63.Bölüm-İnançlar; İbâdetler; Haller; Makâmlar-6-(Îmân)

2 – Îmâna gelince;

Îmân, gayb âlemine âit keşifsel merdivenlerin ilk basamağıdır.

Bu bir binektir ki, buna binen kimse yüksek makâmlara ve hazretlere doğru yükselir. Bundan dolayı îmân akla nisbetle uzak olan bir şey üzerine kalbin uygun bulmasından ibârettir.

Akıl ile bilinen her şeyde kalbin uygun buluşu olmazsa buna îmân denilmez. Belki bu görülen delîllerden faydalanılarak elde edilmiş olan teorik ilimdir; îmân değildir. Çünkü îmânda kalbin bir şeyi delilsiz kabûl etmesi şart koşulmuştur.

Îmân, sırf tasdîkten ibârettir. Bunun içindir ki, akıl nûru îmân nûrundan daha noksandır. Çünkü akıl kuşu, hikmet kanatlarıyla uçar. Hikmet kanatları ise delîllerden ibârettir. Delîller ise, eseri görülen şeylerde bulunur.

Bâtın şeylerde ise delîl bulunmaya imkân yoktur. Şu halde îmân kuşu, kudret kanatlarıyla uçar ve bunun uçuşu için yer ile gök arasında bir durak yoktur. Belki âlemlerin hepsinde uçar. Çünkü onun kanatları olan kudret, bu saydığımız şeylerin hepsini kapsamına alır.

Îmânın ilk faydası kendisine haber verilen şeylerin hakîkatlerini îmân sâhibinin basîret gözüyle ru’yeti ya’nî görmesidir. Bu görüş ancak îmân nûru ile açılabilir. Îmân nuru oluşunca îmân sâhibi, îmân ettiği şeylerin tahîkî hakîkatinde aslâ durmayarak devâm üzere olur.

Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “Elif, lâm, mîm; Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh, huden lil muttekîn“ ya’nî “Elif, lâm, mîm; İşte bu Kitap ki, onda hiçbir şüphe yoktur. Sakınanlar için hidayettir” (Bakara; 2/1-2) buyurmuştur.

Ya’nî; Kitaba karşı şüphenin kalkmış olması ancak mü’minler içindir. Çünkü onlar Kitâb’a îmân ettiler ve aklî ve teorik delîllere önem vermediler. Kendilerini, aklın kayıtları ne ise onunla kayıtlamadılar. Belki kendilerine gelen haberleri aynen kabûl ettiler ve o haberlerin oluşuna şeksiz şüphesiz olarak kat’î sûrette inandılar.

Bir kimsenin îmânı, delîllere bakmaya ve akıl ile kayıtlamaya muhtâç olursa o kimse, Kitâp hakkında şeksiz şüphesiz bir îmâna sâhip değildir.

Akâid ilmi tâbir edilen kelâm ilminde anlatılmış olan bahislerin hepsi, dinsizleri ve bid’at ehlini ve bunlar gibi olan diğerlerini susturmak içindir. Yoksa kelâm ilmi kalplerde îmânın olması için değildir.

Bundan dolayı îmân, ilâhî nûrlardan bir nûr olup ilâhî kul o nûr ile önce ve sonra ne varsa hepsini görür.

Bunun içindir ki, Hz. Resûlullah (s.a.v) “Mü’minin ferâsetinden sakının. Çünkü o Allah’ın nûruyla bakar” buyurmuştur. Resûlullah (s.a.v) bu hadîste “müslümanın ferâseti” veyâ “akıllının ferâseti” gibi bir tâbir ile veyâhut daha başka bir tâbir kullanmadı da ”mü’min” ya’nî “îmân etmiş olan” tâbirini kullandı.

Şurasını da bilesin ki; “Elif, lâm, mîm; Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh, huden lil muttekîn“ ya’nî “Elif, lâm, mîm; İşte bu Kitap ki, onda hiçbir şüphe yoktur. Sakınanlar için hidayettir” (Bakara; 2/1-2) âyet-i celîlesinin pek çok ma’nâsı varsa da, biz onlardan bahsetme sadedinde değiliz. Sâdece “Elif; Lâm; Mîm” ile Kitâb ve oradaki ba’zı kelimelerin işâretlerini beyân edeceğiz.

Cenâb-ı Hak’tan niyâz ediyorum ki, bana Kur’ân’a tefsîr yazmak için izin verilsin. Ben o tefsîrde akıllara nisbetle pek garîb olan sırların îzâhâtını yazayım.

Benim o tefsîrimle “Sümme inne aleynâ beyânehu” ya’nî “Sonra Kur’ân’ın îzâhı, muhakkak bizim üzerimizedir” (Kıyâme; 75/19) âyetinde Nebî’ye olan ilâhî vaadi tamamlansın. Böyle bir tefsîre kat’î lüzûm vardır. Allah’ın Kitâb’ına böyle bir hizmetle müşerref olan kimse, Hak’tan niyâz ederim ki, ben olayım.

Bahsettiğimiz âyet-i kerîmede “Elif; Lâm; Mîm” ilâhî muammânın hakîkatine işârettir. Bu da icmâl yoluyla zâta, isimlere, sıfatlara işârettir.

“Zâlikel kitâbu”daki Kitâb, insân-ı kâmil’den ibârettir. Bundan dolayı “Elif; Lâm; Mîm” işâretiyle insânî hakîkate işâret edilmiştir.

“lâ reybe fîh, huden lil muttekîn” ya’nî “bunda şüphe yoktur. Bu muttekiler için hidâyettir.”

Bu muttekiler Hak’tan koruma ve Hak onlardan korumadır. Eğer Hakk’a duâ edersen Hak ile onlardan kinâye yapmış olursun, onlara duâ edersen onlarla Hak’tan kinâye yapmış olursun.

“Ellezîne yu’minûne bil gaybi“ (Bakara; 2/3)’deki gayb Allah’dır. Çünkü Cenab-ı Hak, onların gaybıdır. Onlar O Allah’a hüviyyetleri olmak üzere ve onlar da ilâhînin aynı olmak üzere îmân ettiler.

“yukîmûnes salâte“; Bunlar salâtı ya’nî namazı ikâme ederler. Ya’nî ilâhî isimlerin ve sıfatların hakîkatiyle vasıflanmış olarak vücûdlarında ilâhî mertebenin nâmûsunu ikâme ederler.

“mimmâ razaknâhum yunfikûn”; Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine verdiği rızıktan, yâni mânevî rızıktan infâk ederler.

Bunların infâkı, kendilerinin zâtlarında ilâhî ahadiyyetin ya’nî tekliğin netîcesi olan semerelere âit olarak vücûdda tasarrufları demektir.

Bundan dolayı bunların rızıklanması, kendilerindeki ilâhî ahadiyyeti ya’nî tekliği tetkîk etme vâsıtasıyladır.

Bunlar “sâbikûn-ı müfridûn” ya’nî “ferd olanların öne geçmişler olanları”dır. Bunlara, Cenab-ı Resûlullah, ashâbına hitâben “Yürüyünüz! Müfridler ya’nî ferdiyyete ulaşmış olanlar sizi geçtiler “ hadîsiyle işâret etmiştir.

“Lâhikûn” ise gayba ya’nî;

“Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablike ve bil âhireti hüm yûkınûn” yani “Ya Muhammed! sana indirilmiş olana ve senden evvel geçen nebîlere indirilen âyetlere ve âhirete yakînen îmân edenlerdir” (Bakara; 2/4)

“Ulâike alâ huden min rabbihim ve ulâike humul muflihûn” ya’nî “Bunlar Rabb’lerinden hidâyet üzerinedir ve felâha nâil olan, bunlardır” (Bakara; 2/5).

Bunlar meleklere, ilâhî kitaplara, resûllerine, âhiret gününe, hayır olsun şer olsun takdîrin Allah’dan olduğuna îmân edenlerdir.

Allah’a îmân eden bu mü’minler;

Bunlar, sâdece bu anlatılanlara îmân etmiş değillerdir; belki ilim ile apaçık ve müşâhedeli mârifet ile bu bahsedilenleri bilmektedirler, demektir.

Bundan dolayı özetle “bunlar yalnız Allah’a mü’mindirler” demektir. Çünkü bunların Allah’ın altında bulunan şeylere ilimleri, müşâhedeli ilimdir. Müşâhedeli ilim ise îmân demek değildir. Çünkü îmânın şartı, bilinenin görülür değil, gayb olması şeklindedir.

Onların indinde gayb olan bir şey varsa, o da ilâhî zâtın künhü ya’nî özüdür.

Bundan dolayı bunlar, Cenâb-ı Hak’tan yana gözle görülür aleni müşâhedeye mazhar olmakla berâber, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz sırlarına da îmân etmişlerdir.

Kısaca muttakîlerin îmânı tek başına Cenâb- ı Hakk’a mahsûstur.

Bunlara lâhik olanlar ya’nî katılanlar ve yukarıda “lâhikûn” diye ta’bir edilen mü’minler, Allah’a mü’min oldukları gibi îmânın târifindeki Allah’a, meleklere, kitaplara, resûllere, âhiret gününe, hayır ve şerrin ilâhî takdîr ile olduğuna da îmân ederler.

Bundan dolayı bu son kısım “lâhikûn”dan, ondan evvelkiler “sâbikûn”dandır.