Mutlak Sıfat Hakkında
Sıfat, sana kendisinde sıfat olanın hâlini tebliğ eden şeydir. Ya’nî kendisinde sıfat olanın hâlini bilmeyi anlayışa ulaştıran, onun esâsını sana bildiren, kendisinde sıfat olanı vehminde toplayan, fikrinde îzâh eden, aklına yaklaştıran şey demektir: Bundan dolayı kendisinde sıfat olanın hâlini sıfatıyla zevk edersen ya’nî sıfatın bizzât hakîkatiyle yaşarsan ve bunu kendi nefsine kıyâs eder ve nefsinde ölçüye vurursan şekli şudur: Ya tabîatın kendisine uygun geldiğinden ona meyleder; yâhud tabîatın onu muhâlif gördüğünden ondan nefret eder.
Bu ifâdelerin sırrını anla, bunu çok derin, iyice düşün, bunu zevk eyle ya’nî bizzât hakîkatini yaşa! Cem’iyyetin rahmânının mührü, işitmeni ancak bu şekilde mühürler. Bu sözün kabuğu, hakîkatin özüne ulaşmaktan seni men’ etmesin, sana perde olmasın, idrâk vechini kapatmasın.
Şunu da bil ki; sıfat, kendisinde sıfat olana tâbi’dir. Bunun ma’nâsı: Sen kendisinde sıfat olanın aynı olduğunu iyice bilmedikçe, ne başkasının sıfatlarıyla, ne de kendi sıfatlarınla vasıflanırsın, ne de bu konuda bir hakîkate erişirsin.
Kendisinde sıfat olanın aynı olduğun tahakkuk ederse, ya’nî bu hakîkate yakîn ilmi hâsıl olursa, o zaman “alîm” sensin; bu takdîrde ilim, zarûrî olarak sana tâbi’dir; daha fazla kuvvetlendirmeye ihtiyâcın olmaz. Çünkü, sıfat kendisinde sıfat olana bağlıdır ve kendisinde sıfat olana tâbi’dir; kendisinde sıfat olanın vücûduyla mevcûd, yok olmasıyla yok olur.
Arap âlimleri indinde sıfat iki türlüdür: Biri, fezâilî sıfat, biri fâzılî sıfattır.
Fezâilî sıfatlar “hayât” gibi, insanın zâtına bağlanan sıfatlardır.
Fâzılî sıfat, hem insanın zâtına, hem hârice bağlanan sıfattır; kerem ve benzeri gibi.
Nahiv ilmi erbâbına göre, “niteliksel isimler” denilen ve işin aslında vasıflandırma ifâde eden isimler, ârif olan tahkîk ehlinin indinde “Hak isimleri” ünvânı ile yâd olunur. Bu isimler de iki kısımdır: zâtî ve sıfâtî.
Zâtî isimler: Ahad, Vâhid, Ferd, Samed, Azîm, Hayy, Azîz, Kebîr, Müteâl ve benzeri… gibi.
Sıfâtî isimler: Alîm, Kâdir… gibi.
Bu sıfatlar, isterse Mu’tî ve Hallâk gibi nefsî isimlerden olsun; isterse fiilî sıfatlardan olsun, ikisi de sıfâtîdir.
İlâhî sıfatlar içinde sıfatların aslı, “Rahmân” ismidir. Çünkü bu “Rahmân” ismi, Cenâb-ı Hakk’ın “Allah” ismine karşılıktır. İkisinde de ihâta ve kapsam vardır. Aralarındaki fark “Rahmân” ihâta ve kapsam ile berâber “vasıfsallığın” mazharıdır. “Allah” ismi, kapsam ve ihâta ile “isimselliğin” mazharıdır.
Şurası da bilinmelidir ki, “Rahmân”, vücûddan ilmî mertebe sâhibinin âlemidir; noksandan pâk olan toplayıcı kemâle kapsam olmak, bu âlemde şarttır. Yalnız halka bakış yoktur.
Allah ismi “Zorunlu Vücûd”un zâtına âlemdir; fakat Hakk’a mensûp kemâl ve halka kapsam olan vasıf, noksana da kapsam olmak şartıyladır. Şu halde “Allah” umûmi ve “Rahmân” husûsidir. Ya’nî “Rahmân” ismi ilâhî kemâlâta özeldir. “Allah” ismi, hem halka, hem Hakk’a şâmildir.
“Rahmân” ismi kemâlâttan bir nevi’ kemâl ile tahsîslik peydâ ederse, o vakit ma’nâsı umûmî işâretten, o kemâle lâyık isme geçer: “Rab” ve “Melik” ve benzeri isimler gibi. Çünkü “Rab” ve “Melik” gibi isimlerden her biri ihtivâ ettikleri vasfın verdiği mertebede “ma’nâ yönünden” kısıtlıdır. “Rahmân” ismi böyle değildir; çünkü onun ma’nâsının ifâdesi bütün kemâlâtı toplayan kemâl sâhibi demektir.
Özetle: “Rahmân” bütün ilâhî sıfatları toplayan bir sıfattır. Şurası da bilinmelidir ki: sıfat, tahkîk ehli âriflere göre idrâk olunamaz ve sıfatın sonu yoktur. Zât böyle değildir. Ârif bilir ki, o zât, Allâh’ın zâtıdır; fakat o zât’ın sıfatlarına âit kemâlî gereklerin nelerden ibâret olduğunu idrâk edemez. Bundan dolayı ârif Allâh’ın zâtına göre beyânlar üzerinedir, sıfâta göre beyânlar üzerine değildir. Bunun örneği, kul, varlıksal mertebeden, kudsî mertebeye ilerleyip yükselerek keşfe nâil olunca, Allâh’ın zâtının kendi zâtının ayn’ı olduğunu bilir. Bu durumda Zât’ı idrâk etmiş ve ârif olmuş olur. ”Nefsine ârif olan Rabb’ine ârif olur” hadîsinin ma’nâsı budur.
Bu ârif oluş hâsıl olduktan sonra, kul için geriye kalan şey, o Zât’a gerektirici olan sıfatları olabildiğince hakkıyla bilmek ve ilâhî Zât’ın sıfatlarıyla vasıflanmanın sûretini anlamaktır. İşte geriye kalan, bu mühim olan noktadır. Fakat sıfatın nihâyetini elbette ve elbette idrâke yol yoktur.
Bunun ilmî sıfatlarda benzeri: ilâhî kul, ilmî sıfatları hâsıl edebilir, fakat ayrıntılarıyla idrâk edemez. Bildiği kendisine ma’lûm olan, kalbine inen kadarından ibârettir. Bu durumda ilmî sıfatlardan örneğin vücûdda ne kadar kişi olduğunu bilse bile, o kişilerden her birerlerinin isimlerini bilemez; onu da bilse vasıflarını bilemez; onu da bilse, ayrı ayrı zâtlarını bilemez; onu da bilse, ayrı ayrı nefislerini bilemez; onu da bilse, her birinin ayrı bir fert oluşu üzere şahsî hallerini bilemez. Bu, sonsuz bir şekilde sürer gider. Dîğer sıfatlar da böyledir. Bu sıfatların her biri de, bu şekilde kalbe inen ma’lûm olan kadarına ta’bîdir.
Özetle: İlmî sıfatları bütünsel bir ihâta ile ayrıntılı olarak kavramaya imkân olmayıp, bu kavrama, toplu bir şekilde tahakkuk eder. Ya’nî Zât’ı, “zâtı yönünden” idrâk etmek ve o idrâkin hâsıl oluşuna erişmek ve bu husûsta bir şey yitirmemek mümkündür. Bundan dolayı bu açıklamalara göre idrâk olunan zât’tan başka bir şey değildir ve o idrâk olunamayan da sıfâttan başka bir şey değildir. Çünkü sonun olmayışı zât’tan değil, zât’ın sıfatlarındandır.
Netîce: Zât idrâk edilebilirdir, ma’lûmdur, muhakkaktır; sıfat, mechûldür, sonsuzdur. Ehlullâhdan çoğu bu meselede perdelidirler; çünkü Cenâb-ı Hak onlara zâtlarının, zâtının aynı olduğunu idrâk keşfini ihsân edince onlar, sıfâtını da idrâk etmeyi talep ettiler. Nefislerinde bu talebin oluşmasına imkân olmayınca, inkâra düştüler.
Bunun için onlar, nidâ ettiği zaman, ilâhî icâbete nâil olamadılar. Onların mûsâlarına “İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî” (Tâhâ, 20/14) ya’nî “Muhakkak ben Allah’ım; benden başka ilâh yoktur, bana ibâdet et!” dediği zaman, Hakk’a ibâdet edemediler; ve Mûsâ’ya “Sen mahlûktan başka bir şey değilsin” dediler.
Çünkü Cenâb-ı Hak hakkındaki inanışlarında zât’ının idrâk olunup, sıfâtının idrâk olunamayacağına dâir inanışları yok idi. Oysa tecellî, onların inanışlarının tersine idi. Bundan dolayı inkâr oluştu. Zât’ın idrâk olunduğu gibi, sıfâtın da zât’da müşâhede sûretiyle idrâk olunacağını zannettiler, oysa bu imkânsızdır.
Bu imkânsız oluş, yalnız Hak’da olmayıp, mahlûkda dahi böyledir. Sen nefsini görünce ve muâyene edince, zâtını bilirsin; fakat cesâret, cömertlik, ilim gibi sende olan sıfatlar müşâhede ile idrâk olunmaz; belki o sıfatlar senden derece derece, ma’lûm olduğu kadarıyla açığa çıkar.
Bir sıfat açığa çıkıp da, eseri görülürse, o sıfatın senin için olduğuna hükmedilir. Sıfâtın bütünü sende dürülüp toplanmış ise de, bütünü birden idrâk edilemez, müşâhede edilemez. Bunu aklın sana bağlaması, ma’lûm olan kadarını, ifâde etme kânûnu yolu üzerine yürümekten dolayıdır.
Şurası da bilinmelidir ki, yüce Zât’ı idrâk şu şekildedir: İlâhî keşf yoluyla bilirsin ki, sen O’sun; O, sendir; ve arada birleşme ve dâhil olma yoktur. Kul, zât mertebesinde kul; Rab, Rab’dır. Kul, Rab; Rab kul olamaz, delîllere dayalı ve teorik ilmin üstünde olan ilâhî keşf ile ve zevk ya’ni bizzat hakîkatini yaşama yoluyla bu şekilde ârif olma hâsıl olursa, yüce Zât’ı idrâk hâsıl olmuş demektir.
Bu durum, zâtî sahk ve zâtî mahk denilen mertebeden sonra oluşur. Bu keşfin alâmeti:
– sonra rubûbiyyet sırrının zuhûruyla Rabb’inden fânî,
– daha sonra zâtî tahakkuklarla sıfat bağlantılarından fânî olmasıdır.
Bu belirtilen durum senin için hâsıl olunca, zâtı idrâk etmiş olursun ve zâtı idrâkin, nefsinde bundan daha fazlasına ihtiyâç yoktur.
Ammâ hüviyyetine bağlanan ilim, kudret, semi’, basar, azamet, kahır, kibriyâ ve benzeri sıfatlar, sıfâtın idrâk kaynaklarındandır. Bu mertebede, yukarıda belirtilen iki zâttan her birini idrâk, azamî kuvvetinin ve himmetinin yüceliğinin ve hakîkatlerin sırlarına ilmin dâhil oluşunun dereceleriyle uygundur. Bunu, “zâtiyyûn”dan olan kimselerden her birisi, azamî kuvvetinin ve himmetinin yüceliğinin hakîkatlerin sırlarına ilminin dâhil oluşunun derecesine göre idrâk edebilir. Bu duruma göre, istediğini söyle:
İstersen, “Zât idrâk olunamaz,” dersin! Bu, sıfâtın aynı olması i’tibârı iledir. “Lâ tudrikuhül ebsâru” (En’âm, 6/103) ya’nî “Cenâb-ı Hakk’ı görme duyuları idrâk edemez” âyeti buna işârettir. Çünkü görme duyusu sıfâttandır; sıfatı idrâk etmeyen, zâtı da idrâk edemez.
İstersen, “Zât idrâk olunur” dersin. Bu, ilk belirttiğimiz ayrıntılar i’tibârı ile olur. Bu bir mühim mes’eledir ki, ehlullâhın ekserisi üzerine gizli kalmıştır ve bu husûsda benden evvel hiç bir kimse, bir söz söylememiştir. Bu detay, zamânın nâdirlerindendir, mühim olarak derin bir şekilde düşünmeye değerdir. Bu ayrıntılı tetkîk, öyle bir tecellîdir ki, buna ancak keşfi açılıp da Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarıyla vasıflanmadaki lezzeti zevk edenler ya’ni bizzât yaşantılarına geçirenler nâil olurlar.
Bundan sonra bir mertebe daha yükselirse, Hakk’ın kendi sıfatlarıyla vasıflanması husûsuna ârif olmaya da nâil olur. İşte nihâyet bulma ve sırlara giriş, bu mertebededir, bunu anla! Fakat bunu da kemâl ile nihâyete eren ve zü’l-Celâl’e yakınlaşmış olmayanlar anlayamazlar. Bu makâmın altında ne mızraklar, ne kılıçlar vardır.
İki Beytin Tercümesi:
“Kalbim beni, hayât suyunu birden içmeklik için hırslandırdı. Oysa hayretle söylerim, orada ölen ne hırslılar vardır.
Yine benim için kalbin ahdini yudum yudum içenler arasında da kadîm hırsım vardır. Oysa orada da ne hırslılar hiç bir şey elde edemememiştir.”
Benim bu yolda başka türlü de bir sözüm vardır; o söz, önceki sözüme muhâliftir; fakat bu tezâd bu sözün muhâlefetine göredir. Yoksa hakikatte tezâd yoktur; çünkü hakîkatler arasındaki zıtlıkların hepsi, hakîkat bakış açısından ma’nâda birdir. O söz, aşağıda belirttiğimiz gibidir:
Sıfât, mutlaklık bakış açısından ma’lûm ma’nâlardır. Zât ise mechûl bir husûstur. Mechûl bir husûsu idrâk etmektense, ma’lûm olan ma’nâları idrâk etmek daha iyidir. Şu halde sıfâtta “idrâk yokluğu” geçerli olunca, zâtı idrâk için “vecihlerden hiçbir vecihden” yol yoktur. Bu hakîkate bakarak Hakk’ın ne sıfâtı, ne de zât’ı idrâk edilebilir değildir.
Şurasını da bilesin ki, Rahmân sıfatı “fa’lân” ölçüsü üzerinedir. Arapçada kelimedeki ilâve harf, ilâve ma’nâya işâret ettiğinden bu ölçü, vasıflanmış olanın, sıfatıyla vasıflanmasında ve sıfatın, sıfatla vasıflananda zuhûrunda mübâlağaya işâret eder. Bu hikmete dayalı olarak, Allah’ın rahmeti her şeyi ih-âta etmiştir. Hattâ ateş ehli hakkında en son husûsun rahmete dönük olması da bu ihâtadandır.
Bu Rahmân isminin altında bütün zâtî ilâhî isimler bulunmaktadır. O zâtî isimler yedidir: Hayat, İlim, Kudret, İrâde, Semi’, Basar, Kelâm.
Bu er-Rahmân (الرَّحْمَنُ) isminin harfleri de yedidir.
Birincisi “elif”harfidir; hayâttan ibârettir. İlâhî hayâtın bütün eşyâya sirâyet edişini ve eşyanın ilâhî hayat ile ayakta durmasını görmüyor musun? Tıpkı böyle “elif” de nefsiyle harflerin hepsine sirâyet etmiş ve hepsinde mevcûddur. Hiçbir harf yoktur ki, “elif” o harfte telaffuz edilmesin ve yazılış i’tibârı ile mevcûd olmasın.
Yazımda meselâ “be” harfi açılıp yayılmış eliftir. “Cim” harfi iki tarafı eğri olan eliftir. Dîğer harfler de böyledir. Telaffuz i’tibârı ile “elif”in her harfte olan varlığına gelince: Harfi açtığın zaman elifi, ya onun açılımında veyâhud onun açılımdaki harflerin açılımında bulursun. Şu halde “elif’in yitip gitmesi için imkân yoktur.
Örneğin “be” harfini açınca “bâ” dersin, “Elif” meydana çıktı. “Cîm” harfini açınca “cîm, yâ, mîm” dersin, yine “elif” ortasında çıktı. “Ye=yâ”da aynı şekilde “elif” mevcuttur. “Mîm” de böyledir. Onu açınca da “mîm, yâ, mîm” gelir. Harflerin hepsi bu örnek üzerinedir. Kısaca, “elif” harfi, bütün mevcûtlara sirâyet etmiş olan rahmânî hayâtın mazharıdır.
“Lâm” harfi ise, ilmin mazharıdır. “Lâm” harfinin dik şekli, Hakk’ın zâtına, ilminin mahallidir. Ta’rîfesi, ya’nî dîğer harfe bitişme vâsıtası olan kıvrık kısmı, mahlûklara olan ilminin mahallidir.
“Râ” ise, yokluk gizliliğinden, varlık zuhûruna meydana çıkarılan, ilâhî kudretin mazharıdır. Bilineni görürsün, yok olanı mevcûd bulursun.
“Hâ” harfi, boğazın göğüse bitişik olan yerinden çıkar. İlâhî irâde de, ilâhî nefs de bize nispetle mechûldür. Neyi murâd etmiş olduğu ve ne sûretle hükmedeceği ne görülür, ne bilinir. Şu halde ilâhî irâde salt gaybtır.
“Mîm” harfi ise işitmenin (sem’) mazharıdır. Görmüyor musun? “Mîm” harfi ağzın dış kısmı olan dudaktan çıkar. Bunun için söylenmeyen bir söz işitilmez; söylenen söz ise zahir olmuştur; o söz, ister telaffuzâ âit, ister hâle âit olsun. Özetle “hüviyyetin” “hâ” sına benzeyen “mîm”in başının yuvarlak kısmı, sözü işitmenin mahallidir. Çünkü yuvarlağın nihâyeti, hidâyetinin aynıdır. Söz de tıpkı bunun gibidir. Söz ile başlayanlar, sözün nihâyetine dönerler.”Mîm” harfinin ta’rîfe, ya’nî diğer harflere bitişme vâsıtası olan kısmı, hâl ile olsun, söz ile olsun, mevcûtların sözlerini işitme mahallidir.
“Mîm” ile “nûn” arasındaki “elif”e gelince: Bu “elif”, basar ya’nî görme mazharıdır. Bunun sayılardan karşılığı “bir” sayısıdır. O bir sayısı da, Hak sübhânehû ve Teâlâ’nın zâtının görülmediğine işârettir. “Elif” harfi de yazımda düşmüş, telaffuzda sâbittir. Yazımda düşmüş oluşu, Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkları nefsinde gördüğüne işârettir. O mahlûklar, O’nun için “gayr” değildir. Telaffuzda sâbit olması, Hakk’ın zâtının, zâtıyla mahlûklardan üstünlüğüne ve mahlûklardaki zillet ve noksan gibi sıfatlardan mukaddes ve yüce olmasına işârettir.
“Nûn” harfine gelince, Cenâb-ı Hakk’ın kelâm mazharıdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da “Nûn vel kalemi ve mâ yesturûn” (Kalem, 68/1) buyurdu. Bu, “levh-i mahfûz”dan kinâyedir. Levh-i mahfûz ise, Cenâb-ı Hakk’ın “mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in” (En’âm, 6/38) ya’nî “Biz kitâpta hiçbir şeyden eksik bırakmadık” âyetiyle vasıflandırdığı Allâh’ın kitâbıdır. Hakk’ın kitâbı ise, kelâmı demektir.
Şurası da bilinmelidir ki: “Nûn” zâtî mâhiyyeti ile vâhid ya’nî bir cümle olarak, halleri ve vasıflarıyla berâber mahlûk sûretlerinin nakışlanmasından ibârettir. Bu nakışlanma, Cenâb-ı Hakk’ın mahlûk sûretlerine “Kün(Ol)!” ile hitâp ettiği Allâh’ın kelimesinden ibârettir. O “Kün” kelimesi, ilâhî nûrâni kale-min levhde yazdığı sûretle olur. O levh, ilâhî kelimelerin görünme yeridir. Çünkü “Kün” sözünden çıkan her şey, levh-i mahfûzun ihâtası altındadır, işte bu inceliğe dayalı olarak biz, “nûn” Allâh’ın kelâmının mazharıdır dedik.
Şurası da bilinmelidir ki; “nûn” harfinin üstündeki nokta, mahlûk sûretleri ile açığa çıkan Allâh’ın zâtına işârettir. Mahlûklardan önce açığa çıkan Zât’dır, sonra mahlûk açığa çıkar. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zâtının nûru, mahlûkun nûrundan a’lâ ve daha zâhirdir. Bunun içindir ki Rasûlullâh (s.a.v.) “Sadaka, önce Rahmân’ın avucuna, sonra fakîrin avucuna düşer” buyurmuştur. Nasıl böyle olmasın ki, Sıddîk-ı Ekber de “Ben bir şeyde önce Allah’ı görmedikçe, o şeyi görmem” buyurmuştur.
Bu şekilde noktanın Allah’a işâret olduğunu anlayınca, “nûn” harfinin yuvarlaksı kısmının da mahlûklara işâret olduğunu anlarsın. Biz “El-Kehfü ve’r-Rakîm Fî Şerhi Bismillâhirrâhmânirrahîm” adlı kitâbımızda “Rahmân” ismi hakkında daha geniş bilgiler beyân ettik. Arzu eden o kitâba mürâcaat etsin. Bu kerîm isme ve bu kerîm ismin ihtivâ ettiği sırlara dikkatle bak! Fikirlerin o sırlarda hayrete düşmemesi mümkün değildir.
Bu şerefli ismin harflerinin sırlarını ve her harfin açılımıyla berâber sayısının miktârı ve her harfin varlıksal harîkalardan ve sarsıntılardan ihtivâ ettiği şeyler hakkında bahsi uzatmış olsaydık, fehimlere hayret verecek o kadar acâiplikler ve gariplikler ortaya koyardık ki, kitâbı okuyan, bunu nereden aldığımıza şaşar kalırdı. O tür bahsi terk etmemizin sebebi kıskançlık veyâhut cimrilik değildir. Fakat kitâbı okuyan ve yazan usanmasın diye, bu kitâpta kısa ve öz anlatmayı tercih ettik. Çünkü usanç, amaçlanan faydanın yitirilmesine sebep olur. Bununla berâber bu kitâba koyduğumuz sırlar, terk ettiğimizden daha büyüktür.
Allahu’l-Müsteân ve aleyhi’t-tüklân.
“Yardım Allah’tan talep edilir ve tevekkül O’nadır”.