Kur’ân’da hak olan dîne muhâlefet edenlerin yer ve gök dâim oldukça azâbda devamlı kalacaklarını haber vermiştir. Onların o azâbdan rahmete intikâli yerin ve göğün zâil olmasından sonra olur.

Yer ve gök zâil olunca, onlar, bu geçirmiş oldukları devrenin sonunda her mevcûdda hakîkî başlangıç olan şeye geri dönerler.

O da Cenâb-ı Hak’tan başka bir şey değildir. Bu sırrı anla!

Müslümanların hepsi bahtiyardırlar. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v)’e tâbi’ olmuşlardır. Bu konuda delîl, Arabî ile Hz. Resûlullah (s.a.v) arasında geçen karşılıklı konuşmadır. Arabî, Hz. Resûlullah (s.a.v)’e:

diye sormuştu. Hz. Resûlullah (s.a.v) ona:

Ve bu “Evet! dâhil olursun” sözünü hiç bir şartla kayıtlamadı. Ve Arabînin bu amel ile cennete gireceğini mutlak olarak belirtti.

Şurasında da şüphe yoktur ki, cennete dâhil olan kimse, ilâhî yakınlık derecesinden ilk derece ile kurtuluşa nâil olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “fe men zuhziha anin nâri ve udhılel cennete fe kad fâz“ ya’nî “Ateşten uzaklaştırılarak cennete dâhil edilen kimse, kurtuluşa ermiştir” (Âl-i İmrân; 3/185) buyurmuştur.

Bundan dolayı müslümanlar sırât-ı müstakîm üzerinedir. O da, saâdete zahmetsiz ulaştıran yoldan ibârettir.

Müslümanlardan tevhîd ehli olanlar, yâni tevhîdin hakîkatini bilenler sırâtullah üzerinedir. Bu sırât, sırat-ı müstakimden daha özel, daha fazîletlidir. Çünkü bu sırât, Cenâb-ı Hakk’ın nefsi ile nefsine gerçekleşen tecellîlerin çeşitlenmesinden ibârettir.

Sırât-ı müstakîm ise o tecellîlere yol açan tarîkten ibârettir. Bu kısa anlatıma bakarak müslümanlar tevhîd ehlidir. Ârif-i billâh olanlar, hakîkat ve tevhîd ehlidir. Bunlardan başkası genellikle müşriktir.

Bu müşrik olma husûsunda, yukarıda bahsettiğimiz dokuz milletin hepsi eşittir. Bundan dolayı müslümanlardan başka tevhîd ehli yoktur.

Bundan başka şunu da bilesin ki;

Müslümanların Cenab-ı Hakk’a ibâdeti, Hakk’ın “Rab” ismine göredir. Müslümanlar, ilâhî emirlere ve yasaklara uymuşlardır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, nebîsi Hz. Muhammed (s.a.v) üzerine indirdiği ilk âyet, “Ikra’bismi rabbikellezî halak” ya’ni “Oku! Rabb’inin ismiyle” (Alak; 96/1) âyet-i kerîmesidir.

Bu âyette emirler, rubûbiyyete bitişiktir. Çünkü rubûbiyyet, emrin mahallidir. Bunun içindir ki, müslümanlar üzerine ibâdet farz olmuştur. Çünkü merbubiyyet ya’nî Rabb’ı olmaklık, Rabb’a ibâdeti lüzûmlu kılan bir husûstur.

Bundan dolayı müslümanların avâmı, Cenab-ı Hakka, “Rab” ismi i’tibârı ile ibâdet edicidirler. Başka bir isim i’tibârı ile onların ibâdet etmesine imkân yoktur.

Ârif-i billâh olanlar böyle değildir. Onlar Cenâb-ı Hakk’a “Rahmân” ismi i’tibârı ile ibâdet ederler. Çünkü bütün mevcûdlara sirâyet etmiş olan ilâhî vücûdun onların üstünde tecellîsi vardır. Onlar rahmeti düşünerek ve tetkîk ederek, rahmânî mertebe i’tibârı ile Cenâb-ı Hakk’a ibâdet ederler.

Evliyâdan tahkîk ehli olanlar böyle değildir. Onların ibâdeti ne “Rab”, ne de “Rahmân” itibârı iledir. Belki onların Hakk’a ibâdeti, “Allah” ismi i’tibârı iledir.

Onlar vasıflanmış oldukları ilâhî isimlerin ve sıfatların hakedişine göre Cenâb-ı Hakk’a hamd ve senâ ederler. Çünkü hamd ve senânın hakîkati, hamd ve senâya vesîle olan isim ve sıfat ne ise onunla senin de vasıflanmış olmaklığın demektir. Bundan dolayı tahkîk ehli olanlar, Allah’ın kullarıdır; ârifler, Rahmân’ın kullarıdır; avâm müslümanlar, Rabb’ın kullarıdır.

Bu izâha göre;

“Müslümanların avâmı” ile ârif-i billâh olanların altında olan şâhidleri, sâlihleri, amel sâhibi âlimleri kastediyoruz. Çünkü bunlar, ilâhî yakınlık sâhiplerine nazaran “avâm” demektir.

İlâhî yakınlık sâhipleri o tahkîk ehli olanlardır ki, Allah bu mevcûdun esâsını onların üzerine binâ etmiş ve âlemler feleğini onların nefisleri üstünde döndürmüştür. Onlar bu âlemde Hakk’ın nazar mahalli olan büyük zâtlardır. Belki bu mevcûdda Allah’ın mahalli onlardır.

Burada “mahal” tâbiriyle dâhil olma, benzetme, yön gibi şeyleri kastetmiyoruz. Belki bu ta’bîr ile tahkîk ehli olanların Hakk’ın zuhûr mahalli olduğunu bildirmek istiyoruz.

Çünkü Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının eserlerini açığa çıkarmak onlardadır ve onlar üzerinedir. Türlü sırlar ile muhâtab olan ve perdelerin arkası için seçilmiş bulunan, işte bu zâtlardır. Allah onları, dînin kâideleri, belki bütün dînlerin kâideleri kılmıştır. Çünkü dînlerin kâideleri, bunların ilâhî ârifliklerinin arzı üzerinde inşâ edilmiştir. Onların ârifliklerinin arzı öyle türlü latîflikler ve incelikler ile doludur ki, o latîflikleri ve incelikleri onlardan başkası bilemez.

Cenâb-ı Hakk’ın bunlara karşı olan kelâmı bir takım ibârelerdir. Hakîkatlere işâretler, o ibârelerdedir. İlâhî emirlerin ve halka dönük tâbirlerin rumûzu, o ilâhî kelâmda mevcûd olup ilâhî bilgilerin hâzineleri, o kelimelerdir.

Cenâb-ı Hak, bu tür er kişiler için ihsân buyurduğu ma’rifetlerle onları yücelikten yüceliğe; bir hazretten diğer bir hazrete; ilimden îyâna, yâni gaybden dışarıda gözle görülür olanlara; îyândan da tahakkuka nakleder. Öyle bir derecede ki, ondan daha ötesi yoktur. Halkın tamâmı, bunlar için âlet gibidir.

Halk Cenâb-ı Hakk’ın bu sınıfa mülk olarak ihsân ettiği emânetlerin, taşıyıcılarıdır. Bu emânetleri halkın taşıması, mecazî bir şekildedir. O emanetleri o yüce erlerin taşıması, Allah için hakîkattir.

Bu kudsî erler, dâima ilâhî kelâmın hitâb mahallidir, işâret yeridir, beyân tecellîgâhıdır. Diğer insanlar, mecâz yoluyla onlara katılmıştır.

İlâhî kâfûr çeşmesinin sâfî suyundan içenler, bunlardır. Bunlardan başkaları da kâfûr çeşmesinden su içebilirlerse de, tamamıyla sâfî olmayıp, içenlerin kadehi ne kadar alırsa o kadar kâfûr suyundan karıştırılmak sûretiyle içerler.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da “İnnel ebrâra yeşrebûne min ke’sin kâne mizâcuhâ kâfûrâ; Aynen yeşrebu bihâ ibâdullâhi yufeccirûnehâ tefcîrâ” ya’nî “Muhakkak ki ebrârdan olanlara bir kâseden su içirilir ki, onun mizâcı kâfûrdur; Allah’ın kulu olanlar ise o içtikleri pınarı alabildiğine akıtırlar” (İnsân; 76/5-6) buyurmuştur.

Özetle, Allah’ın kulu olanlar hakîkaten Allah ile berâberdirler.

Ebrâr, mecâzen Allah ile berâberdirler.

Diğerleri de tâbi’ olmak sûretiyle Allah ile berâberdirler.

Oysa hüküm, hakîkat üzerinedir ve bu anlatılanlarla birlikte bunların hepsi, lâyık olduğu şekilde Allah ile berâberdir. Hepsi Allah’ın kullarıdır, hepsi Rahman’ın kullarıdır, hepsi Rabb’ın kullarıdır.