Bundan sonra, şunu da bilesin ki, Cenâb-ı Hak, Muhammed ümmetini yedi mertebe üzerine yapmıştır.
1-İslâm,
2-Îmân,
3-Salâh (sâlihlik),
4-İhsân,
5-Şehâdet,
6-Sıddıkiyet,
7-Kurbet (yakınlık).
Bu yedi mertebenin üstü, nebîlik mertebesinden başka bir şey değildir. Oysa onun kapısı da Hz. Muhammed (s.a.v) ile kapanmıştır.
1-İslâm;
İslâm beş asıl üzerine binâ edilmiştir.
Şehâdet (Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden rasûlullah),
Namaz kılmak,
Zekât vermek,
Oruç tutmak,
Serveti ve gücü varsa Beytullâhu’l-harâmı ziyâret etmek; buna “hac” denilmiştir.
2-Îmân;
İki rükûn üzerine binâ edilmiştir.
Bu kesin ve şüphesiz tasdîk kalbin sükûnetinden ibâret olup kendisine gaybdan haber verilen şeylerin tahakkukunu îmânı kabûl eder. Bu yakîn ya’nî kesinlik ve şüphesizlik, âdetâ insanın gözüyle dışarıda bir şey müşâhede ederek, o müşahedeye şek ve şüphenin karışmamasına benzer.
3-Salâh;
Bunun üç rüknu vardır.
4-İhsân;
Bunun dört rüknu vardır.
5-Şehâdet;
Beş rükûn üzerine binâ edilmiştir.
İrâdenin üç şartı vardır.
Muhabbeti gâyesiz ve karşılıksız, sâdece Cenâb-ı Hak için yapmak.
Zayıflık ve usanç getirmeksizin zikre devam etmek.
Nefse hiçbir ruhsat vermeden dâima azimetle muhâlefet etmektir.
6-Sıddıkiyet;
Altı rükûn üzerine binâ edilmiştir.
İslâm; Îmân; Salâh; İhsan; Şehâdet; altıncı rükûn ise ma’rifettir.
Ma’rifetin üç makâmı vardır.
İlme’l-yakîn,
Ayne’l-yakîn,
Hakke’l-yakîn.
Her makâmın kendi cinsinden yedi şartı vardır.
Fenâ;
Bekâ;
İsimler tecellîsi bakış açısından zâtı bilmek;
Sıfatlar tecellisi baış açısından zâtı bilmek;
Zâtı, zât bakış açısından bilmek;
İsimleri ve sıfatları zât ile bilmek; İsimler ve sıfatlar ile vasıflanmış olmak.
7-Kurbet;
Yedi rükûn üzerine binâ edilmiştir.
İslâm; Îmân; Salâh; İhsân; Şehâdet; Sddıkiyet; Yedinci rükûn velâyet-i kübrâ ya’nî büyük velâyettir. Büyük Velâyetin dört makâmı vardır.
Birincisi hullet makâmıdır. Bu İbrâhim (a.s)’ın makâmı olup buna dâhil olan her şeyden emîndir.
İkinci makâm: Hakk’a tam hubbiyyettir. Allah’ın Habîb’i denilen Hz. Muhammed (s.a.v)’e giydirilen hil’at kendisine o makâmda biçilmiştir.
Üçüncü makâm, hitâm makâmıdır. O bir makâmdır ki, “Livâu’l- hamd-ı Mu-hammedî” ya’nî “Muhammedî hamd sancağı” dikilmiştir.
Dördüncü makâm; ubûdiyyet makâmıdır. İşte Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın “Subhânellezî esrâ bi abdihî leylen” ya’nî “Subhân’dır o ki geceleyin o kulunu yürüttü” (İsrâ; 17/1) âyetinde “abdihî” ya’nî “o kulu” olarak isimlendirdiği bu bahsettiğimiz ubûdiyettir.
Hz. Resûlullah (s.a.v) bu ubûdiyyet makâmında nebîliğe nâil olmuş ve halka rasûl olarak gönderilmiş ve bütün âlemlere rahmet olmuştur.
Evliyâdan tahkîk ehli olanlar için bu makâm tefekkür olunursa da, ilâhî kul ile isimlenmekten başka bir şey yoktur. Tahkîk ehli olanlar, Hz. Muhammed (s.a.v)’in halîfeleridir. Bu halîfelik onlar için her makâmda geçerlidir.
Yalnız aslî kemâlâtı i’tibârı ile Hz. Muhammed (s.a.v)’in ferd olarak tek başına bulunduğu makâm, bundan müstesnâdır.
Tahkîk ehli olanlardan birisi kısa keserse, yâni himmetini nefsine tahsis ederek halkı hidâyet etmek ile meşgûl olmazsa, Hz. Muhammed (s.a.v)’e nübüvvet makâmı i’tibârı ile vekîl olur.
Yok eğer şeyhlerden kâmillerin efendileri gibi halkı hidâyet ile de meşgûl olursa Hz. Muhammed (s.a.v)’e risâlet makamı i’tibârı ile vekîl olmuş olur.
Bu sınıftan yeryüzünde tek bir kimse de bulunursa, yine bu dîn zevâle uğramaz. Çünkü bu sınıf, Hz. Muhammed (s.a.v)’in halîfeleri olup çobanın koyunundan kurdu men’ ettiği gibi, bunlar da dînden engelleri def’ ederler.
Bu sınıf, Hz. Muhammed (s.a.v)’in ihvânı olup bunlar hakkında “Ah, benden sonra gelecek ihvânıma mülâkî olsaydım, şevkim bunadır” buyurmuştur.
Kısaca, bu sınıf, evliyânın nebîleridir. Bu tâbir ile ilâhî yakınlık nebîliğini ve hakîkati bildirmeyi ve ilâhî hükmü beyân etmeyi kast ediyoruz. Yoksa maksadımız şerîat getiren nebîlik değildir. Çünkü şerîat getiren nebîlik, Hz. Muhammed (s.a.v) ile kesilmiştir.
Özetin özeti, tahkîk ehli olarak ta’bîr ettiğimiz bu sınıf, vasıtasız olarak nebîlerin ilimlerinden haber verirler.
Şurasını da bilinsin ki;
Velâyet, Hakk’ın kulu üzerine isimlerinin ve sıfatlarının ilmen, aynen, hâlen, lezzeten, tasarrufan zuhûruyla velâyet etmesi demektir.
Velâyet nebîliği ise, Cenâb-ı Hakk’ın halkın işlerini ıslâh edecek şekilde kulun bakışını halka yöneltmesinden ibârettir. Bunda kulun güzel bir hâl ve kol kuvvetiyle vasıflanması şarttır. Hâl ve kol kuvvetiyle, halkı sâlihliğe çeker.
Bu türden olan kimse, Hz. Muhammed (s.a.v)’den önce bu şekilde halkı dâvet edenlerden ise o kimse rasûl olmuş demektir. Bu dâvet Hz. Muhammed (s.a.v) den sonra gerçekleşmişse o kimse, Hz. Muhammed (s.a.v)’in halîfesi demektir.
Şu kadar var ki, Hz. Muhammed (s.a.v)’den sonra gelen, da’vasıyla ve nefsiyle bağımsız olduğunu iddiâ edemez; o kimse, Hz.Muhammed (sav)’e tâbi’dir.
Bayezid-ı Bestâmî, Cüneyd-i Bağdadî, Şeyh Abdulkâdir Geylânî, Muhyiddîn İbn Arabî ve benzeri gibi sûfî efendilerinin hepsi bu türdendir. Ya’nî Hz. Muhammed (s.a.v)’e tâbi’lerdir.
Bu erlerden olup da, Cenâb-ı Hakk’a dâvet etmeyip belki Cenâb-ı Hakk’ın insanların hallerine dâir kendisine haber verdiği şey üzerine sırf kalbî olarak halkın idâresi ile meşgûliyet üzerinde durursa, o kimse velâyet nebîliği ile nebîdir.
Bu kısımdan olanlar, kendinden evvel geçenlere tâbi olmayarak bağımsız bir yol üzerinde hareket ederse o kimse, şerîat getiren nebîlik ile nebî olmuş olur. Oysa şerîat getiren nebîlik Hz. Muhammed (s.a.v) ile kapanmıştır.
Bu izâhlardan şu anlaşıldı ki;
Velâyet; kuluyla Rabb’i arasındaki özel bir yönün ismidir.
Velâyet nebîliği; halk ile Hak arasında müşterek olan yönün ismidir.
Şerîat getiren nebîlik; hiç bir kimseye muhtâc olmaksızın ibâdetlerinde nefsiyle bağımsız oluşa âit olan yönün ismidir.
Risâlet ya’nî rasûllük; İlâhî kul ile bütün halk arasında olan yönün ismidir.
Bu izâhlardan sonra şu da bilinmiştir ki;
Nebînin velâyeti, nebînin nebîliğinden mutlaka üstündür.
Nebînin velâyet nebîliği de, şerîat getiren nebîlikten üstündür.
Şerîat getiren nebîlik de risâletten ya’nî rasûllükten daha üstündür. Çünkü şerîat getiren nebîlik, o nebîye mahsûstur.Risâlet ise, başkalarına da kapsam olur. Çünkü ibâdetler türünden kendisine mahsûs olan şey, başkalarına da bağlanandan şüphesiz ki, daha üstündür.
Ve nebîlerden çoğunun nebîliği, velâyet nebîliğidir. Ba’zı anlatımlarda Hızır için ve tekrâr yeryüzüne indiği zaman Hz. Îsa için olduğu gibi.
Bunlar için şerîat getirici nebîlik olamaz; benî İsrâil nebîlerinden daha diğerleri gibi. Benî İsrail nebîlerinden bir çoğu rasûl değildi. Belki nefsi için şerîat koyan nebî idi. Hattâ ba’zıları tek bir kimseye rasûl idi. Ba’zıları da kendisine mahsûs sınıfa rasûl idi. Ba’zıları da insanlara rasûl ise de, cin sınııfına değil idi.
Siyaha, kırmızıya, yakına, uzağa rasûl olarak Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed (s.a.v)’den başkasını halk etmemiştir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v) bütün mahluklara gönderilen bir rasûldur. Bunun içindir ki, rahmeti âlemlere kapsamdır.
İşte bu ayrıntılara vâkıf olduktan sonra mutlak olarak aşağıdaki şekilde söyleyebilirsin:
Velâyet, nebîdeki nebîlikten mutlaka daha üstündür. Velâyet nebîliği, şerîat getiren nebîlikten; şerîat getiren nebîlik de, risâlet nebîliğinden daha üstündür.
Şunu da bil ki, her rasûl, şerîat getiren nebîdir; Şerîat getiren nebî de velâyet nebîsidir. Her velâyet nebîsi de mutlak velîden daha üstündür. Bunun içindir ki, “nebînin başlangıcı, velînin nihâyetidir” denilmiştir.
Bunu anla ve iyi düşün! Bu yazdıklarım öyle mühim bir mes’eledir ki, sûfîlerden çoğunun indinde gizli kalmıştır.
Allah hakkı söyler, doğru yolu gösterir.