Fasıl – Haller ve Makâmlar
Bu faslın içeriği şöyledir.
1- Cenâb-ı Hakk’ın hak nebîsi Hz. Muhammed (s.a.v)’in lisânı üzerine inmiş olan ve bizim için farz olan ibâdetlerdeki sırlar; bu da İslâm’ın üzerine binâ edildiği beş şeyden ibârettir.
2- Îmâna âir sırlar.
3- Salâh makâmında ümîd ve korku arasında, ibâdette devamlılığa âit olan şeylerdeki ma’nâların sırları.
4- İhsândaki yedi makâmın ya’nî tevbe, inâbe, zühd, tevekkül, rızâ, tefviz, ihlâs makâmlarının sırları.
5- Şehâdet makâmına âit ba’zı mertebelerin izâhları.
6- İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakke’l-yakîn sâhiplerinin alâmetine dâir açıklamalar.
7- Hullet makâmına, hubbiyyet makâmına, hitâm makâmına, ubûdiyyet makâmına âit hallerin garîbliklerinin açık ve anlaşılır olarak îzâhı ile beyânı.
Fakat bunlardan her birisini icmâl ve kısa olarak îzâh edeceğiz. Sözü uzatmak sûretiyle, bu makâmların sırlarını ayrıntılamak gerekse, ciltlerce kitâba ihtiyâç olurdu. Oysa biz bu ayrıntılara girme sadedinde değiliz.
1 – İslâm
İslam’ın üzerine binâ edildiği beş asıl;
(1) Kelîme-i şehâdetin sırrı.
Bilmelisin ki, vücûd iki kısımdır.
Birisi, hükmü ortadan kalkma ve yok olma ve fenâdan ibâret olan halk;
Diğeri, hükmü gereklilik ve bâkî vücûddan ibâret olan Hak’tır.
Bu hikmete dayalı olarak kelime-i şehâdet önce ortadan kaldırma sonra gereklilik üzerine binâ olmuştur.
“Lâ ilâhe”deki “lâ” ortadan kaldırma, “illâ” ise gerekliliktir.
Bunun ma’nâsı “Lâ vücûde li şey’in illallah” ya’nî “Allah’dan başka hiç bir şey için vücûd yoktur” demektir.
“Lâ ilâhe” deki “ilâh” kelimesiyle bir kısım halkın ibâdet ettikleri putlar kastedilmiştir.
Cenâb-ı Hakk’ın o putlara “ilâh” demesi halkın bu putlara ilâh demesine uygun olması içindir. Çünkü ilâh dedikleri şeyin, hâricî aynlarında ilâhî sır mevcuddur.
Bu ma’nâya göre putlar, Hakk’ın vücûdu ile hak olarak ilâhlardır. Şu halde putlardan her ma’bûdun aynında Hakk’ın zuhûruyla o ma’bûd ilâh olmuştur. Çünkü Hak, onun “ayn”ından başka bir şey değildir. Allah her nerede açığa çıkarsa ulûhiyyeti ya’nî ilâhlığı hakedicidir.
Bundan sonra “illallah” tâbirinde istisnâ edatı olarak “illâ”nın kullanılması şunu ifâde eder ki, o ilâh olarak isimlendirilenler, Allah’dan başka bir şey değildirler.
Bundan dolayı “lâ ilâhe illallah”ın ma’nâsı:
“Kayıtlamaksızın mutlak olarak Allah’dan başkasına ibâdet etmeyin” demektir. Kayıtlama düşüncesi, yön ile olur. Oysa yönlerin hepsi yine Hak’dır. Şu halde vücûdda Allah’tan başka bir şey yoktur.
Özetin özeti, Allah bütün mevcûdların “ayn”ıdır.
Bu sırrı idrâk etmek, şehâdete ve keşfe bağlı olduğundan şehâdet kelimesine bitişik kılındı. Bunun içindir ki “eşhedü enlâ ilâhe illallah” denildi.
Ma’nâsı:
“Göz ile müşâhede sûretiyle görüyorum ki, vücûdda Allah’tan başka bir şey yok” demektir.
Bu istisnâ edatı ya’nî “illâ” hakkında ayrıntılı olarak yazılmış kitaplarda çok bahisler vardır. Bu bahisler;
İstisnâ ya’nî “illâ”, bitişik midir, ayrı mıdır?
Kaldırılan ilâh, hak olan ilâh mıdır, bâtıl ilâh mıdır?
Bâtıl ilâh olursa bir ma’nâ ifâde etmesi mümkün müdür, değil midir?
Hak ilâh olursa ma’nânın câiz olmasına imkân var mıdır, yok mudur?
Ve bunların arasında çoğul olmaya ve birleşik olmaya âit ve bunlardan başka daha bir çok mes’elelere bağlı bahislerden ibâret olup, bunlarla ilgili kesin cevâblar ve açık delîller zikredilmiştir. Bunu anla!
(2) Salat ya’nî namazın sırlarına gelince:
Cenâb-ı Hakk’ın vahdâniyetine ya’nî birliğine ibâdettir.
İlâhî isimlerin ve sıfatların hepsiyle vasıflanmış olarak vâhidiyyet ya’ni birliksellik nâmûsunu ikâme etmek demektir.
Abdestin su ile alınmasının şart koşulmuş olması; varlıksal kirliliklerin yok olmasının ancak vücûdun hayâtından ibâret olan ilâhî sıfatların eserlerinin açığa çıkışıyla olabileceğine işârettir. Çünkü su, hayâtın sırrıdır.
Zorunlu kalınan yerlerde teyemmümün ya’nî toprak ile abdest alınmasının tahâret yerine kâim olması “nefse muhâlefet ve mücâhede ve riyâzet ile temizlenmeye” işârettir.
Su ve teyemmüm ile olan bu temizlik, yapılması mümkün olan türündendir. Çünkü bunun derecesi, ilâhî cezbe ile varlıksal noksanlıklardan temizlenlerin derecesinden aşağıdır.
İlâhî cezbe ile temizlenenler, ilâhî ezeldeki âb-ı hayât ya’nî hayât suyu ile temizlenmişlerdir. Bu sırra dayanmaktadır ki, Hz. Resûlullah (s.a.v) hadîs-i şerîfinde “Yâ Rabbi! Nefsime takvâsını ihsân et ve nefsimi Sen temizle. Çünkü Sen nefsi temizleyenlerin en hayırlısısın” buyurmuştur.
İşte bu hadîs-i şerîfde “nefsimin takvâsı” buyrulması mücâhedeye, nefse muhâlefete, riyâzete işârettir. “Sen nefsi temizleyenlerin en hayırlısısın” buyrulması da, ilâhî cezbeye işârettir. Çünkü ilâhî cezbe ile olan temizlik, ameller ve mücâhedeler ile olan temizlikten hayırlıdır.
Bu da, Hakk’ı talepde tam yönelişe işârettir.
-Namaza başlarken niyet etmek;
Bu tam yönelişte kalbin bağlanmasına işârettir.
Cenâb-ı Hakk’ın Cenâb-ı İlâhîye için muhtemel olan tecellîlerinden daha büyük, daha geniş olduğuna işârettir.
Bundan dolayı Cenâb-ı İlâhiyyeyi bir şehâdet yeri ile kayıtlamak mümkün değildir. O Cenâb-ı İlâhî, her şehâdet yerinden ve Hakk’ın kul üzerine zâhir olduğu her nazargâhtan daha büyük ve daha geniştir. Çünkü Cenâb-ı İlâhînin bir sonu yoktur.
İlâhî kemâlin insanda varlığına işârettir. Çünkü insan, fâtihatü’l-vücûd ya’nî vücûdun açılımıdır. Cenâb-ı Hak, umûmî mevcûdların kilitlerini insan ile açmıştır. Bundan dolayı Fâtiha’yı okumak, rabbânî sırların insânî örtüler altında açığa çıkışına işârettir.
İlâhî tecellîlerin varlığı altında varlıksal mevcûdların yok olduğuna müşâhedeye işârettir.
Bekâ makâmından ibârettir. Bunun içindir ki, namaz kılan o kıyâmda “semi’allahu li men hamide” ya’nî “Allah, hamd edenin hamdini işitti” der.
Bu bir kelimedir ki, kulun bunu söylemeye hakedişi yoktur. Çünkü bu söz, ilâhî hâli haber vermektir. Demek ki, kul kıyâmda, Hakk’ın halîfesi olarak bekâ makâmında bu sözü söylemiştir. İstersen Hakk’ın halîfesi demeyip de, şekillerin kalkması için Hakk’ın aynıdır; de. O aynılık gereğidir ki, kendi nefsinden kendi nefsiyle haber vererek “semi’allahu li men hamide” demiştir. Ya’nî halkın hamd ve senâsı, Hakk’ın işitmesine tercümân olmuş demektir. Oysa Cenâb-ı Hak, her iki halde de “birden fazla olmayıp bir”dir.
İlâhî mukaddes Zât’ın zuhûrunun devamlılığıyla beşerî eserlerin sahk ve mahkından, yâni yok olmasından ibârettir.
İlâhî isimlerin ve sıfatların hakîkatleriyle tahakkuk etmeye işârettir. Çünkü iki secde arasındaki ilk oturuş, bir tür istivâdır. Bu da “Er rahmânu alel arşistevâ” ya’nî “Rahmân arşın üzerine istivâ etti” (Tâhâ;20/5) âyetinin hakîkatine işârettir.
Ubûdiyyet makâmına işârettir. Ubûdiyyet makâmı, Hak’tan halka dönüş ile tahakkuk eder.
Hakk’a ve halka dönük kemâle işarettir. Çünkü tahiyyât namaz kılanın, Allah’a ve nebîsine ve sâlih kullarına hamd ve senâsından başka bir şey değildir. Bu ise kemâl makâmıdır.
Bundan dolayı velînin kemâli üç şey ile tahakkuk ediyor, demektir.
İlâhî hakîkatler ile tahakkuk,
Hz. Muhammed (s.a.v)’e tâbi’ olma,
Allah’ın sâlih kullarının hepsine karşı edeb göstermek.
Bu bahiste daha başka bir çok sırlar varsa da bizim kastımız kısa kesmektir.
(3) Zekâta gelince;
Hakk’ı halk üzerine tercîh etmekle tezkiyeden ya’nî temizlenmekten ibârettir. Ya’nî vücûdda Hakk’ı müşâhede etmeyi, halkını müşâhede etmeye tercîh etmektir.
Nefsini müşâhedeyi kastedince, Hakk’ı tercîh ederek Hakk’ı müşâhede eder.
Nefsinin sıfatlarıyla vasıflanması murâd edince, Hakk’ı tercîh ederek onun sıfâtlarıyla vasıflanmış olur.
Zâtına ârif olmak sûretiyle enniyetini ya’nî benliğini bulmaya kastedince Hakk’ı tercîh ederek Hakk’ın zâtını bilir. Bu şekilde hüviyyetine vâkıf olur.
İşte zekâtın işâreti, bu bahsedilen îzâhlardan ibârettir.
Görünen mevcûdlarda zekâtın kırkta bir olması ise, kırk mertebesi olduğuna ve bu kırk mertebeden yüceliği talep edilen mertebenin, en yüce mertebe olan ilâhî mertebe olduğuna işârettir.
İlâhi mertebe, kırk mertebeden bir mertebedir. Biz bu mertebelerin hepsini “el-Kehfü ve’r-Rakîm fî şerhi Bismillahirrahmanirrahîm”isimli kitâbımızda anlattık. Oraya müracaât edilsin.
(4) Oruca gelince:
Oruç, samedâniyye ya’nî muhtaçsızlık sıfatı ile vasıflanmak için beşerî gereklilikleri kullanmaktan kaçınmaya işârettir.
Beşerî gerekliliklerden ne derece kaçınabilir ve oruç tutabilirse, o kimsede Hakk’ın eserlerinin açığa çıkışı ona göre olur.
Orucun bir ay olması beşerî gerekliliklerden kaçınma mes’elesine, dünyâ hayâtının tamâmında ihtiyâca işârettir.
Bundan dolayı bir kimse, “ben artık ulaştım, beşerî gereklilikleri terk etmeye ihtiyâcım yoktur; beşerî varlığı silinip yok olmuş olan kimseye beşerî gereklilikler için yol yoktur” dememelidir.
Bir kimse böyle derse, aldanmıştır, mekre ya’ni hîleye düşmüştür ya’nî ilâhî mekre uğramış demektir.
Bundan dolayı ilâhî zâtın hakîkatleriyle tam vasıflanmak, kurtuluşa nâil olmak için dünyâ yurdunda bulundukça beşerî gereklilikleri terk etmekten ibâret olan oruca lüzûm vardır.
Orucun niyetine, iftâra, sahura, terâvihe ve bunlardan başka Ramazan’a mahsûs olan hallere âit bir çok bahisler varsa da,biz yaptığımız îzâhlar ile yetiniyoruz.
(5) Hacca gelince:
Cenâb-ı Hakk’ı talepte kastın devamlılığına işârettir.
İhram; mahlûkları müşâhede etmeyi terke işarettir.
Dikişli giysi giymemek; övülmüş sıfatlarla vasıflanmış olarak zemmedilmiş sıfatlardan soyutlanmaya işârettir.
Başı tıraş etmeyi terk; beşerî reîsliği terke işârettir.
Tırnakları kesmeyi terk etmek; kendinden çıkan fiillerde ilâhî fiilleri müşâhedeye işârettir.
Koku sürmeyi terk etmek; zâtî hakîkatlerle tahakkuk için isimlerden ve sıfatlardan soyutlanmaya işârettir.
Nikâhı ya’nî cinsel ilişkiyi terk etmek, vücûdda tasarruftan uzak durmaya işârettir.
Sürme kullanmayı terk etmek, ahadiyyed ya’nî teklik hüviyyetine alabildiğine yürümek üzere keşf talebinden men’ edilmeye işârettir.
Mîkât, kalpten ibârettir.
Mekke, ilâhî mertebeden ibârettir.
Ka’be, zâttan ibârettir.
Kâbe’deki hacerü’l-esved, insânî latîfeden ibârettir.
Hacerü’l-esvedin siyah olması insânî latîfenin tabiî gereklilikler ile renklenmesinden ibârettir.
Hz. Resûlullah (s.a.v) bu sırra “Hacer-i esved sütten daha beyaz olarak nâzil oldu. Âdem oğullarının günahları onu siyahlandırdı” hadîsiyle işaret etmiştir.
Bu hadîs-i şerîfdeki hacerü’l-esved, insânî latîfeden ibârettir çünkü insânî latîfe asâleti i’tibârı ile ilâhî hakîkat üzerine halk edilmiştir. Ve insânî hakîkatin bu ma’nâ ile olması “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm” ya’nî “Andolsun ki biz insanı en güzel kıvâmda halk ettik” (Tîn; 95/4) âyetinin mânâsıdır.
İnsânî latîfenin tabîatlara, âdete, varlıksal alâkalara ve hakîkatin gözükmesine engel olan şeylere dönmesi, onun siyahlaşması demektir. Bahsedilen engeller ise, Âdemoğulun hatâlarından ibârettir. İşte “Sümme redednâhu esfele sâfilîn” ya’nî “Sonra onu aşağıların aşağısına gönderdik” (Tîn; 95/5) âyetinin mânâsı da budur. Bu îzâhı anladınsa, bilmekliğin lâzımdır ki;
-Tavâf; insana hüviyyetini, aslını, menşeini, şehâdet yerini idrâke âit lâzım olan şeylerle meşgûl olmaktan ibârettir.
Tavâfın yedi olmasında başka bir incelik daha vardır. O da bu yedi sıfâttan sıfâtullaha dönüşünün lüzûmu inceliğidir.
Bundan dolayı hayâtını, ilmini, irâdesini, kudretini, sem’ini ya’nî işitmesini, basarını ya’nî görmesini, kelâmını Allah’a nisbet etmesi lâzımdır.
Bu çok büyük hâl tahakkuk ederse, o zaman sâlik Hz. Resûlullah (s.a.v)’in “…gözü olurum, onunla görür; kulağı olurum onunla duyar…” hadîs-i kudsîsine mazhar olmuş olur.
O namazın makâm-ı İbrâhim’in arkasında kılınmasının istenmiş olması, hullet makâmına işârettir. Hullet makâmı ise, halkın eserlerinin madde bedeninde gözükmesinden ibârettir. O makâma varan kimse, eliyle mesh ederse anadan doğma gözsüzün gözünü açar ve abrajlıyı iyileştirebilir. Ayağı ile yürürse, yer onun için dürülür. Diğer a’zâları da böyledir. Yâni onlarla da istediğini yapabilir. Çünkü ilâhî nûrlar, dâhil olma olmaksızın onun a’zâsında olmuştur.
Zemzeme gelince: Hakîkat ilimlerine işârettir. Ondan içmek, hakîkat ilminde dallanıp budaklanmaya işârettir.
Safâ, halka dönük sıfatlardan sâfileşmeye işârettir.
Merve, ilâhî isimler ve sıfatlar kâselerinden içerek suya kanmak demektir.
Başını tıraş etmek, o makâmda ilâhî reîslik ile tahakkuka işârettir.
Bıyıklarını kesmek, mertebesinin noksan olmasına ve kurbet ya’nî yakınlık ehlinin mertebesinden ibâret olan tahkîk derecesinden aşağı düşmesine işârettir. Kurbet ehlinden aşağı mertebede bulunanlar “iyân” derecesindedir. Bu ise, sıddıkiyetten olanların hepsinin nasibidir.
İhrâm’dan çıkmak, sıddıklık minderine ya’nî ilâhî indinde vücûd bulduktan sonra halk için genişlik göstererek onların derecesine inmektir.
Arafat; Cenâb-ı Hakk’ı ma’rifet makâmından ibârettir.
Arafat’ta iki bayrak dikilmesi; ma’rifetullah yolunda ilâhi cemâl ve celâlden ibârettir. Çünkü cemâl ile celâl, Cenâb-ı Hakk’a kavuşma vâsıtasıdır.
Müzdelife; makâmın yüksekliği ve yüceliğinden ibârettir.
Meş’ar-i harâm; şer’î işlere vâkıf olmakla berâber ilâhî haramlara hürmet etmekten ibârettir.
Minâ; kurbet makâmı sâhipleri için minâya ya’nî âmâline ya’nî emellerine erişmekten ibârettir.
Minâ’da üç taş atmak nefs, tabîat ve âdetten ibâret olup bunlardan her birisine yedi tane ufak taş atarak o üç şeyi fânî etmek, izâle etmek ve imhâ etmek demektir. Buna nâil olmak, ilahî yedi sıfatın eserlerinin kuvvetle ortaya çıkmasıyla mümkündür.
Tavâfa ifâza; İlâhî feyzin devâmı için yükselmede devamdan ibârettir. Çünkü bu yükseliş, insânî kemâl bulduktan sonra da kesilmez. Çünkü Allah’ın nihâyeti yoktur.
Vedâ tavafı; Hâl yoluyla Cenâb-ı Hakk’a hidâyet etmeye işârettir. Çünkü hidâyet Allah’ın sırrını hakedene vedîa ya’nî emânet kılmasıyla olur. Allah’ın sırları, velînin yanında vedia ya’nî emânettir. Bu vediaya kim hakedici olursa, velî o vedîayı ya’nî emâneti ona verir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da “fe in ânestüm minhüm ruşden fedfeû ileyhim emvâlehum“ ya’nî “Eğer onlardan rüşd eserleri görürseniz, mallarını kendilerine veriniz” (Nisâ; 4/6) buyurmuştur.
Bu hac bahsinde ve hac vazîfelerinin hepsinde okunan dualarda, bir çok sırlar olduğu gibi her duânın altında da ilâhî sırlardan sır vardır. Fakat biz bu sırları anlatmaya ve beyâna lüzûm görmedik. Çünkü bizim maksadımız kısa kesmektir.